Thursday, June 26, 2014

Pentagon Sosyal Bilimlere yatırım yapıyor




Perşembe, 26 Haziran 2014 12:16
Nafeez Mosaddeq Ahmed
Soğuk Savaş dönemi sonra erince, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) üniversitelerinde bir skandal patlak vermişti: Öğrenci yetiştiren tanınmış bilim insanları ve bilimsel amaçlı deneylerin yapıldığı laboratuarların Pentagon tarafından el altında finanse edildiği ortaya çıkmıştı. Bir yandan, bilim insanı sıfatıyla, bilim adına bildirdikleri görüşlerin doğruluğuna gölge düşerken, diğer yandan, bilimsel çalışmalarının askeri amaçlı uygulamalar için yapıldığı anlaşılmıştı. Bu döneme geri dönüldüğü anlaşılıyor. Pentagon kurumsal olarak (ABD Savunma Balkanlığı ve Genel Kurmay Başkanlığı) Sosyal Bilimlerde araştırma yapan üniversitelerin ana sponsorudur. Pentagon, üniversitelere finansman sağlayarak, öncelikle insanların/vatandaşların hangi saikler doğrultusunda siyasal hareketlere yöneldiklerini öğrenmeyi ve bu hareketleri manipüle etmeyi hedefliyor.
ABD Savunma Bakanlığı, Araştırma Programı (US Department of Defense) ABD’de faaliyet gösteren askeri amaçlı muhtelif ajansların gözetiminde, küresel düzeyde yaşanan büyük ölçekli sivil/ toplumsal nitelikli huzursuzluklara neden olan dinamiklerin (sosyal riskler ve bu risklerin bertaraf edilme noktaları) modelinin çıkartılması için finansman sağlayarak, üniversiteleri destekliyor.
Milyonlarca dolarlık finansman sağlanan bu programla, hem kısa vadeye ve hem de uzun vadeye yönelik savunma amaçlı  “askeri anlayış geliştirmek üzere”, Savunma Politikası Kurumu/ Topluluğu (the defense policy community) bünyesinde yüksek kademede görev yapan uzmanların ve karar alıcı makamların hizmetine verilecek şekilde, ortak bir politika geliştirme ve askeri komutanlarca uygulamaya konulan politikalara açıklama getiriliyor.
ABD Savunma Bakanlığı, Sosyal Bilimlerde araştırma yapan üniversitelerin işbirliğiyle, dünya çapında bankacılık krizinin yaşandığı yıl olan 2008’de, “Minerva Araştırma İnisiyatifi”  adıyla başlatılan bu programla, ABD’nin stratejik öneme sahip olarak gördüğü dünyanın çeşitli bölgelerinde ortaya çıkan “sosyal, kültürel, davranışsal ve siyasal güçlerin neden olduğu temel anlayışın ne olduğunu” anlama hedeflenmiştir. 2014 ve 2017 dönemine yönelik finansman desteği verilerek ödüllendirilen projeler arasında, “bir bölgede gelişen sosyal bir hareketin seferber olma dinamiklerinin neler olduğunun ve bu hareketin başka bir bölgeye sirayet etme sürecinin nasıl geliştiğini” tespit etmek amacıyla ABD Hava Kuvvetleri Araştırma servisinin yönetiminde, Cornell Üniversitesinin yaptığı bir araştırma bulunuyor.
Bu araştırmayla,  2011’de gerçekleşen Mısır devrimi sürecinden, 2011’de Rusya’da, Duma’da yapılan seçimlerden, 2012’de Nijerya’da meydana gelen petrol krizinden ve 2013’de Türkiye’deki Gezi Parkı protesto gösterilerinden yola çıkılarak, “sayısal/dijital verilerin değerlendirilmesi” yapılması marifetiyle, bir bölgede gelişen sosyal bir hareketin başka bir bölgeye sirayet etme sürecinde “kritik kitle davranışının (dönüm noktasının)” nasıl geliştiği öğrenilmek isteniyor.
Sosyal bir hareketin başka bir bölgeye sirayet etmesinde mobilize olan kişilerin kimler olduğu ve ne zaman mobilize oldukları” hususunu tespit etmek amacıyla Twiter üzerinde gerçekleşen mesaj ve diyaloglar incelemeye alınıyor.
Washington Üniversitesinde bu yıl başka bir araştırmaya daha başlandı: “Büyük ölçekte siyasal ve ekonomik değişikliklerin olmasına neden olan politik hareketlerin hangi şartlarda meydana geldiğinin tespit edilmesi” isteniyor. ABD Kara Kuvvetleri Komutanlığı Araştırma Servisince yürütülen bu proje, 58 ülkeyi kapsamakta olup, “uzun süre devam eden, 1000’den fazla kişinin katıldığı, büyük ölçekli kitlesel hareketlerin” neler olduğunu tespit etmek üzerine yoğunlaşıyor.
ABD Savunma Bakanlığınca desteklenen Minerva Araştırma İnisiyatifi geçen sene, Pasifiklerde gelişen hareketlerin militanlarını ve “siyasal şiddet partizanlarını” aynı torbaya koyan, “silahlı militanizme” dâhil olmak istemeyen terör eylemi taraftarlarını diğerler eylemlerden ayırmayan, “kimler terörist olmuyor ve neden?” adlı bir proje yürütmüştü. Bu projeyle, şiddet uygulamayan militanlar mercek altına alınıyor: Aynı ailevi, kültürel, sosyo-ekonomik şartları paylaşıp, terörizme yönelmelerinde belirleyici şartların neler olduğunu, silahlı grupların amacına sempati duyan, ancak, yakın zamanlara kadar, silahlı herhangi bir angajmana girmeyen kişilerin profilleri çıkarılıyor. Terörizm konusunda yapılan araştırma alanında tanıklık özelliğine sahip bu grupları ayrı bir şekilde incelenmesi hedefleniyor. Bu proje teröristleri temel almıyor, ancak, siyasal şiddetin sempatizanlarını mercek altına alıyor.
Bu projeler altında yürütülen 14 araştırmanın her birisi, “mücadelenin sürdürülmesinde şiddet yolunu tercih etmeyen, radikal davaların savunulmasına yakınlık duyan, parti militanı veya hükümet dışı organizasyon aktivisti 10 kişiden fazla gruplarla yapılan detaylı görüşme” sonucunda elde edilen örnek olaylara dayanıyor.
Projede esas araştırmacı olan, ABD Deniz Lisansüstü Okulunda Profesör Maria Rasmussen ile temasa geçtim; şiddet uygulamayan, Hükümet Dışı Organizasyon (NGO) için çalışan militanların neden siyasal şiddet uygulayan militanlar ile aynı değerlendirmeye alındığını ve “partiler ile Hükümet Dışı organizasyonların” neden ankete konu olduklarını sordum, ama cevap alamadım.
Minerva Programı çalışanları, aynı zamanda, barışçıl amaçlı Hükümet Dışı Organizasyonların (NGO) savunduğu “radikal mücadelelerin” nasıl oluyor da ABD Savunma Bakanlığını ilgilendiren Milli Güvenlik Konseptine potansiyel tehdit oluşturduğu konusu başta olmak üzere, sormak istediğim sorularıma cevap vermeyi kabul etmediler.
Sorularımdan bazıları;
“ABD Savunma Bakanlığı, protesto hareketlerini ve dünyanın çeşitli bölgelerinde meydana gelen sosyal hareket militanlığını ABD’nin Mili Güvenliğine tehdit olarak mı algılıyor? Cevap evet ise, neden? Sosyal militanizm, gösteri yapma, siyasal hareketler ve tabii ki, Hükümet Dışı Organizasyonlar sivil toplumun ve demokrasinin sağlıklı gelişmesi için gerekli olan elemanlardır; Savunma Bakanlığı, bu konular etrafında gelişen araştırmalara neden finansman sağlıyor?”
Minerva Programı Direktörü Dr. Erin Fitzgerald daha detaylı bir açıklama yapmadan önce “konuyla ilgili merakınızı anlıyorum ve bizimle temasa geçmek suretiyle, gerekli açıklamaların yapılması fırsatını bize vermenizden memnun kaldığını” bildirmişti. Gerekli açıklamaların yapılması yerine, Savunma Bakanlığı Basın Servisinden aşağıdaki açıklamayı aldım:
“Savunma Bakanlığı ABD’nin, vatandaşlarının, müttefiklerinin ve ittifak yapan ülkelerin güvenliğini sağlama rolünü ciddiye almaktadır. Güvenlik karşıtı bütün meydan okumalar/hareketler çatışma yaratıcı nitelikte olmasa dahi, her bir çatışma ABD ordusunu hedeflemese dahi, Minerva Araştırma Program,ı Sosyal Bilimlerde yapılan önemli araştırmaların finansmanına katkıda bulunur. Bu katkı, Savunma Bakanlığının dünyada gelişen istikrasızlık ve güvensizlik olaylarının nedenini anlama çabasını pekiştirmektedir. Meydana gelen anlaşmazlık konularını ve bu anlaşmazlıkların nedenini anlama çabası sayesinde Savunma Bakanlığı, yarına yönelik çevre güvenliğinde etkin olup, kendini geleceğe hazırlayabilmektedir.”
Minerva Araştırma Programı, 2013’te, iklim değişikliklerine bağlı olarak meydana gelen sivil nitelikli rahatsızlıkların neden olduğu riskleri değerlendirmeyi amaçlayan, Enerji Bakanlığına bağlı Pacific Northwest National Laboratory ile ortaklaşa yürütülen bir araştırmada Maryland Üniversitesi bünyesinde yürütülen bir programa sübvansiyon sağladı. Bu program, 1,9 milyon dolar bütçeli, üç yıllık süreli olup, iklim değişikliği muhtelif senaryolarına göre karşı karşıya kalan toplumların yaşayabilecekleri olayların modellerini önceden geliştirmeyi hedefliyor. Minerva Programına, daha ilk başlarından itibaren, Sosyal Bilimlerde ve davranışsal araştırmaların yapılmasında, beş yıllık bir sürede, 75 milyon dolar tahsis edileceği öngörülmüştü. Sadece içinde bulunduğumuz bu yıl için ABD Kongresi tarafından 17,8 milyon dolar tahsis edilmiştir.
Minerva Programı çalışanları iç yazışmalarında geçen bir e-mail’de, 2012 Master programına ilişkin  paylaşılan anılardan birisinde, programın aslında kara harekâtı operasyonlarında uygulanabilecek, kısa sürede sonuç almayı amaçladığı anlaşılıyor. Söz konusu bu anı paylaşım yazışmasında, Minerva Programı doğrultusunda Arizona Devlet Üniversitesine sübvansiyon sağlamanın bir parçası gereği, “devrim-karşıtı Müslüman söylemi” geliştirilmesi ile ilgili konuya da değiniliyor.
