Tuesday, August 27, 2013

Gore Vidal hayatını kaybetti




Ünlü romancı, oyun yazarı, eleştirmen ve siyasetçi Gore Vidal, 86 yaşında hayata veda etti.

Vidal’in yeğeni Burr Steers, bir süredir zatürre tedavisi gören ünlü yazarın Los Angeles’taki evinde dün akşam öldüğünü açıkladı.

Çağdaşları Norman Mailer ve Truman Capote gibi söyleşi programlarına katılan, gazetelerde köşe yazıları yazan ve eserlerini okumayanların bile tanığı son yazarlar kuşağının en ünlü temsilcilerinden biri olan Vidal, siyasi ve edebi kuramlara muhalefeti ile tanınmış ve Ulusal Kitap Ödülü dahil olmak üzere çok sayıda ödüle layık görülmüştü.

Tüm siyasetçileri acımasız bir dille eleştiren, erdem, fazilet gibi kavramlarla dalga geçen, Vietnam’dan Irak’a ABD’nin katıldığı tüm savaşlara muhalefet eden Vidal, bağımsız bir düşünür olarak çok sayıda kişinin saygısını kazanmıştı.

Amerikan militarizminin en büyük eleştirmenlerinden biri olan Vidal, kaderin bir cilvesi olarak 1925′te babasının mezun olduğu New York’taki ABD Askeri Akademisi’nde dünyaya geldi. Dedesi Oklahoma senatörü Thomas Pryor Gore olan Vidal’in babası Gene Vidal, Başkan Franklin Roosevelt’in çalışma arkadaşlarından biriydi.

Okul hayatından haz etmemesine karşın Phillips Exeter Academy’den mezun olan Vidal, daha sonra orduya yazıldı. Vidal, bir savaş romanı olan “Williwaw” adlı ilk kitabını 20 yaşındayken ve orduda çalışırken yayımladı.

1950′li yıllarda “Edgar Box”, “Katherine Everard” ve “Cameron Kay” takma adlarıyla çeşitli kurgu kitapları da yayımlayan Vidal, tiyatro, sinema ve televizyon için de birçok senaryoya imza attı. Yazar, Hollywood’daki eşcinsellerle ilgili bir belgeselin yanı sıra “Gattaca”, “With Honors” ve “Bob Roberts” adlı filmlerde de rol aldı.

1960′lı yıllarda siyasetle ilgilenmeye başlayan Vidal, Demokratik Parti’den Kongre’ye aday oldu ancak Roosevelt’in desteğine karşın kaybetti.

Hugh Auchincloss’un üvey çocukları olarak Jacqueline Kennedy ile sıkı dost olan Vidal, Başkan Kennedy’nin destekçileri arasında yer aldı.

Her fırsatta eski moda bir onur anlayışına ve modern bir yaşam arzusuna sahip olduğunu dile getiren Vidal, alkole olan düşkünlüğü ile tanınıyordu. Dünyadaki tüm içkilerin en az bir kez tadına baktığını ifade eden Vidal, hiç evlenmemiş, İtalya’nın Ravello kentindeki muhteşem manzaralı villasında en yakın dostu Howard Austen ile birlikte yaşamıştı.

Diğer yazarlara hakaret derecesine varan eleştiriler yönelten Vidal, İngilizce’deki en tahilsiz üç sözcüğü “Joyce Carol Oates” (kendisi gibi Ulusal Kitap Ödülü kazanmış ünlü bir yazar) ve en yerinde üç sözcüğü ise “Ben, sana demiştim” olarak sıralamıştı.

Montaigne’nin bilgeliğine, Italo Calvino’nun imgelemine, Henry James ile Edith Wharton’un iç görüsüne duyduğu hayranlığı her fırsatta dile getiren Vidal’in eserleri birçok dile çevrildi.

“İmparatorluk”, “Kent ve Tuz”, “Düello Gayri Resmi Amerikan Tarihi 1″, “Lincoln Gayri Resmi Amerikan Tarihi 2″, “1876 Gayri Resmi Amerikan Tarihi 3″, “Golgota’dan Canlı Yayın Yeniden Yazılan İncil”, “Yaratılış”, “İmparator Julian”, “Myra” ve “Ben Cyrus, Zerdüşt’ün Torunu”, Vidal’in Türkçe’ye çevrilen eserlerinden birkaçı.

Thursday, August 22, 2013

2. dünya savaşı'na adım adım

1939'dan 1945'e kadar süren küresel bir savaş olan 2. Dünya Savaşı insanlığın en büyük çatışmasıdır.

Savaşa dönemin tüm büyük güçleri olan Birleşik Krallık, Sovyetler Birliği, Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa; Müttefik Devletler olarak, Almanya, İtalya ve Japonya; Mihver Devletler olarak katılmış ve 100 milyondan fazla askeri personelin dâhil olmuştur.
Nükleer silahların kullanıldığı tek savaş olan ve Yahudi Soykırımı gibi kitlesel sivil ölümlerin gerçekleştirildiği II. Dünya Savaşı, insanlık tarihindeki en kanlı savaştır.

Savaş boyunca 50 ila 70 milyon insan hayatını kaybetmiştir.
Savaş başlamadan önce tüm dünya savaşa yol açan gelişmeleri izlemekteydi.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 0

20 Aralık 1924'te, 35 yaşındaki Adolf Hitler Landesberg Hapishanesi'nden tahliye olduktan sonra. Hitler 1923'te, Birahane Darbesi olarak ta bilinen bir darbe girişimindeki rolü sebebiyle tutuklanmıştır. Bu resim, Rudolf Hess'e Kavgam adlı kitabını dikte ettirdikten kısa bir süre sonra çekilmiştir. 9 yıl sonra, 1933'te Şansölye olarak Hitler yeminini eder.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 1

1937'de Japon uçakları Çin'de verilen hedefleri bombalama görevinde.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 2

1937'de Japon askerleri Şangay'da bir sokak çatışması sırasında. Şangay'daki çatışmalar Ağustos 1937'den Kasım 1937'ye kadar sürmüş ve takribi 1 milyon kişilik güçlerin kullanılmasını gerektirecek kadar büyümüştür. Sonunda Şangay düşer ve taraflar karşılıklı olarak toplamda 150 bin kişilik kayıp verirler.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 3

Beijing'in, 13 Ağustos 1937'de, Japon birlikleri tarafından işgalinin ilk resimlerinden. Doğan Güneş sancaklarıyla, Japonlar Beijing'den Tartar'a Chen Men kapısından geçiyorlar. Çok yakınlarında Amerikan Elçiliği bulunuyor.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 4
Yakalanan Çinli savaş esirlerini, Japonlar bir çukurun içinde süngüleriyle öldürürken.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 5

5 Şubat 1938'de, Nanking'in işgali sırasında bir Çinli kadın çatışmalarda ölen ailesinin üyelerine bakarken.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 6
Büyük Asakusa Mabedi'nin Budist rahipleri, İkinci Çin-Japon Savaşı'na hazırlık için gaz maskeleriyle eğitim yaparlarken.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 7
İtalyan faşist lider Benito Mussolini, 28 Ekim 1922'de Faşist Parti üyeleriyle birlikte, Roma'ya yürüyüşleri sırasında. Bu yürüyüş Siyah Gömlekliler tarafından gözdağı vermek amacıyla bütün İtalya'da yapılmış ve stratejik noktalar ele geçirilmişti. Yürüyüşü müteakiben, Kral 3. Emanuelle, Mussolini'ye hükümeti kurma yetkisini vermiş ve diktatörlüğünün kurulmasının yolunu açmıştır.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 8
4 İtalyan askeri, 1935'te Etyopya'da İtalyan-Habeş savaşı sırasında nişan alırlarken. İtalyan güçleri bölgeyi işgal edip Eritre ile birlikte İtalyan Doğu Afirkası olarak kolonileştirmiştir.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 9
2 Haziran 1937'de, krala sadık güçler, İspanyol iç savaşı sırasında, Barcelona'da, başkaldıran General Fransisco Franco'nun güçlerine karşı mücadele etmek için kadınlara hedef talimi yaptırıyorlar.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 10

19 Mart 1938'de, Casa Blanca binasının patlatılmasıyla 300 asi, krala bağlı güçler tarafından Madrid'de öldürülümüştü. Hükümet güçleri 6 ay boyunca 600 yardalık bir tünel kazıp döşedikleri kara mayınlarıyla bu patlmayı gerçekleştirmişlerdi.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 11
12 Eylül 1936'da, Burgos'ta, Franco yandaşı asilere bağlı bir asker, dikenli tellerin üzerinden makineli tüfek hedefine el bombası atıyor.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 12
9 Aralık 1936'da, Franco güçlerinin hava bombardımanı sırasında, Madrid'de çok büyük sayıda insan Madrid metrosunu sığınak olarak kullanırken.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 13
27 Temmuz 1936'da asi bir asker, divan-ı harbe çıkarılmak için gönüllüler ve muhafızlar tarafından götürülürken.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 14

30 Aralık 1936'da, kayalık Huesca bölgesinde, keskin nişancılar tarafından desteklenen asilere ait bir makineli tüfek.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 15

