Saturday, July 16, 2016

XVII. yy' da Osmanlılar' da cezalar

Osmanlılarda ceza kaynakları üçtür. 

Bunlardan biri, İslam Ceza Hukuku “ukuubat”, ikincisi Türklerin İslam dinini kabulden önceki gelenekleri, özellikle Türk-Moğol yasaları, üçüncüsü ise Osmanlıların sonradan çıkardıkları yasalar ve “siyaseten katl” anlayışıyle koydukları cezalardır.

İslam’daki cezalar üçe ayrılır: Had, kısas, diyet ve Ta’zir. Had cezalar (çoğulu hudut), Allah’a karşı işlenen suçlar için Allah’ın hakkı olan, bu yüzden de değiştirilemez cezalardır. Bunlar kanunda gösterilen cezalar gibidir. Had cezasını gerektiren suçlar zina, kazif (veya zina iftirası) şarap içme, hırsızlık, haydutluk gibi olanlardır. Bunlardan zina için recim ve 100 değnek cezası, kazif için 80 değnek, şarap içme için 80 değnek, hırsızlık için bir organın kesilmesi, haydutluk, yol kesme için duruma göre öldürme, teşhir bir organın kesilmesi gibi cezalar verilirdi.
Kısas ve diyet bir çeşit ödeşme, takas cezalarıdır. Bunlar öldürme, bir organın kesilmesi veya para, mal olarak ödeşme olup, bu sonuncuya, Osmanlı kanunlarında “kanlık” denmektedir. Kısas, kama, bıçak gibi araçlarla yapılır.
Taz’ire gelince, bundan önce belirtilen cezalardan farklı olarak taz’irde önceden sayılmamış suçlardan gene önceden sayılmamış cezaları olup, bunlar, yargıcın takdir hakkına bırakılmıştır. Yargıç isterse suçluyu bağışlar, sürgüne gönderir, tutuklar, teşhir ettirir, değnek cezasına çarptırırdı. Burada “had” cezalarına göre sınırlamalar tanınmıştır. Ayrıca devletin dirliği ve çıkarları için şeyhülislamdan alınan bir fetva üzerine hükümdarın “siyaseten katl” denilen ceza verme yetkisi tazir’e benzetmektedir.
“Siyaseten” çok defa ölüm cezası anlamınadır. Şeriatla işbirliğiyle verilen bu ceza, padişahın can ve mal üzerinde sınırsız yetkisine dayanan bir örf hukukudur. Bunu gerektiren suçlar ise padişahın tahtını tehlikeye düşürme, padişahın canına kasd, tahkir, devlete karşı ayaklanma, padişaha yalan söylemek, kalpazanlık, halk malını çalma, zulüm, nüfuzu kötüye kullanma, casusluk, eşkıyalık, görevde başarısızlık, sadrazama karşı işlenen suçlar, padişaha baskı yapılması ve benzeri suçlardır.
Türklerin İslam’ı kabulden önceki geleneklerinden, Türk-Moğol cezalarından hangilerinin Osmanlılara geçtiğini kestirmek kolay değildir. Moğollar’da görülen sert cezalar arasında kafa kesme, suçlunun gövdesini parçalara ayırma, yırtıcı kuşlara parçalatma, ağza taş tıkama, güneşte bırakma, boğma, ateşte yakmak, deri yüzme, filin ayakları altında ezdirme gibileri vardır. Kazık, çengel gibi cezaların buradan Osmanlılar’a geçtiği ileri sürülebilir. Ala’ud-Devle Bey kanununda bulunan burun, kulak, dil kesme gibi cezaların da buradan geldiği düşünülebilir.
XV. ve XVI. yüzyıllarda yürürlükte olan kanunlardan Fatih Sultan Mehmet Kanunnamesi, Kanuni Sultan Süleyman Kanunnamesi, Bosna Kanunnamesi gibi kanunlarda da çeşitli cezalara rastlanır. Bunlar içinde cerime, siyaseten salb “asma”, “çomak urma”, “çomaklama”, sakal kesme, suçlunun alnını “dağ etme” (pezevenklik suçlarında), işkence, el kesme, kollara bıçak sokup gezdirme, sürülme, kat-ı uzuv, teşhir, alna damga basma, siyaseten teşhir, topluca yemin ve ceza, kasâme gibi cezalar bulunmaktadır. Bu kanunnameler incelenince birçok İslam uygulamalarının değişmiş olduğu, İslam’da had olan cezaların taz’ire dönüştüğü, bazı kanunlarda suçlar için zımmilerin Müslümanlardan daha az cezaya çarptırıldığı, bazılarında ise zımmilerle Müslümanlar arasında eşitlik olduğu görülür.