Programın önemli sorumlu kişilerden birisi Prof. Stve Corman’ın iç yazışma mail’inde Savunma Bakanlığı programı gereği düzenlenen bir toplantıdan bahsediliyor: Pentagon görevlisi üst düzey subayların/memurların “müdahil olmaları halinde doğrudan entegre edilebilen model ve araçlar” formunda “kısa sürede uygulanabilir kapasiteyi geliştirmeye yönelik” öncelikle onların hazır olabileceği Sosyal Kültürel Davranış Modeli Geliştirme (Human Social Cultural and Behavioural Modeling) konularının görüşüleceği bir toplantı.
Deniz Araştırma Servisi Denetçisi Dr. Harold Hawkins’in ilk başından itibaren, Üniversitelerde yapılan araştırmanın aslında “herhangi bir oyuna ve uygulanacak bir enstrümanın ortaya çıkmasına yol açması konusunda kaygı duymamamızın gerektiği, bilimsel bir temel araştırma amaçlı” olduğu yönünde garanti vermesine rağmen, Prof Corman’ın yazdığı bir e-mail’den, ABD Savunma Bakanlığının düzenlenen toplantıda “bilimsel uygulama” formunda, “maddi sonuçların” elde edilmesi arayışı içerisinde olduğu anlaşılıyor. Prof. Stve Corman, araştırmacılarına,Savunma Bakanlığının - muhtemelen operasyon amaçlı - çıkabileceği alanlarda uygulanabilecek araçları net olarak görebilecekleri “biçimlendirilmiş somut sonuçları, raporları düşünmelerini… vs” öneriyor.
Bağımsız araştırma yapan bilim insanları, ABD yönetimince Sosyal Bilimler araştırmalarının savaş yapma amacı doğrultusunda militarize edilmesine çalışılmasını eleştiriyorlar. Amerikan Antropoloji Derneği (American Anthropological Association) Mayıs 2008’de ABD yönetimine, kurum olarak Pentagon’un  “titiz, dengeli ve objektif bir akran incelemesine” olanak veren  “Antropoloji alanındaki (ve de diğer sosyal bilimlerde) araştırmaların değerlendirmesini yapabilecek altyapıya sahip olmadığını” ve bu tür bir araştırmanın daha ziyade “Ulusal Bilim Vakfı (National Science Foundation-NSF) gibi sivil nitelikli kurumların yönetiminde gerçekleşebileceğini bir yazıyla bildirmişti.
ABD Savunma Bakanlığı, Haziran 2008’de, Minerva Programının ortak yönetimi konusunda Ulusal Bilim Vakfı (National Scinece Foundation-NSF) ile anlaşma protokolü imzaladı. Amerikan Antropoloji Derneği (American Anthropological Association), anlaşma protokolüne ilişkin olarak,“araştırma sonuçlarının Ulusal Bilim Vakfı (NSF) İnceleme Komiteleri tarafından değerlendirmeye alınmasına rağmen, İnceleme Komitelerinin kimlerden oluşacağını belirleme yetkisinin yine de Pentagon’daki makamların elinde olduğu” uyarısında bulunmuştu. Şöyle ki;
“Bu alandaki araştırmanın, bilimsel amaçlı olmasından daha ziyade,  Pentagon’un dünyayı yönetme politikası gündemine uygun olduğu zaman ancak finansman sağlanacağı kaygısı duyulmaya devam ediliyor. Sorumluluk hisseden Antropologlar çevresinden (Network of Concerned Anthropolgists) Minerva programına getirilen başka bir eleştiri; bu programın, insanlık için önem arz eden diğer bilimsel alanlarda da benzer araştırmaların yapılmasına yol açacağı ve ABD Ordusu faaliyetlerine ilişkin bağımsız tartışma ve eleştirilerin yapıldığı yer olan üniversitenin bilimsel rolünde, Pentagon ile uzlaşmaya gidildiği kanısının uyandırılmasına neden olacağı şeklindedir”.
Antropolojinin Silahlandırılması: Militarize Devletin Hizmetinde Antropoloji Bilimi (Weaponizing Anthropology: Social Sciences in Service of the Militarized State) kitabının yazarı, Washington DC,  St.Martin Üniversitesinde Kültür Antropoloji alanında çalışmalar yapan Dr. David Price’a göre  “Projelerin çoğunda yürütülen çalışmaları birer birer ele alacak olursanız, bütün bu çalışmaların Sosyal Bilimler normal şartlarına göre yürütüldüğü havasını edinirsiniz: Metin analizleri, tarihsel incelemeler ….vs; ancak, bu incelemeleri bir araya getirdiğinizde, anlaşılabilir şekilde, aşırı basitleştirme yoluna gitmek suretiyle, çarpıklıkların yer aldığı ortak noktaları görürsünüz”. Pentagon kurum olarak, Minerva programı çerçevesinde sürekli olarak finansman sağlayarak, araştırma yapan kişilerin total proje çerçevesinde bireysel görüşlerine yer vermeyecekleri şekilde, nihai hedefleri doğrultusunda projeleri havale ediyor.
Prof. David Price’ın açıklamalarında - Sosyal Bilimlerde uzman kişilerin çalışmalarını askeri kara operasyonlarına nasıl dahil edileceği yönünde tasarlanmış - Pentagon’un Human Terrain System (HTS) programının, ABD ordusunu bir senaryolar dizisi gereği, Amerika sınırları dahilinde bir bölgede, rutin olarak tatbikat eğitimini yapmaya nasıl sevk ettiğini daha önce zaten görülmüştü.
Prof. Price, eski bir memur tarafından HTS direktörlerine gönderilen programın eleştirel bir özetinde alıntı yaparak, olayların askeri açıdan incelenmesi amacıyla, yerel bir halkın, kurulu bir düzen dengesine ve mevcut düzenin etki alanına tehdit teşkil ettiği, ülkenin hukuk ve sosyal düzenine başkaldırdığı bir durum senaryosu üzerinde deney yapılması suretiyle, Afganistan ve Irak’ta meydana gelen olaylar için öngörülen, HTS tatbikat eğitimlerini isyan karşıtı COIN (counterinsurgency) projesine uyarlama çalışmaları yapıldığını rapor etmişti.
Prof. Price, “aralarında bazılarının Hükümet Dışı Organizasyonu (ONG) Çevreci Sierra Club’u üyelerinin de olduğu, Orta-Batı Amerika’da, Missouri Eyaleti yakınlarında faaliyette olan, kömür ile çalışan bir santralin neden olduğu hava kirliliğinden dolayı karşı protesto gösterilerinin düzenlenmesiyle çevreci militanların seferber edildiği bir savaş oyununun söz konusu olduğunu” açıklamıştı. Gösterilere katılanlar arasında “soruna çözüm bulma” talebine bulunanlar ve bu sorundan yola çıkarak “fitne çıkaranlar” şeklinde grup tanımlaması yapılarak işbölümü yapılmıştı. Bu savaş oyunun ağırlık merkezini bu yöndeki bakış açısına ve ABD Ordusunun izlediği stratejiyi “hedef seçilen kitleyi” oluşturan değerler sistemine doğru kaymasını sağlamak amacıyla, toplumun diğer kesimini meydana getiren halk kitlesi propaganda operasyonlarına hedef olarak belirlenmişti.
Bu savaş oyunları, ABD Ulusal Güvenlik Kurumunca (National Security Agency-NSA) tasarlanan kitle gözetim faaliyetlerinin bir kısmı, çevre, enerji ve ekonomik sorunlarından kaynaklı şokların meydana gelmesini tahrik eden istikrarsızlaştırma etkisini yaratma hazırlık safhasıyla motive edilmesini salık veren Pentagon’un hazırladığı planlama dokümantasyonu serisiyle tutarlı bir şekilde hazırlanmıştır.
New York Binghamton Üniversitesi, Bartle Sosyoloji Kürsüsünden Prof. James Petras, Prof.David  Price’ın ileri sürdüğü kaygılara katılıyor. Minerva Araştırma Programıyla sübvansiyon verilen ve Pentagon’un isyan karşıtı operasyonlarına eklemlenen Sosyal Bilimlerde araştırma yapan bilim insanları ABD yönetimi tarafından “ideolojik hareketlerin bastırılması ya da, tabandan gelen sosyal hareketlerin nötrleştirmesi de dahil, bu tür toplumsal hareketlerin alevlendirilmesiyle provoke edilen duyguların incelenmesi”  istenilen çalışmalara dahil olmuşlardır.
Minerva Araştırma Programı, askeri ideolojinin derinlerde yatan köklerinden kaynaklı dar görüşlüğüne ve başarısızlığa mahkum doğasına iyi bir örnek olarak gösterilebilir. Daha da kötüsü, ABD Savunma Bakanlığının insani en temel sorulara cevap vermekte isteksiz davranması, bu olgunun semptomlarından dolayıdır: Ulusal Güvenlik Kurumları, küçük bir azınlığın çıkarlarına hizmet ederlerken, geniş halk katmanlarının aleyhine olacak şekilde, küresel düzeyde bir dünya sistemini savunma yönündeki sarsılmaz misyonları gereği görevlerini yerine getirirlerken, dünya nüfusunun diğer büyük kısmını oluşturan bizleri potansiyel terörist olarak telaki edebilirlerken hiçbir vicdan azabı duymuyorlar.
Kaynak: http://www.voltairenet.org/article184368.html
Çeviren: Nizamettin Karabenk
Nafeez Mosaddeq Ahmed, İngiliz vatandaşı Siyaset Bilimci, Uluslararası Güvenlik konularında uzman akademisyen, The Guardian gazetesinde, Çevre jeopolitikası, enerji ve ekonomik kriz …vs konularında makale yazan araştırmacı gazeteci. Institute for Policy Resaearh and Development’de (IPRD) İcra Direktörü. Küresel ekoloji, enerji ve ekonomik krizler bağlamında ortaya çıkan şiddetli çatışmalar odaklı bağımsız araştırma yapan bir kişi. Sussex Universitesi Uluslararası İlişkiler Öğretim Görevlisi. Brunel Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü bünyesinde Siyaset Bilimi ve Tarih Biriminde, hem lisan ve hem de lisansüstü düzeyde, dersler veriyor. Kitap ve çok sayıda makale yazarı.

