Sunday, September 30, 2012

Hakikat şimşeği

Devletin sevgiden korkması ne kadar hazin, değil mi?

Hakikat şimşeği
İsmail Beşikçi.



Ayrımcılığa ve şiddete karşı çıkmak, sözün hakkını savunmak, her gün verilen bir sınav. Görmemeyi, bilmemeyi tercih edenlerin yanında, hayatını hakikati ortaya çıkarmaya adayanlar, hayatı bizzat bu adanmışlıktan bilenler de var. Onlardan ikisi bu yıl, kendisi bu yolun en büyük temsilcilerinden Hrant Dink adına verilen, Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün dördüncüsünün sahibi oldu. Türkiye ’den İsmail Beşikçi ve Rusya ’dan Uluslararası “Memorial” Topluluğu adına Memorial İnsan Hakları Merkezi Direktörü Alexander Cherkasov’a verilen ödüller, farklı zaman ve mekânların o hep aynı hikâyeyi ve bitmeyen mücadeleyi gözler önüne serdi.
Henüz Kürt sözcüğü telaffuz bile edilmez ve bir halk tamamen inkâr edilirken araştırmalarıyla Kürt sorununun köküne inen İsmail Beşikçi, bu geçmişten aldığı güçle Ermeni ve Kürt sorununun nasıl da birbiriyle ilişkili olduğunu anlattı. 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde Yakındoğu halklarının, İttihat ve Terakki’nin Osmanlı Devleti’ni Türk esasına göre yeniden düzenleme hedefi çerçevesinde imha edildiğini belirten Beşikçi, bu hedef doğrultusunda pürüz olarak görülen Ermenilerin tehcir adı altında imhaya, Rumların sürgüne, Süryaniler ve Kürtlerin Türklüğe ve Alevilerin Müslümanlığa asimilasyona uğradığını vurguladı. O sakin ve tatlı üslubu, söylediklerinin gerçek payını daha da bileyledi sanki. O konuştu, bizler hiçbir tarih dersinde dinlemediğimiz, öğrenmeye hep çok geç kaldığımız bir “tabular ünitesi”ni, gözümüzün önünde açılmış bulduk: “Birinci Dünya Savaşı, İttihatçıların aradığı fırsatı verdi. Savaş başlar başlamaz Rum-Pontus sürgünleri başladı, savaşın ilk yılı içinde Ermeni sorunu ‘halledildi’. Geriye kalan iki sorun da, Cumhuriyet döneminde, İttihatçıların devamı olan yönetimlerce sistematik bir şekilde yaşama geçirildi. Ermenilerden ve Rumlardan kalan taşınmaz mallar üzerinde, büyük bir yağma gerçekleşti. Bu şekilde, Osmanlı ekonomisi, Türk ekonomisi millileşmiş oldu. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin çok önemli bir boyutu budur. Bugün, büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Rum mallarıdır. Kürt bölgelerinde Kürt ağalarının, aşiret reislerinin, şeyhlerinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Süryani mallarıdır... Bu süreçte, Kürtlerin durumunu iki safhada ele almak gerekir. İttihatçılar, daha sonra Kuvayı Milliye (Kemalistler), Ermenilerle, Süryanilerle olan sorunları Kürtleri tetikçi olarak kullanarak çözdü. Devlet güçlenince, Lozan’la birlikte uluslararası garanti gerçekleşince Kürtlerin inkârı-imhası başladı.”