Yargıcın takdirine bırakılmış cezalarda suçu yüze vurma, öğüt verme, azarlama, kulak çekme, teşhir, mali cezalar, mirastan yoksun bırakma gibi bir ölçüde hafifleri de bulunmaktadır. Her zaman rastlanmayan fakat tarih kitaplarının kaydettiği çeşitli ağır cezalar arasında mağaraya kapatıp içine duman salarak öldürme, çuvala koyup suya atma, XVI.yüzyılda rastlanan ve adı, topa bağlama olan suçluyu topun ağzına koyarak mermi gibi atmak, linç etmek (keşkeş), deri yüzme, çarmıh, kazık, çengel gibileri bulunmaktadır. Casuslara uygulanan çarmıh cezasında, suçlunun bedenine yanmakta olan iri balmumları dikildiğini biliyoruz. Buraya alınan resimde görülen çengel cezası da korsanlara, casuslara uygulanırdı. Eminönü’nde kalaslardan bir iskele kurulur, suçlu makaralı iplerle kalasların üst basamağına çekilir, buradan daha alt basamakta olan ucu sivri çengelin üzerine bırakılırdı. Bazen suçlu hemen ölmez, çengele takılı olarak bir süre can çekişirdi.
İslam’da da görülen recm yani suçlunun yarı beline kadar toprağa gömülüp taşlanarak öldürülmesi cezasına İslam’da da Osmanlı’larda da pek az başvurulmuştur. Osmanlı tarihinde yalnız bir defa görülmektedir. Naima tarihi 1091/1680’de Kazasker Beyazizade Ahmet Efendi’nin İstanbul Kadısı iken Aksaray’da kavaf Abdullah Çelebi’nin karısının bir Yahudi ile zina etmesi üzerine kadını Sultanahmet’te recm ile öldürttüğü, Yahudi’nin de boynunu vurdurttuğunu yazmaktadır.
Suçlunun, buraya alınan resimlerde görüldüğü gibi, boynuna veya ayaklarına ağır cendereler, çanlar takılarak teşhir edilmesi ve işkence görmesi de sık rastlanan cezalardandı. Bu çeşit cezalardan biri tomruk cezasıdır. Büyük bir ağaç kütüğünün yuvalarına suçlunun ayakları sokulur, kilitlenirdi. Bazen de suçlunun başı dışarda kalmak üzere bütün gövdesi tomruk içine konur. Suçunu söyleyinceye kadar bunun içinde kalırdı. Nitekim bugün İstanbul Valiliği’nin olduğu yerin karşısındaki bir binaya eskiden Tomruk Dairesi adı verilmişti. Bu dairenin başındaki görevlinin adı da tomruk ağasıydı. Tanzimat’tan sonra kaldırılmıştır. Kemend denilen yağlı iple boğarak öldürme, daha çok kanları akıtılmadan öldürülmesi inancına uyularak çoğunlukla hanedandan olanlara uygulanan bir cezadır. Boğma, ipekten “keman girişi” ile yapılırdı. Evliya Çelebi, II.Osman’ın yumurtalıklarının sıkılarak öldürüldüğünü yazar. Sarayda öldürmeler çok defa uykuda yapılırdı.
Değnek veya falaka cezasına da çok rastlanırdı. Orduda, okullarda da yakın çağlara kadar görülen bu ceza, İslam Hukukunun önemli cezalarındandı. İslam’a göre bu cezada yalnız değnek sayısı değil, fakat uygulanışta da gözetilmesi gereken bir takım kurallar vardı. Değnek cezasını, erkekler ayakta, kadınlar oturarak çekerdi, değnek deriye vurulu, aynı yere, yüze, karına, tenasül yerine vurulmazdı. XVI.yüzyıl gezginlerinden Pierre Belon, Türkiye’de gördüğü falaka cezasını çok beğenmiş, yerinde bir ceza olarak görmüştür.