Tuesday, June 24, 2014

Premenstruel Sendrom( Adet Öncesi Gerginlik )



Kadın doğası oldukça karmaşıktır. Premenstruel Sendrom (Adet Öncesi Gerginlik belirtileri) kadınlarda adet öncesi dönemde başlayan ruhsal veya fiziksel bazı belirtiler topluluğun ifade eden bir terimdir. Bu belirtiler genellikle adet kanamasının başlamasına bir hafta kala ortaya çıkar ve adet görülmesiyle birlikte birkaç günde kaybolur.
Her kadında adet öncesi dönemde bazı belirtiler ortaya çıkar. Bu belirtiler kadınların yarısından daha azında rahatsız edici ancak dayanabilecek şiddette olur, % 40 kadında bu belirtiler hafif şiddetli seyrederken ,  % 5 kadın da oldukça şiddetli belirtilerle seyreder.
Adet kanaması yaklaşırken kadınların % 75 inde değişen hormon düzeylerine bağlı olarak bazı şikâyetler ortaya çıkar. Bu kadınların yarısında yakınmalar hafiftir ve kişinin günlük yaşantısını etkilemez, diğer yarısında ise depresyonda dâhil olmak üzere çok daha ciddi şikâyetler ortaya çıkar.
PMS ( Adet Öncesi Gerginlik belirtileri) hem bedensel hemde psikolojik olayların sonucu olarak ortaya çıkar. Değişik kültürlerden gelen kadınlarda değişik belirtiler ortaya çıkmaktadır. Uzakdoğulu kadınlarda ağrı ön planda iken gelişmiş batı toplumlarında depresyon ön plandadır. Kişinin sosyal yaşamını olumsuz etkileyen ve her ay görülen yakınmalar kadının kendine olan güvenini dahi yitirmesine neden olur.
Üreme hormonlarının PMS den sorumlu olduğu düşünülmektedir. PMS bir doğurganlık çağı hastalığıdır. Sıklıkla 30-45 yaş arası görülür. Ailevi bir eğilim söz konusudur. Annesinde PMS olan kadınlarda şikâyetlere daha sık rastlanmaktadır. Yaş arttıkça şikâyetlerin şiddeti azalmakta ancak çocuk sayısı ile birlikte şiddet artmaktadır.
PMS en ağır şekilde ortaya çıktığında tüm vücut sistemlerini etkileyebilir ve bu durumda her organa ait belirtiler meydana gelebilir.
Vücutta ödemlere ( şişmelere) , kısa zamanda kilo alımına, karında şişkinliğe ve elbiselerin dar gelmesine yol açabilecek kadar şiddetli sıvı tutulumu ortaya çıkabilir. Baş ağrısı, bulantı- kusma, kas ve eklem ağrıları, ses ve kokulara aşırı hassasiyet, çarpıntı, sıcak basması,  kabızlık, ishal, iştah artışı, aşırı susama, akne (sivilce) ,cinsel istek artışı diğer sık görülen belirtilerdir.
PMS nin ruhsal belirtileri ruhsal çökkünlük, yorgunluk hissi, aşırı uyuma eğilimi, çevreye ilginin azalması, duygu durumunda dalgalanmalar, sinirlilik, gerginlik, hassaslaşma, alınganlık gösterme, ağlama eğilimi, hafif hafıza bozukluğu, konsantrasyon bozukluğu, duygusal olarak artmış duyarlılık, depresyon halidir.
Belirtiler düzenli olarak her adet dönemi ortaya çıkmalı ve adet görüldükten sonra belirtiler üç gün içinde kaybolmalıdır. Belirtiler iş yaşamı, sosyal yaşamı ve kişisel ruhsal dengeyi etkileyecek kadar şiddetli olmalıdır. PMS nedeniyle günlük işlerini yapamayacak duruma gelinmesi, sosyal ilişkilerde problemler ortaya çıkması, intihar girişimi, saldırganlık eğilimi gibi psikiyatrik belirtilerin ortaya çıkması PMS nin en ağır şekli olarak kabul edilir.
PMS bazı hastalıklarında şiddetini artırabilir. Örneğin migreni olan kadınlarda atakların büyük bir kısmı adet öncesi döneme rastlamaktadır. Yine şeker hastalarında kan şekeri düzeyleri ve insülin ihtiyacı adet öncesi dönemde değişiklikler gösterir. Astım atakları daha sık görülür ve pek çok kronik hastalık alevlenmeler gösterir. Bu dönemde kişinin çevresi ile olan uyumu bozulur, işte veya evde ilişkide bulunduğu kişiler ile arası bozulabilir. Ergenlik dönemindeki genç kızlarda intihara olan eğilim artabilir. Bu dönemde yeme bozukluklarına rastlanabilir.
Ruhsal belirtiler basit duygusal dalgalanmalar şeklinde olabileceği gibi, ağır depresyon şeklinde de ortaya çıkabilir. Tedavide antidepresan ilaçlar ve gerekli durumlarda psikiyatrik değerlendirme sonucuna göre daha farklı ilaçlar kullanılabilir.
Uzm. Dr. Ava Şirin  Özgün - Psikiyatrist  Antalya
 

Monday, June 23, 2014

Bayrak, karga, kara at ve Siemens üzerine

Baskın Oran
İçli Dışlı
oran@politics.ankara.edu.tr

Bodrum’a birkaç gün önce göçtük, ev ve işyerlerinde Türk bayrakları dikkatimi çekti. Bayram değil seyran değil. Sordum, Diyarbakır’daki bayrak indirme olayına tepkiymiş. “Musul?” dedim, boş baktılar. Çok ilginç: Diyarbakır’da indirilene bozulup bayrak asıyor, Musul’da işgal edilen başkonsolosluğumuzda indirilene hiç aldırmıyor. Bodrumlular için söylemiyorum çünkü burada böyleyse kim bilir iç kesimlerde nasıldır, hani erkekler arasında pek bilinen bir deyiş vardır, ben mealen yazayım aslını siz çıkartın, “Şöyle söylersin bozulur, ama şöyle yaparsın hiç aldırmaz”, tam o hesap.

Akiller olayında bayrak

Ege gezilerimiz sırasında, Akiller kitabında ayrıntısıyla yazdım, bayrak meselesi iki vesileyle gündeme geldiydi:
1) Birçok yerde, kapıda Türk bayraklarını sopa gibi sallayarak çığrışan 25-50 kişilik gruplar toplanmıştı. “İçeriye gelin, konuşalım” dediğimiz zaman “Ancak kameralar çekim yapacaksa geliriz!” diyen bu şahısların toplantıya bir biçimde (genellikle, yerel gazeteci kimliğiyle) sızdırdıkları birisi, kameralar henüz içerideyken ayağa fırlıyor, “Nerde Türk bayrağı? Niye İstiklal Marşı ve şehitlere saygı duruşuyla başlanmıyor?” diye haykırarak, terli koynundan çıkardığı bayrağı elimize tutuşturmaya savaşıyordu.
Bayrağın bu hayasızca araçsallaştırılmasına ben her yerde şiddetle tepki gösterdim: “Kardeş, seni tanıdım ben. Sen bizim her ilde zuhur eden kadrolu provokatörümüzsün. İzmirli bir Türk’e, Türkiye’de, Türk bayrağıyla Türklük propagandası yaparak hem bana hakaret ediyor hem Türk bayrağını kirletiyorsun!
2) Birçok toplantıda kalktılar, Diyarbakır Nevruz kutlamasında niye Türk bayrağı olmadığını sordular. Cevabım şuydu: “Yoktu, çünkü o bayrak yıllar yılı sadece Türklerin bayrağı yapılmış, yani aşağılanmıştı. O bayrak sadece Türklerin değil, bütün Türkiyelilerin simgesidir. Türkiye’nin Bayrağı’dır. Biraz önce koynundan çıkaran kişinin o bayrağı nasıl aşağıladığını gördük. 12 Eylül döneminde Kürtlere cezaevlerinde bir yandan cop sokulurken bir yandan zorla bayrak öptürüldüğünü hatırlayın. Doğuda dağa taşa ‘Bir Türk Dünyaya Bedeldir’ yazmanın bu insanlar için ne anlama geldiğini de düşünün”.
Heyet başkanı Tarhan Erdem Urla’da şöyle dedi: “Çözüm Süreci başarıya ulaştığı zaman göreceksiniz; Nevruz’da Diyarbakır Meydanı Türk bayraklarından kıpkırmızı olacaktır. Bayrakla meselesi olan Kürt yok. Türkiye’yle meselesi olan Kürt de yok”.

Diyarbakır Lice’de bayrak

Bodrum’da (ve tahmin ederim her yerde) bu Lice olayı insanlara pek net gibi geliyor ama, fevkalade tartışmalı. Yahu, dağ başından değil, şehir içindeki askerî üsten bahsediyoruz. Avuç içi kadar yeri gözleyen yüzlerce kamera var, fotoğraf çeken gazeteci var. Bu askerî alana (herhalde dikenli telli) duvardan atlayarak bayrağı direkten indiren kişi, bırak yakalanmayı, tespit bile edilemiyor. Kusura bakmayın, bende bir önyargı vardır: Bu memlekette fail bulunamıyorsa, devlet yapmıştır. Tabii, bunun adı önyargı mıdır yoksa binlerce defa (faili meçhullerin sayısı 17.000 hesaplanıyor) test edilmiş bir hipotez hatta gerçek midir, siz söyleyin.
Aydın Engin tahlil üzerine tahlil yaparak bunun devlet provokasyonu olduğunu anlatıyor. Kemal Burkay çok yakın geçmişi hatırlatıyor: “Birkaç yıl öncesi İstanbul’da otobüse Molotof kokteyli atıp bir genç kızın ölümüne yol açan kişinin bir MİT elemanı olduğu anlaşıldı. Batman’da böylesi bir bombacının yakalandıktan sonra emniyetin elinden çekilip alındığını bizzat emniyet müdürü açıkladı. Daha birkaç yıl öncesi KCK içinde bin dolayında MİT elemanı olduğu medyaya yansımıştı. Ne oldu bu kişiler?
Nevruz 2005’te Mersin’de failinin “iki çocuk” olduğu ilan edilen ve hiçbir fotoğraf vs. olmadığı halde Genelkurmay’ın Kürtlere “sözde vatandaşlar” demesine yol açan, yere bayrak atıp üzerinde tepinme olayının failleri ne oldu?