18 Eylül 1937'de Riette Kahn, Amerikan film endüstrisi tarafından İspanya hükümetine bağışlanan bir ambulansın direksiyonunda. Hollywood'un İspanya'ya Armağını olan Ambulans, önce Amerika'da turlamış ve İspanyol demokrasisini desteklemek için bağış toplamıştır.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 16
1 Nisan 1932'de ofisleri New York'ta açıldığında iki Amerikalı Nazi ofisin kapısında duruyor. NSDAP, Nazi SosyalistAlman İşçi Partisi'nin Almanca çevirisinin ilk harfleri oluyor ve kısaca Nazi Partisi olarak adlandırılıyor.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 17
1936 başlarında,Nipomo California'da, fotoğrafçı Dorothea Lange tarafından çekilen Florence Thompson'ın üç fotoğrafından biri ve bu fotoğrafın adı Migrant Mother (Göçebe Anne).
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 18
14 Haziran 1934'te, Venedik'te bir havaalanında bir araya gelen Adolf Hitler ve Benito Mussolini. Mussolini ve ona bağlı faşist yandaşları Hitler için bir şov yapıyorlar; ama akabinde bu ikilinin konuşması hakkında bir bilgi edinilemedi.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 19

Mart 1933'te, Woolworth Co'nun Berlin şubesi önünde 4 Nazi, Almanya'daki Yahudi varlığını boykot etmek amacıyla yapılan gösterilere bağlı olarak şarkı söylüyorlarHitler destekçileri Woolworth Co'nun sahiplerinin Yahudi olduğuna inanıyorlardı.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 20
19 Ağustos 1932'de bir radyo sergisi sırasında Nazilerin kabini. Kabinde sadece nasyonal sosyalizm hareketinin propagandasını yapacak olan kayıtlar kullanılıyordu.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 21
11 Eylül 1935'de binlerce Alman genci liderleri Adolf Hitleri dinlemek için Nüremberg'de Nasyonel Sosyalist Parti kongresinde toparlanmışlardı.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 22
9 Kasım 1933'te Hitler, Nasyonel Sosyalist Parti'nin 10. Yıl kutlamaları sırasında, Münih caddelerinden arabasıyla geçerken.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 23

27 Ağustos 1933'te Hitler gençliği meçhul askerler için stadyumda swastika sembolünü oluştururlarken.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 24

4 Ekim 1935'te Alman ordusu, Hanover yakınlarındaki Bückeburg'da bir milyona yakın taraftarları önünde güç gösterisi yapmaya hazırlanırken tankların oluşturduğu saflar. Versay antlaşmasının reddi ve Hitler'in iktidara gelmesiyle birlikte Almanlar çok hızlı bir şekilde yeniden silahlanmaya başlarlar.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 25

9 Temmuz 1932'de, Büyük Nasyonal Sosyalistler Mitingi'nde onbinlerce Alman Berlin'de biraraya gelmişlerdi.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 26

24 Şubat 1936'da, Alman kızları sıralanmış ve Nazi Gençlik Hareketi himayesi altında müzik kültürleri hakkında bilgi alıyorlar.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 27

10 Eylül 1935, Nüremberg'deki Nazi Partisi kongresi.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 28

11 Ağustos 1936'da Olimpiyat Oyunları'da Jesse Owens uzun atlama ödülü madalya töreninde selam duruyor. Bu yarışmada ikinci olan Lutz Long'u, Japon Naoto Tajima takip etmişti. Jesse Owens ilk defa bir Olimpiyat Oyunları süresinde, 100mt ve 200mt, uzun atlama ve 400 mt bayrak yarışlarında altın madalya kazanarak, 4 altın madalya kazanmış ilk sporcu olmuştu.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 29
30 Nisan 1930 günü Buecherverbrennung'da Nazi Gençlik örgütü, kitap yakma eylemi için Salzburg'da buluşmuşlardı. Kamusal olarak Alman olmayan ya da Yahudi ve Marxist kitap yakma eylemleri sıradan olaylar olmuşlardı.
2. dünya savaşı'na adım adım Resim 30

10 Kasım 1938'de, Kristallnacht olarak bilinen gecede, Anti-Yahudi gösterilere bağlı olarak, Yahudilere ait dükkanların camları kırılmıştı. Nazi otoritelerinin görmezden geldiği olaylarda SA Fırtına Birlikleri ve sivillerin dükkan vitrinlerine çekiçlerle saldırmaları sonucu olarak, yollar kırık cam parçalarıyla kaplanmıştı. Çıkan olaylar sonucu 91 Yahudi ölürken, 30 bin Yahudi toplama kamplarına götürülmüştü.
Kaynak:
The Atlantic

Wednesday, August 21, 2013

geçmişten üç tekerlekliler modası

geçmişten üç tekerlekliler modası Resim 0

Dev bir üç tekerlekli


geçmişten üç tekerlekliler modası Resim 1

Aynı 3 Tekerlekli aracın Kanada'da 1898 yılından bir fotoğrafı..


geçmişten üç tekerlekliler modası Resim 2

8 kişinin pedal çevirdiği bir üç tekerlekli araç...( resimde sadece 7'si gözüküyor)


geçmişten üç tekerlekliler modası Resim 3

Polisler için üç tekerlekli bir araç. Ortadaki bölüm suçlular için ayrılmış.


geçmişten üç tekerlekliler modası Resim 4

1884 yılında 2 kişilik bir üç tekerlekli araç.


geçmişten üç tekerlekliler modası Resim 5

Yerlere yazı yazılabilen bir aracın resmi.


geçmişten üç tekerlekliler modası Resim 6

Fazla söze gerek yok...

Kaynak:
The Museum of RetroTechnology

Tuesday, August 20, 2013

Kanıt Yok Karar Belli: Gülsüm Özgür Değilse Hepimiz Tutsağız!

G ülsüm Koç, hakkında gizli tanık ifadesi dışında hiçbir kanıt olmamasına rağmen ömür boyu hapis cezasına çarptırılan 20 yaşında bir kadın. Gülsüm, 15 Mayıs 2011 tarihinde Bingöl’de bir polis aracına yapılan saldırıyla suçlandı ve aynı günün gecesinde gizli tanık ifadesiyle gözaltına alındı. Gizli tanığın verdiği ifadenin ardından, tanığa teşhis için dört kadının resmi gösterildi. Gizli tanık, BDP’li İdris Baluken’in seçim bürosu önünde çekilen resimlerin arasından Gülsüm Koç’u teşhis etti. Bundan 45 dakika sonra Gülsüm’ün evine baskın yapıldı. Evde olmaması üzerine annesinden Gülsüm’ün nerede olduğunu öğrenen polis, bir akrabasının evinde, arkadaşıyla ders çalışan 18 yaşındaki Gülsüm’ü gözaltına aldı.
Gizli tanık ifadesine göre gözaltına alınan Gülsüm, Terörle Mücadele Şubesi’ne götürüldü.
Parmak izleri alındı.
Elinde barut izine rastlanmadı.
Evde yapılan aramada bir silah bulunamadı.
Dava dosyasında gizli tanık ifadesi dışında bir de polis tutanağı yer alıyor. Bu tutanakta polis, hazırlanan dava dosyasına saldırının olduğu gece Gülsüm’ün görüldüğüne dair bir tutanak sunuyor, fakat bu tutanağın düzenlendiği saat ilginç bir şekilde gizli tanık ifadesinden önceki bir saate rastlıyor…
Bunlara dayanarak, Gülsüm’e “Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak”, “Adam öldürmeye teşebbüs”, “Kamu malına zarar vermek”, “Ateşli silahlar kanununa muhalefet etmek” suçlarından dolayı ağırlaştırılmış müebbet istendi.

Mahkeme sanığın iyi halini göz önünde bulundurarak, cezasını müebbet hapse çevirdi. Ayrıca Gülsüm Koç’un “Kamu görevi nedeniyle öldürmeye teşebbüs” ve “Kamu malına zarar verme” suçlarından da toplam 26 yıl 8 ay hapisle cezalandırılmasına hükmetti.
Durum böyleyken Gülsüm’e silahtan beraat, saldırıdan müebbet verildi.
Devlet tarafından fişlenmenin açıkça yaşandığı bu davanın başından sonuna kadar ispatlanan tek gerçek ise, devletin adaletsizliği oldu.

Monday, August 19, 2013

Anarşist Sözler



Yıkıcı dürtü yaratıcı bir dürtüdür.
Michail Bakunin

Mülkiyet hırsızlıktır!
Proudhon

Kimsenin bir diğerini baskı altına almasının imkansız hale gelmesini mi hedefliyorsun? Öyleyse, kimsenin iktidara sahip olmamasını sağlaman gerekir.
Michail Bakunin
Sizi tanımıyorum! Sizin yasalarınızı, nizamınızı, kuvvete dayanan yetkinizi tanımıyorum! Bu yüzden asın beni!
Louis Lingg (1870-1887)
Devlet, bir sürünün, benzer bir biçimde örgütlenen diğer bir sürüye karşı, saldırmaya veya savunmaya yönelik harekete geçmek üzere örgütlenmesidir.

Randolph Bourne

Bizler sosyalizm olmadan özgürlüğün ayrıcalık ve adaletsizlik olduğuna, ve özgürlük olmadan sosyalizmin kölelik ve şiddet olduğuna inanıyoruz.