Teşhir cezaları içinde XVI. y.y. da yapılmış ve buraya alınan iki resimde görüldüğü gibi daha çok zina suçunda verilen bir ceza da suçlunun bir eşek üstüne ters bindirilmesi, başına işkembe sararak sokaklarda dolaştırılmasıdır. Nitekim, Türkiye üzerine XVI. yüzyılda bir kitap yayınlamış olan İtalya doğumlu Fransız Teodora Spandugino La Genealogie du Grand Turc adlı kitabında şu bilgiyi vermektedir. “Bir zımni bir Türk kadını ile zina ederse Müslüman olmazsa yakılırdı. Bir zımni veya Müslüman Türk bir zımni kadınla zina ederken yakalanırsa, hem erkek, hem kadın sokaklarda bir eşeğin üzerine ters oturtulur, başına koyun işkembesi sarılır, eşeğin kuyruğunu yular gibi tutarak sokaklarda dolaştırılırdı.” Nitekim Evliya Çelebi de bu cezanın bir oyunu konu olduğunu şu satırlarla belirtmektedir. “Bir çingane avratını bir Yahudi ile tutub her ikisine de işkence ile ikrar-ı cürm ettürmeleri garib, acib bir temaşadır. Çingane karısına necisli işkembe giydürüb, ters eşeğe bindürüb, Yahudi dahi diğer bir eşek üzere siyaset için geldüklerinde öyle bir hay u huy-i taklid olur ki, adam gülmeden kalır.”
Cezaların infazı suçlunun toplumsal sınıfına göre değişirdi. İnfaz muhzır ağa (bu daha sonra tomruk ağası olmuştur), buyruğunda kapı kahyaları ki bunlardan beşi falakacıydı, subaşı, asesbaşı, çadır mehterleri, dilsizler, solaklar eliyle olurdu. Sarayda infazlarda orta kapı ile çizme kapısı arasındaki Siyaset Çeşmesi önündeki Seng-i İbret’te kesilen başlar, ibret için teşhir edilirdi. Önemli kişilerin kesik başları gümüş tepsi içinde padişaha gösterilirdi. Kimi zaman da kesik kafalar Edirnekapı’da teşhir edilirdi. Suçluların asıldıkları ağaca dar-ı siyaset deniyordu, halk ağzında bu dar ağacı olmuştur.
Türkiye’ye gelmiş yabancı müşahitler, Türkiye’de adaletin sağlam ve çabuk işleyişine hayranlıklarını belirtmişlerdir. Bunlardan XVI. yüzyılda Türkiye’ye gelmiş olan Guillaume Postel, ufak bir hırsızlığın bile hoş görülmediğini, parasını ödemeden bir yumurta alana elli sopa atıldığını, at çalanın ise asıldığını bildiriyor. 1548’de İran seferine katılan Jacques Gassot ise, parasını ödemeden alınan şeylerin cezalandırıldığını, öyle ki düşmanın buğday tarlasına girmenin yirmiden kırka kadar kamçıyla cezalandırıldığını söylüyor. 1526’da Kanuni’nin Macaristan seferinde iki askerin at çaldıkları, iki sipahinin ise ekinleri biçilmemiş tarlada hayvanlarını otlattıkları için kafaları kesilmiştir. Düşmanlarına yapılcak haksızlıklarda bil Türkler’in ne kadar titiz olduklarını WVII. Yüzyılda da görüyoruz. Nitekim XVII. Yüzyılda Bağdat’ın son kuşatılışında yerli halka zarar verenlerin ufak bir ihbar üzerine ölümle cezalandırıldıklarını gene yabancı bir kaynak bildirmektedir. Gene XVII. Yüzyıl gezginlerinden Stochove da ceza ve hukuk yargılamasının hiçbir ülkede Türkiye’deki kadar çabuk bitmediğini, en krışık davanın bile üç, dürt gün içinde sonuçlandığını belirtiyor. Ancak gene aynı tanık adalet mekanizmasının bu çabukluğu yüzünden kimi vakit suçsuzun da suçluyla birlikte ceza görmesine yol açtığını belirtiyor. Daha erken tarihlerde ise yabancı tanıklar Türkiye’de adaletin fazla sertliği üzerinde durmuşlardır. Sultan Bayezid’in 1396’da, içlerinde Korkusuz Jean’ın da bulunduğu Fransız tutsaklarına adaletle nasıl yakından ilgilendiğini gösterdiğini Froissart iki olayla belirtiyor. Yabancı tanıkların Türkiye’de adalet mekanizması ve cezalar üzerine verdikleri bilgiler incelenirse, Avrupa’ya örnek olacak bir yetkinliğe ulaştığı görülecektir.

Bu çalışma, Nisan 1969 tarihli Hayat Tarih Mecbuası'nın 3. sayısında çıkan bir çalışmadan esinlenilerek çeşitli kaynaklardan derlenerek tarafımca hazırlanmıştır.