Musul Başkonsolosluğumuzda bayrak

Musul’daki bayrak indirme tam bir “besle kargayı, oysun gözünü” olayı. AKP iktidarı, Mart 2011’den başlayarak Esad’ı düşürmeye girişti. Çünkü o gidince yerine Müslüman Kardeşler gelecek, Mısır’la birlikte AKP’ye destek olacaktı. Sünni isyancılara,  MİT’in TIR’larıyla başta silah olmak üzere derhal her türlü yardım koşturuldu, yaralıları Türkiye’de tedavi edilip geri salındı, teröristleri kamplarda eğitildi. (Zaten, ABD başta olmak üzere Batılılarla aramız bu yüzden bozuldu çünkü adamlar isyanın kimlerden oluştuğunu istihbar etmiş, bu silahların El Kaideci IŞİD ve El Nusra’ya gideceğini öğrenmişlerdi). Tüm Ortadoğu’ya ihracatın fiilen çökmesinden hiç bahsetmiyorum.
Sonunda, T.C. Dışişleri’ndeki tecrübeli diplomatların saç-baş yolmalarına aldırmadan yardıma boğduğumuz bu Sünni örgütlerden IŞİD Musul Başkonsolosluğumuzu işgal etti, bayrağımızı indirdi, diplomatlarımızı alıp götürdü. Gıkımız çıkamadı. “Hegemon Devlet Türkiye”, kendi 50 işçisini 15.06.2014 Pazar günü bir hava operasyonuyla kurtaran Alman Siemens şirketi kadar olamadı. Kürtlere Irak’ta 1983’ten beri sayısız operasyon düzenlemiş, savaş içindeki Suriye’yi TIRlara boğmuş olan Türkiye, olayın patlamasından 20 saat önce durumu öğrendiği halde, Musul’a bir helikopter gönderip 49 diplomatını kurtaramadı.
İşin en aşağılayıcı tarafı da nedir biliyor musunuz? Başbakanımız, BM’e göre ellerinde 300.000 kişinin kanı bulunan Sudan diktatörü El Beşir’i Darfur olayında savunmak için Kasım 2009’da “Müslüman soykırım yapmaz” demiş , Eylül 2013’te de şöyle söylemişti:  İslam ve terör, Müslüman ve terörist yan yana gelemez. İşte bu İslamcı örgütler, yarın değilse öbür gün ülkemizde bombalar patlatmaya başlayacaklar ve bu bombalar, Esad karşıtlarına gönderdiğimiz mühimmattan üretilecek ve Türkiye’de tedavi görmüş Sünni militanlar tarafından atılacak.
Çok komplo koktuysa, başka bir özdeyiş verelim, Ziya Paşa’nınkini: "Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde". Mesela şu eserleri bugüne kadar Kürtler veya solcular mı sergiledi, yoksa vergilerimizle beslediğimiz karga kardeşlerimiz mi: 15 ve 20.11.2003 İstanbul sinagog bombalamaları (57 ölü), 11.02.2013 Cilvegözü sınır kapısı (13 ölü), 11.05.2013 Reyhanlı (52 ölü), 20.03.2014 Niğde Ulukışla (3 ölü). 

Bayrak indirmeden, çatı adayı çıkarmaya

Dark horse” (yağız/kara at) terimini duymuş muydunuz? ABD’de, daha önce adı duyulmamış başkan adaylarına derler. A. Lincoln bile bir dark horse idi. Valla, bugünkü çaresiz durumda iki noktadan hareket etmeyi öneririm:
1) Türkiye’yi baştan başa kutuplaştıran ve birbirine düşman eden birine karşı Şeytan’ı çıkartsalar, gider ona oy veririm; Türkiye’yi bu hale getirenler utansın.
2) Bakarım, çok lüzumsuz/zararlı olduğu tescilli kişiler ne diyor, onların tersini yaparım. CHP’den N. Serter / E. Ü. Tarhan ve şürekası ile AKP / Ş. Tayyar takımı şiddetle karşı mı çıkıyor, bunda bir iş vardır derim ve derhal Ekmel’e de oy veririm, Kamil’e de, Eksik’e de, Kesik’e de. Zaman, armudun sapı üzümün çöpü denecek zaman değil.
Not: Son anda “şok” haber: “El Nusra, terör listesinden çıkarıldı”. T.C. Dışişleri anında açıklama yayınlıyor: “Çıkarılmadı. Listedeki yeri değiştirildi”. Bilemem. Bildiğim: Böyle bir haber fırtına yaratıyor ve Dışişleri’nin derhal açıklama yetiştirmesine sebep oluyorsa, doğru veya yanlış, AKP’nin dış politikasına cuk oturduğu için insanlara çok mantıklı gelmiştir de ondandır. Böyle olaylara, şüyuu (duyulması), vukuundan (gerçekleşmiş olmasından) beterdir diyoruz zaten.