Michail Bakunin

Güçlü bir halk lidere ihtiyaç duymaz.
Emiliano Zapata

Her emir özgürlüğün suratında patlayan bir tokattır!
Michail Bakunin

Devlet en iyi şekliyle bile kötü bir organizasyon olduğundan mümkün olduğu kadar en az devlete sahip olmalıyız.
William Godwin
Bizler ne hayal aleminde yaşıyoruz, ne de insanları olduklarından daha iyi hayal ediyoruz, onları oldukları gibi görüyoruz. Bu nedenle insanların en iyisinin bile otoritenin uygulamalarıyla özde kötü kılındığını ileri sürüyoruz. İnsanın insanı yönetmesinden bu nedenle nefret ediyoruz.
Pyotr Alexeyevich Kropotkin
Şu anda yapmakta olduğumuzun dışındaki herşey önemsizdir.
Tolstoy
Yasalar adalet duygusunu geliştirmemiştir, onu mahvetmiştir.
Kropotkin
Demokrasi çoğunlukların diktatörlüğüdür.
Proudhon

Memur beni kanun adına tutukladı, ben onu özgürlük adına tokatladım.

Clement Duval , mahkeme karşısında, 1886

Tanrı örnek bir diktatördür. Adem ile Havva’yı yaratır yaratmaz bir ceza yasası çıkardı: idrak etme ağacından yemeyeceksiniz. O zamandan bu yana hiçbir diktatör olmamıştır ki bu buyruğu vermemiş olsun.
Most
Bir kez yasa çıkarmaya başlayan bunu kolay kolay durduramaz artık.
Godwin
Bütün hayvan topluluklarında dayanışma duygusu var olma savaşından çok daha önemli bir doğa yasasıdır.
Kropotkin
Bir insan ne kadar çok şeye inanırsa o kadar az şey bilir. Ne kadar az şey bilirse o kadar aptal olur. Ne kadar aptalsa o kadar kolay yönetilebilir.
Most
“Herşeye kadir” olandan birşeyler istenmekte, eskiden bu Tanrı idi, günümüzde Devlet.

Kropotkin

İşçileri işi bırakmaya değil, kendi hesaplarına devam etmeye çağırmalıyız.
Malatesta

Başka insanların el veya ayaklarını sakatlayanlara cani denir. Ya beyni yok edenlere ne demeli?

Most

En radikal devrimciyi alın ve onu bütün rusların tahtına oturtun ve bir yıl bile geçmeden o çar’dan da beter olacaktır.

Bakunin

 Devrimler tutkunun eseridir, mantığın değil.

Godwin

“Gerçek” bir teori değildir, bir eylemdir, hayatın kendisidir.
Bakunin
Biz ki caniyiz! Herkes için ekmek, iş ve her türlü bağımsızlık ve adaleti istiyoruz.
Kropotkin
Hükümetin bir koşulu hiyerarşi olduğuna göre demokrasi deli saçmasıdır.
Proudhon
Biz anarşistler bizi çevreleyen ön yargılar ormanına baltayı vuruyoruz.
Kropotkin
Koşullar ile uzlaşmak istemiyoruz.
Kropotkin

Friday, August 16, 2013

MODERN KİMLİK VE KÜLTÜREL TRANSFORMASYON BAĞLAMINDA, İSTANBUL’DA ERKEN DÖNEM FOTOĞRAFI

Uluslararası Hrant Dink Vakfı'nın 12-13 Haziran 2010 tarihlerinde Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsünde organize etmiş olduğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye'de Kültürel Etkileşimler Sempozyumu'nda yapmış olduğum "Modern Kimlik ve Kültürel Transformasyon Bağlamında, İstanbul'da Erken Dönem Fotoğrafı" başlıklı konuşmamın tam metnidir;


MODERN KİMLİK VE KÜLTÜREL TRANSFORMASYON BAĞLAMINDA, İSTANBUL’DA ERKEN DÖNEM FOTOĞRAFI / Tayfun Serttaş

Merhabalar. Ardı ardına tiyatro konuşmalarını dinlerken aklıma Roland Barthes’in bir uyarısı geldi. 21. Yüzyılın en önemli göstergebilimcilerinden Roland Barthes, fotoğrafın diğer sanat disiplinleriyle kurduğu ilişki üzerine düşünürken şöyle bir karşılaştırmaya başvurur; “bana kalırsa fotoğraf, sanata resimden çok tiyatro ile dokunur.” Bu ilişkiler ağı, benim konuşmamım da temel çerçevesini oluşturuyor aslında. Fotoğraf stüdyolardaki teatrel mizansenlerden, gündelik yaşam sosyolojisinin fotoğrafa yansıyan okumalarına uzanan bir konuşma yapacağım fakat buna başlarken geçen haftanın ağır gündeminde yaşananlardan bağımsız düşünmek istemiyorum. Türkiye’den Gazze’ye gitmek üzere yola çıkan yardım gemileri Aşot limanına çekildiğinde, gönüllülerin el konulan ilk “şeyleri” her zamanki gibi fotoğraflar oldu. Böyle durumlarda en alışık olduğumuz şeydir imajların silinmesi.

Olayın ardından İstanbul’a dönen -ilk gelenlerden birisi idi yanılmıyorsam- bir bayanın fotoğraf kamerasının belleğinde, hafıza kartı zaten alınmış ve tüm imajlar silinmişti fakat birkaç fotoğraf karesi çıktı. Bazı kameraların hafıza kartları dolduğunda kendi sınırlı belleklerinde fotoğraf çekmeye devam edebiliyorsunuz. Kameranın kendi belleğine kaydedilen bu imajlar, İsrailli askerlerin de biraz hırpalandığı fakat insanların bir taraftan da askerlere pansuman yaptığı fotoğraflardı. Olaya ilişkin son karelerdi anladığım kadarıyla. Akabinde fotoğraflar hızla Türkiye medyasıyla paylaşıldı; “istesek biz de onlara daha fazla zarar verebilirdik, vermedik! İşte görülüyor, yardım gönüllüleri İsrailli askerle o şartlarda dahi yardım etti” şeklinde... Anlaşılabilirdi. Ertesi sabah ise aynı fotoğraflar bu kez İsrail basınında manşetti: “Bizim aradığımız kanıtlar Türkiye’den çıktı! Gördüğünüz gibi onlar yardım gönüllüsü değil gerçekte teröristler! Askerlerimizin heryeri kan içerisinde, şu İsrailli askerin burnundan akan kanlara bakın! Askerlerimizi öldürmeye çalıştılar!” şeklinde... İsrail kamuoyu için, anlaşılmaya değerdi.

Fotoğrafın icadından beri daha teorik bir bağlamda tartışmakta olduğumuz şeyin ta kendisidir aslında bu polemik. Konu fotoğraf olduğunda, bazen aynı olaya dair aynı imaj üzerinde dahi bir konsensüs sağlamak imkansızdır. O nedenle ki, fotoğrafın tüm rasyonellik iddialarına rağmen ona yalaşırken her koşulda kompleks düşünmemiz gerekiyor. Bir imaja nereden baktığınız, kim olarak baktığınız, hangi tarihsel period içerisinden baktığınız, kendi kimliğinizle o imajda temsil edilen kimlik arasında sürekli olarak dönüşme potansiyeli bulunan bir anlamlar bütünü yaratır. Bu bütün, aynı fotoğraf üzerinde dahi farklı deneyimler kurgulanmasının temel sebebidir. Günümüzde birçok fotoğraf, tüm diğer sanat yapıtlarından farklı olarak, yalnızca yeterince eski oldukları için müzedeler. Onları müze objesi haline getiren şey, fotografik olarak temsil ettiklerinden ziyade, o temsilin zamansal olarak edindiği değerdir. Susan Sontag, “çekildiği dönem yalnızca konusundan dolayı ilgi uyandıran bir 19. yüzyıl fotoğrafı, bugün daha çok 19. yüzyılda çekilmiş olduğu için ilgi uyandırır” derken, fotoğrafın zaman içerisinde edindiği yeni fonksiyonun altını çizmektedir. Günümüzde, soykırım müzeleri başta olmak üzere bütün hafıza müzeleri fotoğraflar aracılığı ile kurgulanmakta. Fotoğrafın çoğu kez bilinçli - bilinçsiz olarak edindiği bu belgeleyici değer, özellikle onun zaman ile kurduğu ilişki içerisinde ayrı bir belirleyicilik arz etmiştir.

İsrail ve Türkiye medyası arasında o foroğraf krizi yaşanırken, aklıma aslında tarihte de bu işin hiç farklı olmadığı geldi. 1915’te o sonu olmayan yürüyüşe çıkan kafileleri iki grubun izlemesi yasaktı örneğin; fotoğrafçılar ve misyonerler! Misyonerler güvenilmez insanlardı. Çünkü gittikleri ülkelerde olayın tanıkları olabilirlerdi. Mubirlik yapma potansiyelleri çok yüksekti. Fotoğrafçılar kafilelere kesinlikle yaklaştırılmadılar. Çünkü o fotoğrafların 50 yıl ya da bir asır sonra ne anlam ifade edebileceği aslında öngörülüyordu ve böylesi bir risk alınmazdı. İstanbul’da ilk yerli fotoğraf stüdyosunun 1850 yılında Vasilaki Kargopoulo tarafından kurulduğunu baz alırsak, 1915 tarihinde fotoğraf, Anadolu’da yalnızca vilayet merkezlerine değil, özellikle Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı beldelere kadar tüm yerleşim birimlerine girmişti. Kaba bir tarifle, bu tarihte taşrada fotoğraf teknolojisi mevcuttu. Bugün üzerinde çok daha açık olarak konuşabildiğimiz 1915’e dair elimizde topu topu 50-60 kare tutarlı fotoğrafın olması, teknik yetersizliğe değil, bu stratejik yasağa dayanmaktadır. Farkında iseniz elde kalan bu foroğraflar da, ya olayın çok öncesine ya da sonrasına aittir. Kaçak, uzaktan, hızla, geniş açılardan çekilmiş panaromik fotoğraflardır. Bir evin penceresinden gizlice çekilen Harput fotoğrafı buna iyi bir örnektir. Bir diğer grup ise cesetlere aittir ve bunların çoğu eski cesetlerdir. Yani çok belli ki olaydan günler, haftalar sonra oraya ulaşılabilmiş ve belgelenmiştir. 1915’te yaşananlar, hiçbir zaman gerçek anlamda fotografik olarak kaydedilemedi. Bugün hepimiz biliyoruz ki, sürece dair yalnızca iki üç makara filmin tanıklığı herşeyi değişitirebilirdi. Bu, günümüzde de uygulanmakta olan imaj politikalarının tarihteki en özel örneklerinden birisidir kanımca.