Sevgiden korkmak 


Bu kadar yalın, bu kadar sade… Ve nasıl da tehlikeli değil mi? Onu dinlerken, sahici araştırmaların, anlayış yaratan yayınların neden hedefe konulduğunu da tersten sağlamayla anlıyor insan. Nitekim ifade özgürlüğünün tehdit altında olduğunu vurgulayan Beşikçi’nin verdiği örnekler bu açıdan çok çarpıcı. “Geçmişte Behice Boran, Oya Baydar, bugün Pınar Selek , Müge Tuzcuoğlu bu baskıyı yaşayanlardan…”
Kürt sorununu muhatap taraflardan anlamak üzere yola çıkan, gözaltında ağır işkencede çalışmasına el konulan, dahası yıllar yılı Mısır Çarşısı patlamasının o korkunç komplosuyla kuşatılan Pınar Selek, sorunlarına eğildiği insanları nesne konumuna terk etmeyen bir sosyolog. Sokak çocuklarını bir sanat atölyesiyle hayata kazandıran, travestileri seks işçiliğinden döndüren, eylemini sözüne ekleyen bir genç kadın. Tıpkı yedi aylık tutukluluktan sonra ilk kez 24 Eylül’de Diyarbakır ’da hakim karşısına çıkacak Müge Tuzcuoğlu gibi. Mart 2012’den beri tutuklu bulunan Müge Tuzcuoğlu köyleri yakılıp yıkılan ve Terörle Mücadele Kanunu (TMK) mağduru çocuklarla ilgilenen bir antropolog. Tuzcuoğlu 8 Mart 2012’de “ KCK operasyonu” kapsamında 13 kişi ile birlikte tutuklandı. Cezaevinden yazdığı mektupta, travma yaşayan çocuklarla kurduğu bağ, aslında devlet nezdinde esas suçunu ortaya koyuyordu: “Bir genç kadın, sevgilisine bile anlatmadığı acılarını, anılarını paylaşabildi benimle. Küçücük bir erkek çocuğu ilk bana âşık oldu. Birisi, aldığı bursla, bana dünya güzeli bir hediye aldı. En iyi üniversiteyi kazanacaklarına dair söz verdiler, sırf ‘bak bu koşullara rağmen kazanmışlar’ desinler diye. Sevgilileriyle ilk beni tanıştırdılar ne kadar kıskandığımı bile bile... Bilmiyorum farkında mıydılar, Karadenizli ablaları için ‘özgürlük’ demekti bu sözleri, paylaşımları. Çünkü bu kadar zor ve direnç gerektiren hayatlar içinde küçük de olsa özgürlük alanları açmıştık kendimize.”

Tüyler ürpertici benzerlikler 


Şimdi de gelin Pınar Selek’in savunmasında anlattığı haliyle travesti ve sokak çocuklarıyla kurduğu bağa bakalım: “Travestilerin Ülker Sokak’tan dışlanmasına ilişkin araştırmamı tamamlayıp bunu yüksek lisans tezi haline getirdikten sonra, ‘alacağımı aldım’ deyip sorunlarını paylaştığım insanları öylece bırakamazdım. Bırakmadım da. Çeşitli araştırmalar aracılığıyla tanıştığım ve her biri, farklı dışlama ve kapatma mekanizmasından etkilenen insanlarla birlikte, ortak bir atölye çalışmasında yer aldım: Sokak Sanatçıları Atölyesi. Böyle bir atölyenin cephanelik olarak tanıtılması korkunç bir şey. Hayır, asla atölyemize bomba giremezdi. Tersine, o küçücük mekânda her türlü şiddeti aşmaya, şiddetin yarattığı yaraları sarmaya çalışıyorduk. Korkunç suçlamalarla lekelenen atölyemiz bir sevgi bahçesiydi…”
Benzerlik nasıl tüyler ürpertici değil mi? Devletin sevgiden korkması ne kadar hazin, değil mi? Uluslararası Memorial Topluluğu adına ödülü alan topluluğun İnsan Hakları Merkezi Direktörü Alexander Cherkasov’un konuşması da SSCB’den Rusya’ya yakın tarihin insan hakları seceresini gözler önüne sererken, Türkiye’yle benzerlikleri açısından tüyler ürperticiydi. Çeçenistan’daki savaşı ifşa eden Anna Politkovskaya, askeri suç mağdurları ve dışlanmışları savunan avukat ve gazeteci Stanislav Markelov ile Çeçenistan’da yaşananları dünyaya duyuran aktivist Natalya Estemirova’nın öldürüldüğünü anımsatan Cherkasov, “Biz kendi tarihimizi ve çağdaş yaşamımızı herkesin pek hoşuna gitmeyecek bir açıdan –kaba ve kitlesel insan hakları ihlallerinin tarihi olarak ve Direnişin tarihi olarak görüyoruz. Bizler tarihi ve çağımızı farklı insanların kaderi üzerinden görüyoruz. Bu trajediyi bir istatistiğe dönüştürmeme bakımından önemlidir. Biz anlıyoruz ki trajik geçmişin yadsınması her zaman şu andaki şiddeti ve gelecek suçları planlamayı haklı çıkarmak için kullanılmaktadır” dedi.
Bombaların patladığı, canların yandığı bugünlere bir gecenin konuşmalarından baktım. Hakikatin gücü gecenin karanlığını yardı şimşek gibi. O şimşekten hiç korkmadım.