Saturday, June 21, 2014

İnsan Yüzlü Barbarlık – Slavoj Žižek Resim

Resim
Kiev’de Yanukoviç hükümetine yönelik kitlesel gösterilere dair televizyon haberlerinde, tekrar ve tekrar, göstericilerin Lenin heykellerini yıktığını görüyoruz. Bu, öfkeyi sergilemenin kolay bir yolu: Heykeller Sovyet baskısının sembolleriydiler ve Putin Rusya’sı Rusya’nın komşuları üzerinde egemenliğe dayanan Sovyet politikasının devamı olarak algılanıyor. Lenin heykellerinin Sovyetler Birliği’nde yaygınlaşmaya başlamasının ancak 1956′da olduğunu unutmayın. O zamana kadar Stalin heykelleri çok daha yaygındı. Fakat Kruşçev’in Komünist Parti’nin 20. Kongresi’nde Stalin’i ‘gizli’ ifşasından sonra, Stalin heykellerinin yerini Lenin’inkiler aldı. Lenin ezici bir şekilde Stalin’in yerini alıyordu. Bu, Pravda’nın künyesinde 1962′de yapılan değişiklikle aynı ölçüde açık hale getirildi. O zamana kadar, ön sayfanın sol köşesinde iki profilin, Lenin ile Stalin’in çizimi yan yana duruyordu. Kısa süre sonra 22. Kongre Stalin’i açıktan reddetti, profili sadece kaldırılmakla kalmadı, Lenin’in ikinci bir profili ile değiştirdi. Artık yan yana basılmış iki aynı Lenin profili vardı. Bu garip tekrar, bir anlamda Stalin’in yokluğunu daha da vurguluyordu.
Yine de Ukraynalıların Lenin heykellerini yıkmasını Sovyet egemenliğinden kurtulma ve ulusal bağımsızlıklarını savunma isteklerinin bir göstergesi olarak izlemenin tarihsel bir ironisi var. Ukrayna ulusal kimliğinin altın çağı, Ukrayna’nın kendi kaderini tayin hakkının engellendiği Çarlık Rusya’sı değil, savaş ve kıtlıktan bitap düşmüş bir Ukrayna’daki Sovyet politikasının ‘yerlileşme’ olduğu Sovyetler Birliği’nin ilk on yılıydı. Ukrayna kültürü ve dili yeniden dirildi ve sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik hakları getirildi. Yerlileşmeyi, Lenin tarafından belirsizliğe yer vermeden formüle edilmiş ilkeler izledi:
Proletarya, ezilen ulusların belli bir devletin sınırları içinde zorla tutulmalarına karşı savaşmalıdır, bu da ulusların kaderlerini tayin edebilmeleri uğruna savaştır. Proletarya, ‘kendi’ ulusu tarafından ezilen sömürgeler ve uluslar için siyasal ayrılma özgürlüğü istemelidir. Yoksa, proletarya enternasyonalizmi boş bir sözden başka bir şey olmazdı; ezen uluslarla ezilen ulusların işçileri arasında ne güven, ne de sınıf dayanışması mümkün olurdu.
Lenin, sonuna kadar bu duruşunu korudu. Rosa Luxemburg, Ekim Devrimi’nin hemen sonrasında, küçük uluslara ancak yeni devlette ilerici güçler hakim olacaksa tam bağımsızlık verilmesi gerektiğini savunurken, Lenin, koşulsuz ayrılma hakkından yanaydı.
Lenin, Stalin’in merkezi bir Sovyetler Birliği projesine karşı son mücadelesinde, yine küçük ulusların koşulsuz ayrılma hakkını savunuyordu (bu durumda söz konusu olan Gürcistan’dı) ve Sovyet devletini oluşturan ulusal varlıkların tam bağımsızlığında ısrar ediyordu – 27 Eylül 1922′de, Politbüro’ya bir mektupta, Stalin’in Lenin’i ‘nasyonal liberalizm’ ile suçlamasına şaşmamalı. Stalin’in hâlihazırda yöneldiği gidişat, Sovyet Rusya hükümetinin diğer beş cumhuriyetin de (Ukrayna, Belarus, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan) hükümeti olmasını önermesinden açıkça belliydi:
Geçerli karar RKP Merkez Komitesi tarafından onaylanırsa, kamuoyuna açıklanmayacak, söz konusu Cumhuriyetlerin Sovyet organlarında, Merkezi Yürütme Komitelerinde veya Sovyetler Kongrelerinde, bu Cumhuriyetlerin isteği olarak açıklanacağı Tüm Rusya Sovyetler Kongresi toplantısından önce dolaşıma sokulmak üzere Cumhuriyetlerin Merkez Komitelerine iletilecek.
Böylece üst yetki organı olan Merkez Komite’nin, kendi tabanı ile etkileşimi bozuluyordu. Üst yetki organının yaptığı şey kendi isteğini dayatmaktan başka bir şey değildi. Durumu daha da vahimleştirense, tabanın üst yetki organından hangi kararı almasını isteyeceğine, sanki kendi isteğiymiş gibi, Merkez Komite’nin karar vermesiydi. 1939′daki dikkat çekici bir olayda üç Baltık devleti Sovyetler Birliği’ne katılmak istediler. İstekleri kabul edildi. Bunların tümünde Stalin devrim öncesi Çarlık politikasına geri dönüyordu: Rusya’nın Sibirya’yı 17. yüzyılda ve Müslüman Asya’yı 19. yüzyılda sömürgeleştirmesi artık emperyalist genişleme olarak kınanmıyor, bu geleneksel toplumları ilerici modernleşme sürecine soktuğu için kutlanıyordu. Putin’in dış politikası açık bir şekilde Çarlık Rusya’sı çizgisinin devamı. Rus Devrimi sonrasında, Putin’e göre, Bolşevikler Rusya’nın çıkarlarına ciddi şekilde zarar verdiler: ‘Bolşevikler, bir dizi sebeple, Rusya’nın tarihsel güneyinin büyük kesimlerini Ukrayna Cumhuriyeti’ne eklediler. Bu, nüfusun etnik yapısı dikkate alınmadan yapıldı ve bugün bu alanlar Ukrayna’nın güneydoğusunu oluşturuyor.’
Lenin ortadan kaybolurken Stalin portrelerinin askeri geçit törenlerinde ve resmi kutlamalarda yeniden boy göstermeye başlamasına şaşmamalı. 2008′de Rossiya TV kanalının düzenlediği bir ankette, Stalin tüm zamanların en büyük üçüncü Rus’u seçildi ve yarım milyon oy aldı. Lenin uzak ara farkla altıncı oldu. Stalin bir komünist olarak değil, Lenin’in anti-vatansever ‘sapma’sından sonra Rusya’ya büyüklüğünü geri kazandıran kişi olarak kutlanıyor. Putin yakın zamanda, Ukrayna’nın yedi güneydoğu ili için, en son 1917′de kullanılan bir terimi yeniden canlandırarak, Novorossiya (‘Yeni Rusya’) terimini kullandı.
Fakat halen mevcut olan gizli Leninist akım, Stalin’e karşı komünist yeraltı muhalefetinde ısrar ediyordu. Christopher Hitchens’ın 2011’de yazdığı üzere, Soljenitsin’den çok daha önce, ‘Gulag konusunda, Boris Souvarine’den Victor Serge’e, C.L.R. James’e kadar sol muhalifler tarafından, gerçek zamanlı ve büyük bir riske girilerek kritik sorular soruluyordu. Bu cesur ve öngörülü heretikler, bir şekilde tarihten silindiler (bundan çok daha kötüsünü bekliyorlardı, çoğunlukla da başlarına geldi).’ Bu iç muhalefet, faşizmin aksine komünist hareketin doğal bir parçasıydı. ‘Nazi Partisi’nde, Führer’in nasyonal sosyalizmin özüne ihanet ettiğini savunmak için hayatlarını riske atan muhalif yoktu,’ diye devam ediyordu Hitchens. Tam da komünist hareketin kalbindeki bu gerilim yüzünden, 1930’ların tasfiye yıllarında olunabilecek en tehlikeli yer egemen sınıfın tepesiydi: Yalnızca birkaç yıl içinde, Merkez Komite’nin ve Kızıl Ordu liderliğinin yüzde 80’i öldürüldü. Muhalefetin bir başka işareti, protestocu kitlelerin, iktidardakilere yerine getirmedikleri vaatlerini hatırlatmak için ulusal marşlar dahil resmi marşlar söylediği, ‘gerçekten var olan sosyalizm’in son günlerinde tespit edilebilir. Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde ise, bunun aksine, 1970’ler ve 1989 arasında, ulusal marşı kamusal alanda söylemek suç teşkil ediyordu. Sözleri (‘Deutschland einig Vaterland’, ‘Almanya, birleşik Anavatan’), yeni bir sosyalist ulus olarak Doğu Almanya fikrine uymuyordu.
Rus milliyetçiliğinin yeniden dirilişi, belirli tarihsel olayların yeniden yazılmasına neden oldu. yakın tarihli bir biyografik film olan Andrei Kravchuk’un Admiral‘ı, 1918 ile 1920 arasında Sibirya’ya hükmetmiş olan Beyaz Ordu komutanı Aleksandr Kolchak’ın yaşamını konu almaktadır. Fakat Beyaz Ordu karşı devrimci güçlerinin bu dönemdeki ölçüsüz gaddarlığının yanı sıra, totaliter potansiyelini de hatırlamak gerekir. İç savaşı Beyaz Ordu kazansaydı, neler olacağını şöyle yazıyor Hitchens: ‘Faşizm, genel bir sözcük olarak İtalyanca değil Rusça olacaktı… Sibirya’nın 1918′deki işgali sırasında Amerikan Yurtdışı Sefer Kuvvetlerine komuta etmiş olan (Amerikan ders kitaplarından tamamen silinmiş bir olay) Tümgeneral William Graves, hatıralarında Rus sağ kanadına hakim olan yayılmacı, ölümcül anti-Semitizm hakkında yazmış ve şöyle eklemiştir: “Tarihin, Amiral Kolchak’ın hükümranlığı altındaki Sibirya’dan başka, son elli yılda dünyada bu denli rahatça ve daha az ceza tehlikesi ile cinayet işlenebilen bir ülkesini yazabileceğini sanmıyorum.”
Tüm bir Avrupa neo-faşist sağı (Macaristan, Fransa, İtalya, Sırbistan), Rusya’nın Kırım referandumunu Rus demokrasisi ile Ukrayna faşizmi arasında bir seçim gibi göstermesini yalanlayacak şekilde, süregiden Ukrayna krizinde kesin şekilde Rusya’yı destekliyor. Ukrayna’daki olaylar – Yanukoviç ve çetesini iktidardan eden kitlesel protestolar – Putin’in yeniden canlandırdığı karanlık mirasa karşı bir savunma olarak anlaşılmalıdır. Protestoları tetikleyen, Ukrayna hükümetinin Rusya ile iyi ilişkileri Ukrayna’nın Avrupa Birliği ile entegrasyonunun önüne koyma kararı olmuştur. Öngörülebilir şekilde, birçok antiemperyalist solcu haberlere Ukraynalılara tepeden bakarak tepki göstermiştir: ‘Ne kadar da kandırılmış durumdalar! Halen Avrupa’yı idealize ediyorlar, AB’ye katılmanın Ukrayna’yı Batı Avrupa’nın ekonomik sömürgesi yapacağını, eninde sonunda Yunanistan’la aynı sonu paylaşacaklarını göremiyorlar!’ Aslında, Ukraynalılar AB realitesi konusunda kör olmaktan çok uzaklar. İçindeki sorunların ve eşitsizliklerin gayet farkındalar: Mesajları sadece kendi durumlarının çok daha kötü olduğu. Avrupa sorun yaşıyor olabilir ancak bunlar zengin bir adamın sorunları.
O zaman ne yapmalıyız? Ukrayna’nın tarafını mı tutmalıyız? Bunu yapmak için ‘Leninist’ bir neden var. Lenin son yazılarında, Devlet ve Devrim’in ütopyasını terk ettikten çok sonra, Bolşevizm için makul, ‘gerçekçi’ bir proje fikrini araştırdı. Rus kitlelerinin ekonomik az gelişmişliği ve kültürel geriliği yüzünden, Rusya’nın ‘sosyalizme doğrudan geçişi’ için yol olmadığını savunur: Sovyet iktidarının tüm yapabileceği, ‘devlet kapitalizminin’ ılımlı politikalarını köylü kitlelerinin yoğun kültürel eğitimi ile birleştirmek olabilir – propaganda ile beyin yıkamak değil ama uygar standartların sabırlı, aşamalı bir şekilde empoze edilmesi. Rakamlar, ‘Batı Avrupalı sıradan bir uygar ülkenin standardına erişmek için halen yapmak zorunda olduğumuz epeyce zorunlu iş olduğunu gösteriyor… Kendimizi halen kurtaramadığımız yarı Asyatik cehaleti aklımızdan çıkarmamalıyız.’ Ukraynalı protestocuların Avrupa referanslarını, onların hedefinin de, ‘Batı Avrupalı sıradan bir uygar ülkenin standardına erişmek’ olduğunun işareti sayabilir miyiz?