1915’den biraz daha şanslı bir süreç olarak 6-7 Eylül pogromu birçok fotoğraf karesine yansıdı. Olay kentin orta yerinde gerçekleşiyordu ve fotoğraflanmasını engelleyebilmek neredeyse imkansızdı. Ayrıca bu tarihte fotoğraf kameraları çok daha kolay hareket edebilir ergonomik formlar kazanmıştı. Ancak o deneyimde dahi, asıl fotoğraf arşivini elinde bulunduran 6-7 Eylül mahkemesi baş savcısı Fahri Çoker, tüm arşivi, ancak ölümünden sonra yayınlanması kaydı ile Toplumsal Tarih Vakfı’na bağışladı. Arşiv, Fahri Çoker’in vasiyetine uyularak onun ölümünün ardından ve olayın gerçekleşmesinden tam elli yıl sonra kamu ile paylaşılabildi. Fotoğraflar kamuya açıldığında gördük ki, evet, herkesin yüzü apaçık ortadaydı! Aslında bunlar beklenenden çok daha çarpıcı fotoğraflardı. Bu fotoğrafların o gün ya da bundan 20 - 30 sene öncesinde yayınlanması demek, o fotoğraflarda aramızda olan bir çok kişinin aynı anda deşifre edilmesi anlamına gelecekti. Anlıyoruz ki, başsavcı göze alınamayacak bir tehdit altındaydı. Fotoğraf sadece temsil ettiği ile değil, temsil ettiği durumun kendisi ile de kritik bir ilişki içerisinde oldu her zaman. Böylesi bir kritik alanı, hele ki azınlıklar gibi bir konu üzerinden düşündüğümüzde ve yeniden kurgulamaya çalıştığımızda, üzerinde durmamız gereken birçok başlık var aslında.

Modern kimlik ve kültürel transformasyon dediğimiz anda karşımıza çıkan sorunlardan ilki; modern kimliğin relatifliğine ilişkindir. Bir kimlik modelinin taşıyıcısı olarak “modern birey” aslında verili bir kimliğin temsilcisi değildir. Yani bizim etnik, dinsel, kültürel ya da cinsel kimliklerimizin yanında, prospektüsü olmayan belirsiz bir kimlik alanı yaratır modernizm. Kimin kime oranla daha modern olduğu ya da modern kimliğin ne olduğunun kriterleri her gün değişmekle birlikte, en basit tanımıyla modern kimlik; Avrupalı seçkin toplulukların kendilerini “modern” olarak tanımlamalarından kısa bir süre sonra, dünyanın geriye kalan büyük bir bölümünün gerçekte modern olmadığının tanımlanmasıyla başlar. Bu hali ile modernizm, kesinlikle tabandan gelen bir talep olarak düşünülmemelidir. Modern kimlik, ortaya atıldığı ilk günden itibaren aslında kendisini “modern olmayanlar” üzerinden tanımlayan ve kendisine ötekiler yaratmak üzerine kurulu ikircikli bir strateji izlemiştir. Bundan sonraki aşama, “biz modern olmayanların” tümü açısından, kah umutlu, kah umutsuz bir eklemlenme çabasından ibarettir...

Özellikle modernizmin ilk - erken - evresinde İstanbul azınlıklarının nasıl bir kültürel misyon üstlendikleri başlı başına birçok araştırmanın konusu varsayılabilir. Toplumsal ve hukuki olarak Osmanlı ülkesine, geleneksel ve dinsel olarak Avrupa’ya yakınlığı bulunan İstanbul azınlıkları, bu süreçte adeta kültürel bir köprü kurarak modernizmin erken dönemdeki en önemli temsilcileri olmuşlardır. Uzunca yıllar Avrupa ile çok daha rahat ilişkiler geliştirebilen yerli azınlıkların modernizmin erken evresindeki misyonu üzerine çok sık konuştuk. O nedenle bu başlığı ayrıca açmak istemiyorum. Ancak tiyatro dediğimiz, fotoğraf dediğimiz, sinema dediğimiz, resim dediğimiz, mimari dediğimiz tüm bu alanların aslında tam da adına “modernizm” dediğimiz meselenin içerisinde okunması gerektiğini hatırlatmakta fayda var. 18. yüzyıla değin yaşadıkları coğrafya içerisinde sınırlandırılmış ticaretten ya da zanaatten başka alternatifi bulunmayan azınlıklar açısından, modernizmin ne gibi fırsatlar yaratma potansiyeli olduğunu tezahür etmek zor değil. Modernizm olgusu, özellikle İslam içerisindeki Hıristiyan azınlıklar için 18. yüzyıldan sonra bir tür sınıf atlama aracı olarak düşünülebilir. Birçok aile bu tarihlerden itibaren sınırlı ve zorunlu iş alanlarından kurtularak çok daha geniş bir alanda faaliyet göstermeye başlamıştır. En basit tanımıyla bu evre, özellikle İstanbul azınlıkları açısından bir tür kurtuluş süreci olarak karşılanır ve böyle anlaşılır. 1. Tanzimat Fermanı sonrasında Osmanlı azınlıklarının geçirdiği ferahlama evreleri bu sürecin somut kanıtı olarak örneklenebilir.

Diğer yandan, modernizm tarihini düşünürken iki büyük dünya savaşını, yanlızca Türkiye’de değil, tüm dünyada azınlıkların görüp geçirdiği en büyük soykırımları, diğer taraftan hala telafisi bulunamayan sayısız çevre felaketini ve tabii ki aslında ötekinin sürekli yeniden inşa edildiği bir tarihi düşünmek gerekiyor. Bu tarihin içerisinden sadece Türkiye lokalinde değil, birçok yerde çok benzer şeyler olduğunu göz önüne aldığımızda, aslında Osmanlı azınlıklarının erken dönemde tutku ile umut bağladıkları modernizmin sonraki evrelerde ne gibi blançolar ortaya koyabileceği kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Buradan İstanbul’a dönecek olursak; modernizm ve fotoğraf olgularını İstanbul bağlamında düşünürken karşımıza çıkan ilk ve en belirleyici etkinin oryantalizm olduğunu görürüz. Oryantalizm, yalnızca Batı tarafından inşa edilmiş ve Batı üzerinden Doğu’nun sırtına yüklenmiş bir algılama biçimi değildi. Bu olgu, Batı modernizminin biçimlendiği yıllarda en belirleyici örneklerini veren temsillerden yanlızca bir tanesiydi. Modernizm, daha çok modern olmayanı betimlemek üzerinden birçok bölge’de farklı stratejilerde kurgulandı. Sürecin, Doğu’ya atfedilen ayağı oldu diyebiliriz oryantalizm. “Modern olanın” kim olduğunun çok daha keskin hatlarla çizildiği bir yüzyılın koşullarında, aynı zamanda bir yabancılaştırma aracı olarak oryantalizm, Osmanlı topraklarında olağanüstü bir fonksiyon edinmiştir. Bu nedenle, kendi coğrafyamız üzerine düşünürken oryantalizmi en az modernizm kadar egemen bir paralel yaklaşım olarak değerlendirmek zorundayız. Fakat bu dönemde başvurulan yöntemleri izlediğimizde anlıyoruz ki, oryantalizm sadece dışarıdan gelen bir egemen görüş değil, aynı zamanda dışarıya karşı içeriden üretilen bir mekanizma olarakta kendisini gösteriyor. Bu danışıklı dövüş aslında bugünün koşulları içerisinde de pek farklı değil. “Egzotizm – oryantalizm” gibi önyargılar her daim Batı’dan bize doğru gelecekmiş endişesi yaratsa da, bir noktadan sonra izliyoruz ki, bizlerde burada İstanbul’u, “İstanbul Belediyesi” olarak temsil ettiğimizde de kendi kimliğimiz adına çok farklı şeyler kurgulamıyoruz. Bu tütsülü pazarlama mantığı, geçmişi yüzyılları bulan yerleşik bir sakat anlayışın günümüzdeki uzantısı olarak düşünülebilir. Bizler hatta delelerimiz dahi gerçekte böyle yaşamıyor, böyle giyinmiyor, her gece dansöz izlemiyor, akşamları evimizde nargile içmiyor ya da sürekli şiş kebap yemiyoruz. Fakat hala bu kriterler içerisinde temsil edildiğimizde, dünyanın büyük bölümüne karşı bizler adına öngörülmüş bir vitrinde ilgi toplayabiliyoruz. Bundan 150 sene önce de, durumun pek farklı olduğunu söyleyemeyiz... Bu açıdan biraz da eldeki örnekler üzerinden konuşmanın faydalı olacağını düşünüyorum.