Fakat işler burada hızla karışabiliyor. Ukraynalı protestocuların referans aldığı ‘Avrupa’, tam olarak neyi ifade ediyor? Tek bir fikre indirgenemez: Milliyetçi, hatta faşist unsurları bile kapsıyor fakat uygulamada bugün Avrupalı kurumlar ve yurttaşların kendileri çoğunlukla ihanet etse de, Avrupa’nın küresel politik muhayyile benzersiz katkısı olan, Etienne Balibar’ın égaliberté, “eşitlik içinde özgürlük” dediği fikri de içeriyor. Bu iki kutup arasında, Avrupa liberal demokrat kapitalizminin değerine nahif bir güven de söz konusu. Avrupa Ukrayna protestolarında kendi en iyi ve en kötü yanlarını, karanlık yabancı düşmanlığının yanı sıra, kendi özgürlükçü evrenselciliğini de görebilir.
Karanlık yabancı düşmanlığı kısmından başlayalım. Ukrayna milliyetçi sağı, Balkanlardan İskandinavlara, ABD’den İsrail’e, Orta Afrika’dan Hindistan’a dek bugün ne olduğunun bir örneği: Etnik ve dini tutkular patlama halinde ve Aydınlanma değerleri geriliyor. Bu tutkular daima vardılar, beklemedeydiler; yeni olan sergilenme şekillerindeki arsızlık. Kendisini özgürlük, eşitlik, bütün mensupları için eğitim ve sağlık hakkı gibi büyük modern aksiyomlarla tamamen bütünleştirmiş, ırkçılık ve cinsiyetçiliğin kabul edilemez ve saçma şeyler olarak görüldüğü bir toplum hayal edin. Fakat sonra da şunu hayal edin; toplum bu aksiyomlara sözde bağlılık sergilemeye devam etmesine rağmen, fiilen özlerinden koparılmış durumdalar. Avrupa tarihinden çok yakın tarihli bir örnek: 2012 yazında, Macaristan’ın sağcı başbakanı Viktor Orbán, Orta Avrupa’da yeni bir ekonomik sisteme ihtiyaç duyulduğunu açıkladı: ‘Umarım Tanrı yardımcımız olur da ekonomik açıdan ayakta kalabilmek adına, demokrasi yerine hayata geçirmek zorunda kalacağımız yeni bir politik sistem icat etmeye mecbur olmayız… İşbirliği bir niyet meselesi değil, zor meselesi. Belki işlerin bu şekilde ilerlemediği ülkeler de var, örneğin İskandinavya ülkeleri, fakat bizim gibi yarı Asyatik toplumlarda, yalnızca zor birleştirebilir.’
Bu sözlerdeki ironi, bazı eski Macar muhaliflerde de etki bırakmadı değil: Sovyet ordusu 1956 ayaklanmasını bastırmak için Budapeşte’ye hareket ettiğinde, kuşatılmış Macar liderlerin Batı’ya tekrar tekrar gönderdiği mesaj, Asyalı komünistlere karşı Avrupa’yı korudukları idi. Şimdi, komünizmin çöküşünden sonra, Hıristiyan muhafazakâr hükümet, ana düşmanını, bugün Batı Avrupa’nın ifade ettiği çok kültürlü tüketimci liberal demokrasi olarak belirliyor. Orbán, hâlihazırda ‘Asyalı değerlere sahip bir kapitalizm’e olan sempatisini ifade etmiş durumda; Orbán üzerindeki Avrupa baskısı devam ederse, Doğu’ya ne mesaj yollayacağını kolayca tahmin edebiliriz: ‘Biz burada Asya’yı savunuyoruz!’
Günümüzün göçmen karşıtı popülizmi, doğrudan barbarlık yerine insan yüzlü bir barbarlık getirdi: Hıristiyan ahlakının ‘komşunu sev’ anlayışından, kabileyi barbar Öteki’nin önüne koyan pagan ayrıcalıklılığı anlayışına bir gerileme. Kendisini Hıristiyan değerlerinin savunucusu olarak sunsa da, aslında Hıristiyan mirasına yönelik en büyük tehdit. G.K. Chesterton, yüzyıl önce şöyle yazdı: ‘Özgürlük ve insanlık adına Kilise ile savaşmaya başlayanlar, sonunda Kilise ile savaşmak adına özgürlük ve insanlığı bir kenara fırlattılar … Laiklik taraftarları, kutsal şeyleri mahvetmediler; eğer onları rahatlatacaksa, laiklik taraftarları, laik şeyleri mahvettiler.’ Din savunucuları için de aynı şey geçerli değil mi? Fanatik din savunucuları çağdaş laik kültüre saldırmaya başladılar; sonunda vardıkları yerin, anlamlı tüm dini deneyimden vazgeçmek olması şaşırtıcı değil. Benzer şekilde, birçok özgürlük savaşçısı antidemokratik köktenciliğe karşı savaş verme konusunda o kadar hevesliydi ki, sonunda eğer ki savaştıkları terör ise, özgürlük ve demokrasiyi bir kenara atar oldular. ‘Teröristler’ başka bir dünyaya sevdaları uğruna bu dünyayı mahvetmeye hazır olabilirler, fakat teröre karşı savaşanlar salt Müslüman ötekiye olan nefret adına kendi demokratik dünyalarını mahvetmeye hazırlar. Bunların bazıları insan onuruna o derece düşkün ki, onu savunmak adına işkenceyi yasallaştırmaya hazırlar! Göçmen ‘tehlikesine’ karşı Avrupa’yı savunanlar da farklı bir şey yapmıyor. Yahudi-Hıristiyan mirasını koruma gayretlerinde, o mirasta önemli olan şeyleri feda etmeye hazırlar. Avrupa’ya yönelik gerçek tehdit, onu işgal etmeyi bekleyen hayali göçmen kitleleri değil, Avrupa’nın göçmen karşıtı savunucuları.
Bu gerilemenin işaretlerinden biri, yeni Avrupa sağının sık sık duyulan bir talebi: İki ‘aşırıcılığa’, yani sağa ve sola daha ‘dengeli’ bir bakış. Bize tekrar ve tekrar, aşırı sola (komünizme) Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra aşırı sağa (yenilgiye uğratılan faşistlere) davrandığı gibi davranılması gerektiği söylendi. Ancak gerçekte burada hiçbir denge yok: Faşizm ile komünizmin eşitlenmesi, faşizme örtülü bir ayrıcalık tanımaktır. Sağ, faşizmin komünizmin kopyası olduğunu söyler: Mussolini, faşist olmadan önce bir sosyalistti; Hitler de nasyonal sosyalistti; toplama kampları ve soykırıma varan şiddet, Naziler bunlara başvurmadan on yıl önce Sovyetler Birliği’nin özellikleriydi; Yahudilerin imhasının örneği, sınıf düşmanının imhasında net şekilde bulunabilirdi vb. Bu argümanların özü, ılımlı faşizmin komünizm tehdidine karşı meşru bir yanıt olduğunu iddia etmektir (uzun zaman önce Ernst Nolte tarafından Heidegger’in Nazizm’le ilişkisini savunmak adına öne sürülmüş bir görüş). Slovenya’da sağ, İkinci Dünya Savaşı sırasında partizanlarla savaşan antikomünist İç Savunmanın (büyük şeytan komünizmi alt etmek için Nazilerle işbirliği yapmak şeklindeki zorlu kararı vermişlerdi) geri getirilmesini savunmaktadır.
Ana akım liberaller, temel demokratik değerler etnik veya dini köktenciliğin tehdidi altındayken, liberal demokratik değerler etrafında birleşmemiz, ne kurtarabiliyorsak kurtarmamız ve daha radikal toplumsal dönüşüm hayallerini bir kenara bırakmamız gerektiğini söylüyorlar bize. Fakat bu dayanışma çağrısında ölümcül bir kusur var: Liberalizmin ve köktenciliğin kötücül bir döngüye nasıl yakalandıklarını görmezden geliyor. Köktenciliğin öfkeyle karşılık vermesine ve kendisini dayatmasına neden olan şey, liberal hoşgörüyü ihraç etmeye dönük saldırgan girişim. Günümüz politikacılarının bize liberal özgürlük ile köktenci baskı arasında bir seçim yapmayı önerdiğini ve ‘Kadınların kamusal hayattan dışlanmasını ve haklarından yoksun kalmasını mı istiyorsunuz? Her din eleştirisinin idam cezası almasını mı istiyorsunuz?’ şeklindeki retorik soruyu zafer kazanmışçasına sorduklarını duyduğumuzda, şüphelenmemiz gereken şey yanıtın aşikarlığı: Bunu kim ister ki? Sorun, liberal evrenselciliğin uzun süreden beri masumiyetini yitirmiş olması. Max Horkheimer’ın kapitalizm ve faşizm hakkında 1930′larda söyledikleri, farklı bir bağlamda bugün için de geçerli: Liberal demokrasiyi eleştirmek istemeyenler dini köktencilik konusunda da susmalı.
Ukrayna’daki liberal demokratik kapitalist Avrupa hayalinin kaderi ne olacak? Ukraynalıları AB’de ne beklediği net değil. Sık sık Sovyetler Birliği’nin son on yılından bilindik bir fıkrayı anlatırım ama ancak bu kadar uyar. Bir Yahudi olan Rabinovitch yurtdışına göçmek istemektedir. Göçmen ofisindeki bürokrat ona sebebini sorar, Rabinovitch şöyle cevap verir: ‘İki sebeple. Birincisi korkarım komünistler Sovyetler Birliği’nde iktidarı kaybedecek ve yeni iktidar komünistlerin tüm suçlarını bize, yani Yahudilere yıkacak.’ Bürokrat ‘Ama bu saçmalık’ der, ‘Sovyetler Birliği’nde hiçbir şey değişemez, komünist iktidar sonsuza dek sürecek!’ Rabinovitch’in cevabı şöyle olur: ‘Bu da ikinci sebep zaten.’ Bir Ukraynalı ile bir AB yöneticisi arasında benzer bir konuşmayı hayal edin. Ukraynalı şöyle der: ‘Ukrayna’da panik içinde olmamızın iki sebebi var. Birincisi, Rus baskısı altında AB bizi terk edecek ve ekonomimiz çökecek.’ AB yöneticisi sözünü keser: ‘Ama bize güvenebilirsiniz, sizi terk etmeyeceğiz. Tersine, ülkenizin kontrolünü elimize alacak ve size ne yapmanız gerektiğini söyleyeceğiz!’ Ukraynalı da cevap verir: ‘Bu da ikinci sebep zaten.’ Mesele Ukrayna’nın Avrupa’ya layık olup olmaması, AB’ye girecek kadar iyi olup olmaması değil, bugünün Avrupa’sının Ukraynalıların özlemlerini karşılayıp karşılamaması. Ukrayna’nın sonu, iplerin oligarkların elinde olduğu bir tür etnik köktencilik ile liberal kapitalizm karışımı olursa, bugün Rusya’nın (veya Macaristan’ın) olduğu kadar Avrupalı olabilir. (Ukrayna’daki olaylarda çeşitli oligarşi gruplarının – ‘Rus yanlısı’ olanlar ve ‘Batı yanlısı’ olanlar – oynadığı role çok az dikkat çekiliyor.)
Bazı politik yorumcular AB’nin Ukrayna’ya Rusya ile gerilimde yeterince destek vermediğini, AB’nin Rusya’nın Kırım’ı işgaline ve kendine bağlamasına verdiği yanıtın yarım ağız olduğunu iddia ediyor. Ama yokluğu daha göze batan başka bir destek daha var: Tıkanmayı aşmaya dönük herhangi bir uygulanabilir strateji önerisi. Avrupa, tarihindeki özgürlükçü öze olan bağlılığını yenilemediği müddetçe, böyle bir strateji önerecek pozisyonda hiçbir şekilde olmayacak. Ancak ve ancak eski Avrupa’nın çürüyen cesedini arkamızda bırakarak Avrupa’nın égaliberté -eşitlik içinde özgürlük- mirasını canlı tutabiliriz. Avrupa’dan öğrenmesi gereken Ukraynalılar değil: Avrupa, Meydan’daki protestoları motive eden rüyayı yaşatmayı öğrenmeli. Korkmuş liberallerin öğrenmesi gereken ders, bugün liberal mirasta kurtarılmaya değer olanı yalnızca daha radikal bir solun kurtarabileceği.
Meydan protestocuları kahramandılar ancak gerçek kavga – yeni Ukrayna’nın ne olacağına ilişkin kavga – yeni başlıyor ve Putin’in müdahalesine karşı olandan çok daha sert olacak. Yeni ve riskli bir kahramanlık gerekecek. Bu yeni kahramanlık, kendi ülkelerinin milliyetçi arzularına karşı çıkan ve bunu iktidarın bir aracı olarak kınayan Ruslar tarafından gösterilmiş durumda. Artık Ukraynalılar ile Ruslar arasında dayanışmayı yükseltmenin ve gerilim sözlerini bir yana bırakmanın zamanı. Sonraki adım, Ukraynalı siyasi aktivistlerle Putin rejiminin Rus muhalifleri arasında kurulacak örgütlenme ağları ile kardeşliği sergilemek. Bu ütopik görünebilir, fakat ancak böyle düşünerek protestolara gerçekten özgürlükçü bir boyut kazandırılabilir. Aksi takdirde, oligarklar tarafından manipüle edilen milliyetçi arzuların çatışmasından başka bir şey kalmaz elimizde. Böylesi jeopolitik oyunlar, özgün özgürlükçü politikanın hiçbir şekilde yararına değildir.
25 Nisan