Abdullah Biraderler’in bu iki örneğinde belirleyici olan şey, kadın bedeninin henüz tam olarak fotoğraf kadrajına girememiş olmasıdır. Burada gördüğünüz her iki karede de Doğulu kadının temsili, fotografik olarak transseksüel olan erkekler tarafından verilmektedir. Yüzyılın başına ait birçok fotoğraf karesinde Müslüman kadın kimliği, erkek bedeni üzerinden taklid edilmek suretiyle betimlenmiştir. Burada temsil edilen kadın, Batılının hayallerinde canlandırdığı egzotik beklentiye cevap vermek üzere kurgulanır. Bu fotoğraflar 19. yüzyıldan itibaren souvenir olarak Avrupa pazarında büyük bir ilgi ve merak uyandırırlar. Müslüman kadınların gerçekte fotografik olarak temsil edilebilmeleri ise bu fotoğraflardan ancak bir asır kadar sonra gerçekleşmeye başlayacaktır. Bu kurgulardaki Müslüman kadın mizanseninin destekleyici unsurlarını belirleyen araç gereçler, mimari elemanlar, etrafa saçılmış yastıklar, nargileler, küçük egzotik ağaçlar, bazen Kuran rahleleri, çiçekler ve arka fonlarda yaratılan Doğu’ya özgü topografyalar oryantalist fotoğrafın karakterini betimleyen ikonografiyi meydana getirir. Batı’nın hayallerini destekleyici nitelikte oluşturulan bu ikonografi, uzunca yıllar koleksiyonerlerin gözdesi olmuştur. Bu erken deneyim, alanın da satanın da aynı yalana lades dediği bir oyun gibi düşünülebilir. Kadının fotoğrafa yavaş yavaş girmeye başlayabildiği dönemde dahi, durum bundan pek farklı olmamıştır.

Oryantalizm üzerinde özellikle durmak istiyorum çünkü özellikle bu aşamada azınlıkların çift taraflı fonksiyonlarından bahsetmek mümkün. Bir tarafta dönemin yerli azınlık fotoğrafçıları tarafından bu fotoğraflar yaratılırken, diğer yanda cemaatin temsili için Avrupalı klasiklerle birebir örtüşen anlayışta bambaşka fotoğraflar çekilmektedir. Sonuç, bundan ibaret değil ancak birbirine zıt bu iki ikonografinin üretildiği bir 70 yıllık erken periyottan bahsetmek zorundayız. Bu period, aslında “içerideki yabancı” olarak azınlıklık kimiliğinin her iki yönüyle fotografik temsillere yön verdiği dönemi içermesi açısından çok belirleyicidir.


Kadınların fotoğraf kadrajına girmeyi başardığı bir diğer örnekte ise en az kadınlaşan erkeklerin temsillerinde olduğu kadar ciddi bir yeni illüzyonun söz konusu olduğunu gözlemlemek mümkün. Bu fotoğraflarda yer alan “Müslüman kadınların” İstanbullu dahi olmadıkları açık seçik ortadadır. Bu kez kadın oldukları doğru, fakat kendilerine atfedilen Müslüman kimliği kesinlikle sorunludur. Bir önceki örnekte olduğu gibi bunlarda Avrupa pazarına “İstanbullu Müslüman kadın” temsilleri olarak satılmakta ve büyük ilgi görmektedir. Yerel fotoğraf tarihiçilerinin birçoğuna göre bu fotoğraflarda yer alan bireylerin tümü dönemin Beyoğlu genelevlerinden kiralanmış yabancı uyruklu kadınlardır. Bazı İstanbullu fotoğrafçıların stüdyo defterlerinde ve anı notlarında bu kadınların hangi yollarla temin edildiği ayrıca yazılmaktadır. Çalışma saatine ödenen para karşılığında tutulan bu mankenlerin temsil ettikleri durumla kendileri arasında hiçbir zaman rasyonel bir ilişki olmadığını biliyoruz.

İnci Eviner, “Hiçbir Yer - Gövde - Burası” isimli çalışmasının abstrektinde, Edwin Locke’un oryantalizm külliyatının en iyi yapıtlarından olan “Babil Köle Pazarı” isimli tablosundan yola çıkarak, Doğulu kadın bedeninin fotoğrafa değin kullanılan aciz konumunu şöyle yorumlar: “Oryantalist imajlardaki şu cariyelerin sıralanışlarına bir bakın! Kızların gövdeleri, tüm bir Batı ikonografisi ve fotografik bakışın sömürgeleştirici ağırlığı altında kıvranıyorlar. Orada hazır bekleyenlerin sergiledikleri şey, sakat bedenlerdir!” Kadınların yatay poz vermeleri Doğuya ve oryantalizme özgü bir şeydi. Yatay pozisyondaki bu temsiller kesin olarak iki şeye karşılık geliyordu. “Ben sana karşı bir dikey duruş pozisyonunda değilim, senin dikey iktidarın önünde bedensel olarak yere seriliyorum ve istediğin an benim üzerimde kendi iradeni kurabilirsin. Kısacası; üzerime çıkabilirsin!” Oryantalizm döneminde metalaşmanın doruk noktasını yaşayan Doğulu kadın bedenlerinin bu yatay temsili, Batılı erkeğin bu kadınlar üzerindeki sayısız cinsel fantezisinin tatmin edilmesi anlamına geliyordu. Yüzyıla yakın bir süre boyunca bu fotoğraf karelerinde yerlerde sürünen kadınlar, aynı zamanda kendilerine biçilmiş cinsel bir ikonografinin betimlenmesine hizmet ettiler. Aynı afrodizyak etkinin bugün de farklı farklı temsillerde devam ettiğini konuşabiliriz, İstanbul’da ya da daha Doğuda...


Erken dönem kimlik temsillerinin fotografik belleğine biraz daha rasyonel yaklaştığımızda, karşımıza çıkan en büyük hadiselerden birisi 1873 Viyana Sergisidir. Bu sergi, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’da katıldığı ilk fotoğraf sergisi olmakla birlikte, 373 sayfalık sergi albümü ile Osmanlı coğrafyası içerisindeki çok kimlikli yapının günümüze ulaşan en önemli envanterlerinden birisini meydana getirmektedir. “Les Costumes populaires de la Turquie en 1873” - o günün çevirisiyle “Elbise-i Osmaniyye” - Osman Hamdi Bey ve Marie de Launay tarafından Fransızca hazırlanır. Bu önemli eser, önemin Osmanlı coğrafyasında yaşayan her kesimden insanın kıyafetlerini tanıtmayı hedefler. Tümü Pascal Sebah stüdyolarında gerçekleşen çekimler iki senelik yoğun bir çalışma dönemine yayılır.

Burada sizlerle paylaştığım iki örnek, - her ikisini de popülaritelerinden dolayı çok yakından tanıdığınızı düşünerek yer verdim - tüm diğer temsillerde olduğu gibi teatral mizansenlerdir. Elinde İncil tutarak poz veren Ermeni din adamı, gerçek bir Ermeni din adamı olmadığı gibi, fotoğraflarda yer alan kadınlar ve tüm diğer bireyler benzer bir fonksiyon üstlenen mankenlerdir. Bu sergi için Osman Hamdi Bey’de dahil olmak üzere dönemin birçok tanınan ismi çeşitli kostümlerle poz vermiştir. Ülkenin çeşitli yerlerinden toplanarak saraya getirilen kostümler, padişahın desteğiyle Viyana’da sergilenmek üzere Sebah stüdyolarında adeta yeniden ete kemiğe büründürülür. Günümüz anlayışı üzerinden her ne kadar karikatürize görünse de, gerçekleştiği dönem açısından hayli ilgi uyandıran Viyana Sergisi, Osmanlı “çok kültürlülüğünün” tanınması açısından yüzyılın en kült imgelerini meydana getirir. Aynı zamanda kimlik olgusunun doğrudan fotografik yöntemlerle betimlendiği ilk koleksiyon olması açısından özel bir anlam ifade eder.

Ve tabii tüm bu üretimlerin meydana geldiği esnada, bir diğer yanda gerçek siviller vardı. Fotoğrafın kimlikle olan ilişkisi tüm diğer sanatsal temsillerden farklı olarak, aslında “rasyonel” olarak, çok keskin bir ilişkidir. Çünkü fotoğraf, onun orada olduğunu betimlediği kadar, sizin kim olduğunuzu betimleyen bir araçtır. Bu açıdan, her bir fotoğraf karesi kendiliğinden belgeleyici bir misyon edinir. Konuşmamda “fotoğraf sanatından” bahsetmektense, özellikle stüdyolardan bahsetmeyi tercih ettim. Çünkü stüdyolar, yüksek sanat dediğimiz ya da fotoğraf sanatı dediğimiz şeyle gündelik yaşam dediğimiz alan arasında çok geçirgen bir noktada dururlar. Bir taraftan sanata öykünürken, diğer taraftan gündelik yaşamın hayli fonksiyonel gereksinimlerini yerine getirirler. Bu açıdan, kendi adıma fotoğraf stüdyolarını emsalsiz buluyorum ve özellikle bahsini ettiğimiz dönem için bu mekanlardan daha çarpıcı bir temsiliyet alanı olduğunu düşünmüyorum.