Thursday, June 19, 2014

Ekmeleddin İhsanoğlu kimdir, biliyor musunuz? Bir de bizden dinleyin

ekmeleddinkimdir
Demirtaş Ceyhun'un 23 Mart 2008 tarihinde Aydınlık Dergisi'ndeki Sis Çanı adlı köşesinde Ekmeleddin İhsanoğlu’nu yazmıştı.(...)
İşte Demirtaş Ceyhun’un o yazısı;
Ekmeleddin İhsanoğlu kimdir, biliyor musunuz?
Bilmem, farkında mısınız? Cumhuriyet Başsavcısının AKP'nin kapatılması için dava açtığı gün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül eşiyle birlikte Afrika'da gezideydi. Senegal'deydi. Demek, Tekel işçilerinin özelleştirme adı altında Amerikalılara armağan edilen fabrikalarından çıkmamalarının, onbinlerce emekçinin kazanılmış haklarını yitirmemek için IMF'nin buyruğuyla hazırlanmış Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Yasa tasarısını iş bırakıp elde bayrak alanları doldurarak protesto etmelerinin, Cumhuriyet Başsavcısının da tam o sıra türban yaftası altında şeriat devleti kurma provaları yaptığı suçlamasıyla AKP'nin kapatılması için dava açmasının gürültüsü yüzünden Cumhurbaşkanının Afrika'ya gittiğinin bile galiba farkında değildi kimse... Gerçi 1992 yılında bir anlaşma imzalanmışsa da olanaklarının sınırlılığı yüzünden dişe dokunur bir ticari ilişkimizin de bulunmadığı, gerçekten bildiğimiz kadarıyla herhangi bir turistik çekiciliği de olmayan, Atlantik kıyısındaki daha düne dek Fransız sömürgesi küçük ve fakir bu Afrika ülkesine Sayın Cumhurbaşkanı niçin gitmiştir acaba?
TÜRKİYE'Yİ TEMSİL ETMEYE GİTMİŞMİŞ ...
Cumhuriyet Başsavcısının, laik Cumhuriyet'in yerine bir şeriat (din) devleti kurmaya çalışmakla suçlayıp AKP'nin kapatılmasını istediği iddianamesinde de İslam Konferans Örgütü'nden bilmem söz edilmekte midir? Çünkü Sayın Cumhurbaşkanı da eşiyle birlikte Senegal'e meğer turistik bir amaçla değil, İslam Konferans Örgütü Liderler Zirvesi'nde Türkiye'yi temsil etmek için gitmiş. Toplantıda 2009-2014 dönemi Genel Sekreteri seçilecekmiş ve Türkiye'nin yaptığı Ekmeleddin İhsanoğlu'nun bu görevi bir dönem daha sürdürmesi önerisi İslam Konferans Örgütü Dışişleri Bakanları'nın Uganda toplantısında kabul edildiği için, Sayın Gül de meğer kulis yapmaya gitmişmiş Senegal'e. Ola ki laik Cumhuriyeti nasıl bir din devletine haline dönüştürdüklerini dosta düşmana göstermek için de, haremini yanına almış ... Senegal'de de doğrusu büyük bir başarı kazanarak, Ekmeleddin İhsanoğlu'nun İslam Konferans Örgütü Genel Sekreterliği'ni bir dönem daha sürdürmesini sağlamış.
"LAIK DEVLET" OLDUĞUMUZ İÇİN KATILMAMIŞTIK
İslam Konferans Örgütü de, bilindiği gibi Soğuk Savaş'ın dünyayı kasıp kavurduğu günlerde, hiç kuşku yok ki Amerikan emperyalizminin toplumları dinselleştirerek Sovyetler Birliği'ne karşı oluşturduğu Yeşil Kuşak politikasının bir parçası olarak 1969 yılında Fas'ın başkenti Rabarta düzenlenen bir toplantıda kurulmuştur. Türkiye bu toplantıya güya laik bir devlet olduğu gerekçesiyle katılmamıştır, ama Dışişlerinden bir görevli göndererek izlemiştir. Milliyetçi Cephe hükümetleri döneminde ise, önce 1975 yılında İhsan Sabri Çağlayangil Dışişleri Bakanları toplantısına katılmış, 1976'da ıstanbul'da yapılan toplantıda İslam Konferans Örgütü'ne üye olmuştur. 1984 yılında Kenan Evren Türkiye'yi ilk kez Cumhurbaşkanı düzeyinde temsil etmiş, AKP iktidarı da 2004 yılında Türkiye Cumhuriyeti adına Ekmeleddin İhsanoğlu'nun İslam Konferans Örgütü Genel Sekreteri olmasını sağlamıştır. Gerçekten, kimdir acaba Ekmeleddin İhsanoğlu, yeterince tanıyor muyuz?
MISIR VATANDAŞI
Çünkü 12 Temmuz 2004 tarihli Nokta dergisine bakılırsa, "Atatürk'e karşı olduğu için şapka devrimi üzerine ülkeyi terk edip Kahire'ye yerleşen son şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin yardımcısı Şeyh İhsanoğlu'nun oğlu olan Ekmeleddin İhsanoğlu" 1943 yılında Kahire'de doğmuş, 1966'da Kahire'deki Ain Shams Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik-Kimya Bölümü'nü bitirmiş "bir Mısır vatandaşıdır" ve "bir süre El Ezher Üniversitesi'nde de çalışmıştır". İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nce 1995'de kendisine armağan olarak yayımlanmış Feza Günergun'un hazırladığı Osmanlı Bilimi Araştırmaları adlı kitapta verilen bilgilere göre de "Kahire'de organik kimya konusunda yüksek lisans yapan" İhsanoğlu "1970 yılında Türkiye'ye gelerek Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi'ne asistan olarak girmiş, 1974 yılında organik kimya üzerine doktor yapıp, 1975 yılında gittiği İngiltere'den döndükten sonra da 1978'de Ankara Fen Fakültesi'nde organik kimya doçenti olmuştur.
YILDIZI 12 EYLÜL'DEN SONRA PARLADI
Gene Nokta dergisindeki bilgilere göre, "Türkiye'deki ilericilik o kadar ileri gitmişti ki Kuran'ın böylesine şiirsel bir mealinin varlığı herkes için zararlı olabilir" diyerek 1936'da İstanbul'da ölen Mehmet Akif'in "Mısır'da kaleme aldığı Kuranı Kerim'in Türkçe çevirisini" güya "vasiyeti üzerine yakıp yok ettiğini" söyleyen Ekmeleddin İhsanoğlu'nun yıldızı ise, asıl 12 Eylül darbesinden sonra birden olağanüstü parlamıştır. Daha 1980 yılında, Suudi parasıyla Kenan Evren'in Yıldız'da bir köşk bağışlayıp kurdurduğu İslam Konferans Örgütü'ne bağlı İslam Tarih Sanat ve Kültür Araştırmaları Merkezi (IRCICA) direktörlüğüne getirilmiştir hemen. 1984 yılında da, Kimya Doçenti iken Kültür ve Bilim Tarihi Profesörü yapılıp, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde YÖK'ün kurdurduğu "Bilim Tarihi Bölümü" başkanlığına atanmıştır. Sanki bu tarihten itibaren "Türk Kültür ve Sanatı" veya "Osmanlı Kültür ve Sanatı" terimleri yerine "İslam kültür ve sanatı" terimi planlı biçimde yerleştirilirken, "Türk-İslam sentezi" tezi de politikada egemen kılınmıştır.
NE ZAMAN NASIL PROFESÖR OLDUĞU BELLI DEĞİL
Gerçekten, Sayın İhsanoğlu asistan olabilmek için ne zaman TC vatandaşlığına geçmiştir acaba? Kahire'de okuduğu üniversitenin denkliği ne zaman kabul edilmiş, "kimya doçenti" iken birden "kültür ve bilim tarihi profesörlüğü"nü hangi üniversitede, hangi çalışmasıyla kazanmıştır? Bu soruları, taaa 14 Ağustos 2000'de Cumhuriyet'te çıkan "Gerçekten Kimdir Bu Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu" adlı yazımda da sormuştum. Nasıl unuturum... İstanbul Üniversitesi Rektör yardımcısı Prof. Nur Serter de beni arayıp "teşekkür" etmiş ve "yazım üzerine Sayın İhsanoğlu'nun Üniversite'deki dosyasını getirtip incelediğini, ancak nerede ne zaman profesör olduğuna dair dosyada da bir bilgi bulunmadığını ve hemen YÖK'e yazıp profesörlük dosyasını istediğini, gelir gelmez de bir kopyasını bana göndereceğini" söylemişti. Demek, iyi saatte olsunlar buna da izin vermemişler. "Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete" dostlar, bari zebanileri iyi tanıyalım ....