Fotoğraf stüdyoları, toplumun tümü için kurgulanmış demokratik alanlardır. Herhangi bir seçicilikleri yoktur. Abdullah Biraderlerin bir portföylerini görmüştüm. Bugünün parasıyla ortalama 30 dolar gibi bir meblağ karşılığında kendinize hayli şık bir gabinet fotoğraf çektirebiliyorsunuz. Dönemin portre ressamlarının fiyatları ile karşılaştıralamayacak kadar uygun bir tarife bu. Bunun için çok fazla zengin olmanıza gerek yok. Evet, belki yine belirli bir kesim orada temsil edilen ama yine de salt sanat ve fotoğraf sanatı bazlı bir okumadan daha geniş ve kapsayıcı bir envanter yarattığını düşünüyorum. Fotoğraf stüdyosu zaten hergün gidilen bir yer değil. Orta sınıf bir aile dahi, en azından senede bir kare olsun fotoğraf çektirebiliyor kendisine. Fakir bir aile, belki üç senede bir çektiriyor ancak eninde sonunda çektiriyor. Bu, dönemin şartlarını göz önünde bulundurduğumuzda devrim demek. Çünkü o güne kadar ressamlarla iş yapan bir seçkinler sınıfı dışında kimsenin temsil edilmediği bir tarihsel arka plan söz konusu. Bu bağlamda, demokratik bir aygıt olma fonksiyonunu, fotoğrafın yarattığı en büyük mucizelerden birisi sayabiliriz.


Fotoğraf teknolojisi ortaya atıldığı ilk andan itibaren sosyal bir tartışma olarak iş görmeye başlar. İlk denemelerde gerçekleşen çekimler her ne kadar durağan nesneler ve manzaralara ait olsalarda, fotoğrafın fonksiyonelleşmeye başladığı andan itibaren biricik imgesi olmuştur insan. Fotoğraflar aracılığı ile kendilerimizi temsil ederken yaptığımız şey, aynı zamanda kendi konumlandığımız pozisyonları belgelemektir aslında. Her ikisi de Beyoğlu’nda gerçekleşen bu iki örnekte, sağ tarafta Ermeni Katolik rahibeler, sol tarafta ise Karaköy’de olduğunu zannettiğim bir Musevi Okulunun kız öğrencileri görülüyor. Burada belgelenen şeyin, gerçekte bireyler mi, yoksa bireylerin üzerlerinde taşıdıkları dinsel kimlikler mi olduğu geniş bir tartışmanın konusu elbet. Bu fotoğraflar, Beyoğlu stüdyolarında gerçekleşen oryantalist mizansenlerden farklı olarak gerçek bireylerin poz verdiği örneklerdir. Bu mizansenler çekildiği dönem “hatıra fotoğrafı” olarak iş görmekle birlikte, fotoğraflarda yer alan bireylerin sergiledikleri dinsel ikonografi günümüzde kolaylıkla bir önceki yüzyılın dinsel çeşitliliğini betimlemesi amacıyla kullanılabilir. Bugün İstanbul’da Musevi okulları olmadığı gibi Ermeni Katolik rahibelerden söz etmekte imkansız. Bu erken dönem ilk sivil örneklerde bilinçli - bilinçsiz olarak ortaya koyulan şey, aslında kimin kim olduğunu belirlemekti.

Fotoğrafın ilk ortaya atıldığı dönem İstanbul’da yayınını Türkçe, Arapça, Fransızca, Rumca ve Ermenice olarak sürdüren Takvim-i Vekai gazetesinin 28 Ekim 1839 tarihli 186. sayısında bu yeni teknolojinin icadı şu biçimde duyuruluyordu:

Avrupa da yayınlanan bazı gazetelerden alınan haberin tercümesidir. Herkesin bildiği gibi, son yıllarda buharlı makineler fabrikalarda ray üzerinde gidebilir hale geldi. Bu sıralarda bir adam düşüncelerini dikkatle bir noktaya toplayıp kanalize etmiş ki, iş bir acayip sanata yönelmiş, sonunda cilveli bir ayna (satıh) ortaya çıkmış. Fransalı Daguerre adlı marifet sahibi öğrendiği değişik sanat fenninin usulleri ile güneş ışığını yankı yaptırıp, nesnelerin hatlarını çıkarmış ve bu acayip sanatın oluşmasına gizli ve açık olarak 20 senesini vermiştir. Nihayet sonuca gelmiş ve bu olay herkesin beğenisini kazanmıştır. Şöyle ki, cismin görüntüsü ışıktan arındırılmış büyük veya küçük kutu şeklinde olan aletin, önündeki camdan geçerek içeriye resmolunur. İçeri yansıyan resmin bir satıh üzerinde zaptolunması için bazı eczalar hazırlanması gerekir. Daguerre tecrübesine dayanarak bu karışımı başarmıştır. Bakır levhaya sürülen maddeye iyot ismi verilir. Bu levha iyodun buharına birkaç dakika tutulduktan sonra hemen karanlık kutuya konulur, beş dakika müddetle kutunun penceresinden geçen görüntü resimlenir. Bazı saklanması gereken şeylerin böyle zapt edildiği düşünülecek olursa, bunun ne kıymetli bir icat olduğu anlaşılacaktır. Ne gariptir ki, Daguerre’nin bu keşfi sırasında Talbot isimli bir İngiliz’de kendi diyarında güneş ışığını böyle kullanmıştır. Böyle ise de Daguerre’nin resim çekmesi daha önce gerçekleşmiştir”.
İstanbul’un fotoğrafı bu manşetle karşılamasının hemen ardından, bu sıradışı teknoloji büyük hızla gündelik yaşama girmeye başladı. 1840 yılında İngiliz William Churchill’in yabancı basından aktardığı yazılarla yayımına başlayan Ceride-i Havadis Gazetesinin 15 Ağustos 1841 tarihli 47. sayısı, bu kez Daguerre’nin ticari amaçla çoğalttığı makinelerin icadına şu ifadelerle yer vermekteydi:

“Ressamların kullandığı aletlere lüzum kalmadan ve düzgün bir bölümleme ile vakit kaybetmeden, bir yerin resim görüntüsünü almak için, Avrupa’da Daguerre dedikleri zat, bir alet icat edip bu alete Daguerre’nin basması manasına gelen, Daguerreotype adını vermiştir. Daha önce kitabının İstanbul’a gelip ve tercüme edilip basıldığı, ilgililer tarafından bilinmektedir. Bu Daguerreotype’i icat eden Mösyö Daguerre, bu defa da fotografya, yani ışık yazması işini bir aletle yapmaya başlamıştır. Çok kısa bir zamanda bu alet vasıtasıyla bir yerin veya bir ordunun resmi levha üzerinde tespit olunuyor. Eğer çekilen bir belde ise, bütün binalardan başka bağ ve bahçesinde olan ağaçların yaprakları dahi tek tek anlaşılıyor imiş. Eğer levhadaki bir ordu ise, adamlardan başka yüzlerindeki kıllar dahi seçiliyormuş”.

Fotoğrafın icadının dünyaya duyurulduğu 1839 senesinden itibaren Avrupalı seyyah ve gezgin fotoğrafçıların en çok ziyaret ettiği şehirlerden birisi olmuştur İstanbul. Bu açıdan kente dair ilk fotoğrafların, henüz İstanbul’da hiçbir fotoğraf teknolojisi yok iken Avrupalı gezginler tarafından üretilmeye başlandığını düşünebiliriz. İstanbul’da ilk yerli stüdyonun 1850 yılında Beyoğlu’nda Vasilaki Kargopoulo tarafından kurulduğunu baz alırsak, sadece 11 yıllık bir farkla fotoğraf teknolojisinin İstanbul’da yerleşik hale gelmesi çarpıcıdır. Fotoğrafın, Müslüman çoğunluğun yüksek olduğu bir ülkeye bu kadar hızlı giriş yapabilmesi büyük oranda İstanbul’da yaşayan azınlıkların kültürel etkileriyle kaydedilen bir gelişmedir.

1850 tarihinde Osmanlı Devletinde Vasilaki Kargopoulo tarafından ilk fotoğraf stüdyosunun kurulmasının ardından, bir Müslüman tarafından ilk kez bir fotoğraf stüdyosunun açılması ancak 1910 yılında gerçekleşebilmiştir. Benim bu konuşmada “erken period” olarak tanımladığım 60 senelik bir farkla Müslüman toplumun fotoğraf ihtiyacı gündeme gelir. Osmanlı dönemini kapsayan bu 60 senelik ön periyod boyunca yalnızca fotoğrafyan ve fotoğraflanan azınlıklardan bahsedebiliriz. Fotografinin tümüyle azınlıkların tekelinde olduğu ve tüm stüdyoların gayrimüslimlere ait olduğu bu erken period, temsil eden ve temsil edilen siviller açısından İstanbul’a dair çok özel bir görsel bellek yaratır. Başta bahsettiğim nedenlerle - sivillerin temsiliyetine yönelik olmadıkları için - bu dönemin ticari üretimleri olan oryantalist souvenir örnekleri dışarıda tutuyorum.

Bu erken dönemde yalnızca kültürel transformasyon olgusunun değil, öncelikle kültürün nasıl bir şey olduğunun tanımı da fotografik yöntemlerle ilk kez ortaya koyulur. O açıdan bu ilk evrede yer alan fotoğrafları, gelecek fotografik temsillerin biricik prototipleri olarak düşünebiliriz. Fotoğrafın neredeyse ülke topraklarındaki bütün vilayetlerde kullanılmaya başlandığı 1920’li yıllar da dahil Şeyhül İslamlık dairesi tarafından yayınlanan Ceride-i İlmiye’de fotoğraf kullanımı ile ilgili şöyle bir ikaza yer verilir;

- Zeyyid-i Müsliminin insan vesair ziruh olan hayvan suretlerini alaküllihal tasviri şer’an haram olur mu? (Bir Müslüman’ın insan veya hayvan resmi çizmesi veya çekmesi haram olur mu?)
Elcevap: Olur!

- Bu surette suver-i mezkurenin hane vesair mevazıda ittihazı tahrimen mekruh olur mu? (Böyle resimler yapılmış evlerin mülk edinilmesi de haram olur mu?)
Elcevap: Olur!


İstanbul’da ilk yerleşik stüdyo 1850. Bu fetvanın tarihi 1920. Osmanlı coğrafyasında bir Müslüman tarafından ilk fotoğrafhanenin açılmasının üzerinden 10 sene geçmiş. Ancak Cumhuriyet’in kurulacağı 1923 senesine kadar bu ve benzeri sayısız fetva ile karşılaşmak mümkün. Bu bilgileri yanyana sıraladığımızda, fotoğrafın gerçekte nasıl kritik bir tarihsel süreç içerisinde yapılandığı da kendiliğinden ortaya çıkıyor. İslam dinine dayalı kısıtlayıcı baskıların fotoğrafın üzerinden tümüyle kalkması ancak Cumhuriyetin kurulmasının ardından, kamusal alanda temsiliyet için fotoğrafın bir zorunluluk haline gelmesiyle mümkün olabilmiştir. Örneğin kimlik ve pasaportlarda fotoğraf kullanımı gibi zorunluluklar, İslam toplumunun fotografi ile arasında bir tür yumuşatıcı müzakere alanı olarak düşünülebilir. Cumhuriyet’in ilanına kadar süregiden ilk periyod, bu konuşmanın da tarihsel çerçevesini oluşturuyor.


Bu örnek, 1850’lerin sonunda çekimi Büyükada’da gerçekleşen bir fotoğraf albümünden. Fotoğrafın arkasına düşülen notta, “Ressam Mari Farra ve arkadaşları” yazıyor. Bu tip notlar sonraki dönemlerde genellikle fotoğrafların adı olarak kullanılır. Bu kişisel albümlere yaklaşırken birçok okumayı yan yana getirebilmek gerekiyor ki, tam da o fotoğraflardan talep ettiğimiz disiplinlerarası tartışmaları açabilelim. Günümüzde bu fotoğrafa bakan bir İstanbullu Levantenle bir modacının yaklaşımı ya da bir tarihçiyle bir gösterge bilimcinin arasındaki bakış açıları kuşkusuz farklı olacaktır. Bu prototipler, birçok açıdan okunmaya açıktır. Örneğin dikkat ederseniz burada da aynen oryantalist temsillerde olduğu gibi kadınlar yerde kümeleniyor. Kadınların bu poziysonu, Avrupa’daki stüdyo temsillerinden farklı olarak onların kurduğu mizanseni bir şekilde melezleştiriyor ve İstanbullulaştırıyor. Onlara bir coğrafya - orient havası -katıyor aslında. Bir Doğulu için oldukça Batılı fakat bir Batılı için hayli Doğulu algılanabilecek melez bir aura yaratır bu fotoğraflar. Kadınlar yerde olmakla birlikte - fotoğrafın adından anladığımız kadarıyla - arkadaşlık kurdukları erkeklerle aynı kadraj içerisinde poz veriyorlar. Bu diğer pozisyon, mizansenin Avrupalı yüzünü betimliyor. Sütun kullanımları ve yerlere kadar uzanan kadife perdeler bu fotoğrafların uzun yıllar olmazsa olmaz bileşenleri.


Bir diğer örnek 1913’ten, Sofia Papazoğlu. Yine Büyükada’da çekilmiş bir fotoğraf. O gün için sadece anı objesi olarak kurgulanan bu fotoğraflarda yapmaya çalıştıkları şey, bugün bizim fotografi olarak tanımladığımız alanın görsel prototiplerini oluşturmaktı. Çoğu aile albümlerinde yer almak üzere üretilen bu anı fotoğrafları, sonraki dönemlerde fotoğraf dediğimiz alanı okumak için sayısız veri sağlayacaktı bizlere. Bu her ne kadar stüdyo dışı bir örnek olsa da, Walter Benjamin “Fotoğrafın Kısa Tarihli” isimli çalışmasında dönemin benzer fotoğraf mizansenlerine şöyle atıfta bulunur:

“Böylesi portrelerin avadanlığı olan ayaklıklar, parmaklıklar ve küçültülmüş oval masalar ve o uzun süre poz verilen, dolayısıyla modelin kıpırtısız durabilmek için destek gereksindiği zamanları çağrıştırır. Başlangıçta birisi baş için yastık ya da diz için destek kullandıysa, diğer avadanlıklarda kısa zamanda buna paralel olarak ortaya çıkar. Hem ünlü tablolarda da bulunduklarına göre sanatsal olmalıydılar. Önceleri kolon ya da perdeydiler. 1860’lı yıllarda yetenekli kişiler bu anlamsızlığa karşı çıkmak gerektiğini duyumsadılar. Çağdaş bir İngiliz profesyonel fotoğraf dergisi şunları yazıyordu: “Yağlıboya tablolarda kullanılan kolon bir olabilirlik taşır ancak fotoğrafta kolon kullanımı tümüyle saçmadır! Çünkü genellikle bir halı üzerinde durur. Ancak mermer ya da taş kolonların temel yerine bir halıyı gereksinmediklerini inandırmamız gereken kimsenin kaldığını sanmıyoruz”.

Erken dönem fotoğraf stüdyoları, aslında fotoğrafın “aynı zamanda sanat” olarak üretilmeye çalışıldığı başlangıç periodunun mabedleridir. Fotoğrafın daha fazla “sanat” olarak üretilmeye başlanmasının ardından dışarıda bırakılan ve küçümsenen bu mekanlar, kısa sürede fotoğraf sanatı içerisinde dezavantajlı bir pozisyon edinir. Fakat, bir stüdyonun gerekli gördüğü mizanseni evinin bahçesine taşıyan Sofia Papazoğu örneğinde olduğu gibi, yüzyılın ilk çeyreğine kadar stüdyoların uygun gördüğü mizansenler yaratmak insanlar arasında bir tür gelenek halini almıştır. Bu açıdan fotoğrafın ilk ortaya çıktığı andan itibaren kendisine özgü bir “görsel kültür” yarattığından söz etmek gerekir. Erken dönem fotoğraf stüdyoları, aslında bugün bizlerin tam da sanat alanı içerisinde tartıştığımız bir kültür meselesinin gündelik hayatla buluştuğu yegane mekanlar olmaları açısından emsalsizdir.


Burada göstermekte olduğum fotoğraflara benzer örneklerin birçoğunu kolaylıkla kendi aile arşivlerinizde bulmanız mümkün. Örneğin ailenin en yaşlı ve genç bireylerinin bir arada fotoğraflanması halen devam eden bir gelenek. 1905 tarihli “Öjeni Alalemciyan ve müzisyen torunları; Hayk, Hermine, Anahid ve Nubar” ve 1895 tarihli “Zinovia Ballidis ve torunları; Nico ve Andonia” isimli anı fotoğrafları bu üretimlerin en tipik örneklerindendir. Yaşlı ve gençlerin bir arada fotoğraflanması, soyun devamlılığına vurguda bulunmak amacıyla günümüz kültüründe de yer verilen bir temsil biçimi. Bu fotoğraflarda yanlızca ailenin en yaşlı ve en genç bireyleri biraraya gelir. Bu bireyleri birbirine bağlayan ara kuşaklar yoktur. Yaşlı bireyler muhakkak oturur poziyonda durular ve etraflarını onların birer uzantısı olan genç kuşaklar çevreler. Nico ve Andonia kardeşlerde olduğu gibi bazen tüm genç kuşaklar tek tip kıyafet girerler, böylelikle aralrında bir tür özdeşlik ilişkisi kurarlar.


“Özdeşlik” olgusu, klasik fotoğraf stüdyolarından günümüze uzanan en çarpıcı mizansen kategorilerinden birisidir. Bu tip temsiller genellikle kız kardeşler ya da aynı eve gelin gitmiş olan kadınlar arasında gerçekleşse de, ben bu başlık üzerine çalışmayı çok sevdiğimden sayısız farklı biçimine tanık oldum. Geçmişe özgü geniş aile yapısı içerisinde kültürel olarak birbirine yakın yaş ve akrabalık pozisyonu içerisinde olan kadınlar arasında bir benzerlik yaratma çabası olduğunu biliriz. Örneğin bu kadınlara genellikle aynı renk ve desende kumaşlardan giysiler alınır. Kültür, bunu yakın yaş periyodunda olan kadınlar arasında kıskançlık olmaması üzerinden açıklar. Bu akrabalık çemberini torunlar, kuzenler, görümceler olarak genişletmemiz mümkün. Fotoğrafın icadi ile birlikte, geçmişi yüzyılları bulan bu kültürel olgu aynen fotoğraf karelerine yansımaya başlar. Böylelikle kendiliğinden, neredeyse birbiriyle ikiz gibi giyinmiş olan binlerce insanın fotografik temsiline dair bir külliyat meydana gelir. Özdeşler büyük oranda iki kişi olurlar, birbirleri ile eşit göz hizasında, yanyana poz verirler, çok benzer aksesuarlar ve giysiler kullanırlar ve neredeyse hepsi birbirleriyle tensel temasa girerler. “Vasiliki Uslucuoğlu ve arkadaşı” isimli fotoğrafın yanında yer alan aynı ailenin iki kız bireyinin özdeşleştirildiği kare bu mizansenlerin en tipik örneklerindendir. Tamamen kişisel arzularla çekilmiş olan bu fotoğraflar, ilerleyen yıllarda sosyal bilimler ve sanat tartışmalarına çokça konu olmuştur.


Erken dönem stüdyolarını, lojistik açıdan kolaylıkla günümüzün film platoları gibi düşünebiliriz. Beyazıt’da bulunan iki stüdyoyu saymazsak, İstanbul’da ardı ardına açılan ilk 30 civarında stüdyonun tümü Beyoğlu, hatta daha spesifik olarak İstiklal Caddesi üzerinde faaliyet gösteriyordu. Bu mekanların neredeyse tümü apartmanların çatı katlarında kurulmuştu. Henüz fotoğrafta suni ve yapay ışık kullanımı söz konusu olmadığı için, fotoğraf stüdyoları çok yüksek oranda gün ışığına gereksinim duyuyorlardı. Bazen normal tavan yüksekliğini aşacak boyutta büyük kadrajlı fotoğrafların kolaylıkla çekilmesi açısından da açık teras katlar erken dönem fotoğrafçıları için birçok olanak sağlıyordu. Bu mekanların içerisinde soyunma odalarından, kostüm kabinlerine ve bütün bu fotoğraflarda gördüğünüz dekorasyon objelerinin saklandığı depolara kadar birçok bölüm yer almaktadır. Bugünkü anlamda tanıdığımız fotoğraf stüdyolarından hayli farklı olarak; yapay taşlar, kayalar, sürekli değişen resimler, ölü hayvanlar, ağaç kökleri ve doğaya dair aklımıza gelebilecek sayısız materyal bu mekanlarda bulunduruluyordu. Henüz fotoğraf makineleri kolaylıkla taşınabilir ergonomik özellikler kazanmadığı için, dönemin yaratıcı fotoğrafçıları açısından en pratik yöntem doğayı fotoğraf stüdyosunun içerisine taşımak olmuştur. Örneklerde gördüğünüz kayık gezintisi mizansenleri, dönem stüdyolarının doğayı kurgulamadaki başarısı açısından çarpıcı örneklerdir. Bu ve benzer fotoğrafların tümü iç mekanlarda çekiliyor ve ardından el rotüşu ile film üzerinde deniz dalgaları yaratılıyordu.



Benim “idealize edilmiş çocuk bedenleri” olarak tanımladığım mizansenler erken dönem fotoğrafı içerisinde başlı başına bir kurgusal alan yaratmaktadır. Burada idealize edilen şey, gerçekte ailelerin kendi çocukları üzerindeki fantezilerinden ibarettir. Bizzat aileler tarafından çocuklarının bedenleri üzerinde yaratılan kimlik kurguları, bugünün kültüründe de sıkça rastlayabileceğimiz anlayışlardan bir tanesi. Eğer aile erkek çocuğunu ileride asker olarak görmek istiyorsa ya da onun erkeklik ile olan ilişkisini askerlik üzerinden tanımlıyorsa, beş altı yaşlarındaki oğluna kolaylıkla askeri kıyafetleri içerisinde bir fotoğraf çektirebilir. Benzer bir biçimde, kız çocuklar için üretilen küçücük gelinlikler günümüzde de fotoğrafa yansıyan çok tanıdık prototiplerdir. Bunlar büyük oranda toplum tarafından tasvip edilen temsillerdir. Örneğin, Balatlı Galimidi ailesi 1915 tarihinde evin en küçük bireyi Yeuda Leon Galimi’yi neredeyse kendisi büyüklüğünde bir kitap ile fotoğraflamayı tercih etmiştir. Ailenin çocuğunun geleceği adına öngördüğü eğitim talebi, kendisi büyüklüğünde bir kitabın yanında, çocuğun eline tutuşturulan daha küçük boyutta bir kitapla özdeşleşerek fotoğrafa yansımaktadır. Basit bir izleme yöntemi ile dahi bu fotoğrafların içerisindeki hiçbir kurgunun tesadüfi olmadığını ve her birinin apayrı kültürel uzantıları bulunduğunu öngörebiliriz. Özellikle toplumsal cinsiyet kodlarının kullanımı, çok erken yaşlardan itibaren çocuk fotoğraflarına yansıyan ikonografiyi belirler.


Post Mortem olarak tanımlanan ölüm sonrası portreler, inanç kültürünün fotoğrafa yansıması ile alakalıdır. Bu örnekler çok büyük oranda fotoğrafın tümüyle azınlıkların tekelinde olduğu ilk yetmiş senelik erken dönemde üretilmişlerdir. Bu üretim biçimini tamamen Hıristiyan kültüre ait bir geleneğin fotoğraf sonrası uzantısı olarak düşünebiliriz. Burada yer verdiğim, Garabet Çilingir efendiye ait olan 1896 tarihli portre ve diğeri Abdullah Biraderler tarafından 1885 tarihinde çekilen isimsiz örneklerin her ikisi de yaşlı bireylere aittir. Ancak İstanbul arşivlerde her yaştan post mortem portre bulunduğunu biliyoruz. Özellikle çocuk ölümlerinin çok fazla olduğu yüzyıl başında, birçok aile ölen çocuklarını defnetmeden önce muhakkak bir fotoğrafını çekmişlerdir. İlk bakışta çoğu canlı gibi duran ve gayet şık kostümler içerisinde fotoğraflanan ölü çocuk portreleri, post mortem portreler içerisinde adeta ayrı bir alan yaratmaktadır. İçerisinde post mortem portreyi de barındıran bir diğer fotoğraf, İstiklal Caddesinde gerçekleşen bir cenaze merasimine aittir ve büyük oranda yüksek katlarda yer alan bir stüdyodan çekilmiştir. Dönemin Ermeni Katolik Patriği Pierre İsdepan Azaryan’ın 20 Mayıs 1899 tarihinde gerçekleşen cenaze merasimine ait olan bu kare, bugün bizlere yanlızca post mortem bir fotoğraf örneği olarak değil, aynı zamanda dönemin ritüelleri ve Hıristiyan azınlıkların kamusal alandaki görünürlüğü açısından da çarpıcı bir bilgi sunmakta. Fotoğrafa biraz daha detaylı bakarsanız, bir zamanlar konut olarak kullanılan İstiklal Caddesi üzerindeki binaların balkon ve cumbalarında biriken eski sakinlerinin görünümleri ve sosyolojileri hakkında şaşırtıcı bir netlik ortaya çıkar. O günlerde yanlızca patriğin cenaze merasimini belgelemek için çekilen bu fotoğraf, bugün bizler üzerinde daha çok “o günlerin neye benzediğine dair” bir derinlik yaratıyor aslında...


Fotoğraf teknoloji, ergonomik imkansızlıklardan dolayı icadından sonraki uzun yıllar boyunca stüdyolardan çıkamadı. Bu büyük ve hantal alet bir biçimde stüdyolardan çıktığı ya da çıkmaya başladığı dönemde de, kamusal alandaki kimliği betimlemeye devam etti. Mesela Kudüs Ermeni Patrikhanesi’nin, fotoğraf teknolojisinin Kudüs’e ulaşmasından sonra yaptığı en önemli aktivitelerden birisi, patrikhane olarak fotoğraf workshop ve eğitimlerini organize etmek oluyor. Fotoğrafın temsil edici gücü, kuşkusuz o dönemlerde çok daha özel bir önem arz ediyordu. Diğer yandan aslında bir çok fotoğraf, bugün sırf yeterince yaşlı oldukları için, bazıları sadece yüzyılı devirmiş olduğu için artık müzedeler. Fotoğrafın zamanla, mekanla ve içinde bulunduğu koşullarla kurduğu değişken ilişki, aslında onun bugün ile kurduğu ve temsil ettiği şeyin bugün bağlamında yarattığı kritiği betimliyor. Roland Barthes fotoğrafın rastlantısal olarak ortaya koyduğu bilgiye atifta bulunurken kendi deneyiminden bir örneğe başvurur;

William Klein, Moskova’da ‘Bahar Bayramı’ 1959’u fotoğraflarken bana Rusların nasıl giyindiğini, hepsinden öte hiç bilmediğim bir şeyi öğretiyor; bir çocuğun kocaman kumaş şapkasını, bir başkasının boyunbağını, yaşlı bir kadının başındaki örtüyü, bir gencin saç kesimini fark ediyorum. Bu tür ayrıntılara daha da derinlemesine girebilir, Nadar’ın fotoğrafladığı erkeklerin çoğunun uzun tırnaklı olduğunu gözlemleyebilirim: işte etnografik bir soru: acaba belirli bir dönemde tırnaklar ne kadar uzun bırakılıyordu?

Fotoğrafın toplum ve kültürle ile arasında yarattığı derin bağ, bugünün fotoğrafının pekte farkına varmadığımız sayısız detayında yaşamaya devam ediyor aslında. Bu bağlamda fotoğraflayabildiğimiz ve fotoğraflanabildiğimiz kadarıyla, her birimizin sandıklarında biriken o görsel külliyatın emsalsiz değerde olduğunu hatırlatmak istiyorum. Fotoğraf albümlerimize çok iyi bakalım...