19 Hazıran 1953 de Rosenbergler idam edildi


Julius ve Ethel Rosenberg çifti, Sovyetler Birliği lehine casusluk yapmaktan ve atom bombası yapımının sırlarını düşmana teslim etmekten ötürü yargılandı ve ölümle cezalandırıldı. Bu suçları işlediklerine dair somut bir kanıt hiçbir zaman elde edilemedi. İdamlarını engellemek için tüm dünyada protesto gösterileri yapıldı. ABD hükümeti, bu idamlarla ülkedeki muhaliflerine gözdağı vermiş oldu.
İkinci Dünya Savaşı'nın ardından devasa iki kapitalist kampa bölünmüş olan dünyada, "soğuk savaş" adı verilen bir dönem başlamıştı. Bu kampların başı çeken ülkelerinden biri olan ABD, 50'li yıllarda ekonomik durgunluğun, Kore savaşının, aşırı silahlanmanın ülkesiydi. Ülkede güçlü bir muhalif rüzgâr esmeye başlamıştı. ABD'nin yeni cumhuriyetçi hükümeti, duruma hâkim olabilmek ve yükselen muhalif sesleri bastırabilmek için, senatör McCarhty önderliğinde yeni bir kampanyaya başladı. Bu kampanya, ABD politikalarına muhalif olan bütün sesleri "komünist ve vatan haini" gibi bildik suçlamalarla karalama, susturma ve fiziksel olarak imha etmek üzerine kuruluydu. Yaşananlar tam bir cadı avıydı. İşçiler üzerinde korkunç bir terör estiriliyor, işçi önderleri komünist oldukları gerekçesiyle hapse atılıyor, işten çıkartılıyordu.
Rosenberg olayı işte böyle bir arka plan temelinde yaşanıyordu. Julius ve Ethel Rosenberg, Yahudi kökenli Amerikalılardı. Her ikisi de çeşitli işçi eylemliklerine katılmış, Komünist Partisi'yle çeşitli seviyelerde ilişkiler kurmuş, sınıf mücadelesiyle ilgilenmiş insanlardı. 1936'da bir işçi toplantısında tanıştılar ve 1939'da evlendiler.
Julius Rosenberg, 1945'te Komünist Partisi'ne üye olduğu gerekçesiyle işten çıkartıldı. Ailenin ekonomik durumu bozuldu. Julius, kayınbiraderi David Greenglass'la birlikte küçük bir tamirhane açtı, ancak işler iyi gitmedi. Tam bu noktada ise kurulan komplo işlemeye başladı. 1945'te tutuklanan bir ABD Komünist Partisi üyesi, sorgulamalar sonucunda FBI'a Ethel'in küçük kardeşi David Rosenberg'in ismini verdi. David'in ifadeleri ise Rosenberg çiftinin casuslukla suçlanmasına neden oldu. Karısı Ruth da Rosenberg çifti aleyhine şahitlik yaptı.
David, gençliğinde ABD Komünist Partisi'nin gençlik örgütü üyesiydi. Askerliğini atom bombasının gizlice üretildiği yer olan Los Alamos'ta yapmıştı. Terhis edilirken uranyum ve bazı aletler çalmış ve yakalanmış, böylece FBI'in şantajları için uygun bir aday haline gelmişti. Julius ve Ethel Rosenberg çifti için yapılan suçlama da, Sovyet ajanı olmak ve atom bombasıyla ilgili bilgileri Sovyetler Birliği'ne sızdırmaktı.
İlk olarak 17 Temmuz 1950'de Julius Rosenberg yakalanıp tutuklandı, ardından da karısı Ethel. Rosenberg çifti, her duruşmada kendilerine yöneltilen suçlamaları kesin bir dille reddetti.
5 Nisan 1951 tarihinde mahkeme Rosenberg çiftini ölüm cezasına çarptırdı. Kararın verilmesinin hemen ardında bütün dünyada idam karşıtı büyük gösteriler yapıldı. Bu gösteriler her ne kadar infazların bir müddet ertelemesini sağladıysa da, tam olarak durdurmayı başaramadı. Fakat kamuoyunun tepkisi çok büyüktü.
ABD hükümeti, bu tepkiler karşısında Rosenberglerle pazarlık yapmaya başladılar. Rus ajanı olduklarını kabul ettikleri takdirde idamları durdurulacak, 30 yıl hapisle cezalandırılacaklardı. Ancak Rosenbergler bu teklifi reddetti. ABD hükümeti, suçlamayı kabul etmeleri yönünde psikolojik baskısını son ana kadar sürdürdü. Julius ile Ethel'i birbirlerine düşürmeye çalıştılar. Birinin diğerinin aleyhine ifade vermesini sağlamaya çalıştılar. İnfaz günü olarak belirlenen 18 Haziran 1953'te ise Rosenbergler'e son teklif götürdüler. Sabaha kadar Washington'a telefon açarak affedilmelerini istedikleri takdirde, biri 6, diğeri 10 yaşında olan çocuklarına kavuşabileceklerdir. Ancak Ethel ve Julius Rosenberg, kendilerine destek olan yüzlerce insanın tümünü çocukları olarak gördüklerini, o insanlara ihanet etmektense ölmeyi yeğlediklerini söylediler ve idamı tercih ettiler.
Kendilerine yönelik bu saldırının, ABD'de komünistlere karşı yürütülen politikaların bir sonucu olduğunu söylemelerine ve iddiaların tamamını çürütmelerine, suçsuzluklarını kanıtlamalarına rağmen 1953 yılında elektrikli sandalyede idam edildiler.
David Greenglass, yargılama sonucunda 15 yıla mahkûm oldu. Ancak bir süre sonra tahliye edildi ve kendisine yeni bir kimlik verildi. Rosenberglerin idamından on üç yıl geçtikten sonra, mahkemeye sunulan delillerin, gösterilen şahitlerin ve suçlamaların tümünün düzmece olduğu bizzat şahitler tarafından açıklandı.
Rosenberg örneği, köşeye sıkıştıkları anda toplumun dikkatini başka yöne çekmek için egemen sınıfın ne tür oyunlara başvurabileceklerini ortaya koyuyor. Türkiye'de de "bu iş böyle gitmez" diyenlerin vatan haini, komünist suçlamalarıyla yıllarca mahkemelerde süründürüldüklerini biliyoruz. Rosenberg çifti, kendilerini kurtaracak olanın işçi sınıfının kitlesel hareketi olduğunu biliyordu. Bunu yazdıkları mektuplarda da ifade etmişlerdi. Yığınların kitlesel mücadelesini örmek, öne çekmek, işte bu nedenle daha da büyük bir önem taşıyor.

Wednesday, June 18, 2014

“Bu fetva nedeniyle binlerce kadın ve genç kız zarar görecek”

“Bu fetva nedeniyle binlerce kadın ve genç kız zarar görecek”

Celal Talabani’nin lideri olduğu Kürdistan Yurtseverler Birliği’ni (KYB) Musul Sorumlusu Halo Penciwini, peşmergenin ele geçirdiği bölgelerden hiçbir şekilde çıkmayacağını bildirdi.
Penciwini, Irak ordusunun bıraktığı boşluğu peşmergenin doldurmaya devam edeceğini ifade ederek, “Peşmerge girdiği bölgelerden hiçbir şekilde çıkmayacaktır. Bu bölgeler, Irak askerlerinin kontrolündeyken güvenlik durumu çok iyi değildi. Neredeyse her gün bombalı saldırılar düzenleniyordu. Irak güçlerinin sağlayamadığı güvenliği Peşmerge sağlayacak” dedi.
“Yalnızca Şiilerden oluşan bir ordu, ülkede güvenliği sağlayamaz”
Irak Başbakanı Nuri Maliki’nin, sadece Şiilerden kuracağı ordunun, ülkenin güvenliğini sağlamayacağını belirten Penciwini, “Irak ordusu, IŞİD saldırılarında ağır darbe aldı. Ordunun toparlanması kolay olmayacak. Başbakan Maliki, yeni bir ordu kurma girişiminde bulundu. Ancak bu güç, sadece Şiilerden oluşuyor. İçerisinde Sünniler ve Kürtler yok. Yalnızca Şiilerden oluşan bir ordu, ülkede güvenliği sağlayamaz” diye konuştu.
Penciwini, ellerine gelen istihbarat bilgilerine göre Musul’da IŞİD’in sürekli toplu katliamlar yaptığını söyledi.
 “Maliki için çalışan tüm asker ve polislerin eş ve kızları militanlar için helaldir”
IŞİD müftüsünün Musul’da yeni bir fetva yayınladığını belirten Penciwini, şöyle devam etti:
“Bu fetvaya göre Maliki için çalışan tüm asker ve polislerin eş ve kızları militanlar için helaldir. Bu fetva nedeniyle binlerce kadın ve genç kız zarar görecek. Bu fetvayı onaylamayan birçok Sünni imamın kurşuna dizilerek idam edildiği bilgisi geldi bize.”

Sunday, June 15, 2014

Suriye ordusu Keseb’i geri aldı, çeteler Türkiye’ye kaçtı

Lazkiye’nin kuzey kırsalında cihatçı çetelere yönelik operasyonlarını sıklaştıran Suriye ordusu ve Halk Direniş Komiteleri 21 Mart tarihinde çetelerin saldırısına uğrayan tarihi Ermeni kasabası Keseb’i geri aldı
Yerel kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre, 21 Mart’ta Türkiye tarafından giriş yapan cihatçı çetelerin saldırdığı Suriye’nin Keseb kasabası, Suriye ordusu ve Halk Direniş Komiteleri’nin operasyonlarıyla geri alındı. Yaralanan cihatçılar Türkiye tarafından sınır 0 noktasında bekleyen ambulanslarla hastanelere taşınırken, diğer cihatçılar küçük gruplar halinde Türkiye tarafına kaçtılar.
Suriye Devlet Televizyonu haberi, “Ordu birlikleri Türkiye ile stratejik bir sınır kapısı yakınında bulunan Keseb’in denetimini ele geçirdi” şeklinde duyurdu. Devlet Televizyonu, “Ordu birlikleri, çok sayıda teröristi öldürdükten ve silahlarını imha ettikten sonra Lazkiye vilayetindeki Keseb kentinde güvenliği ve istikrarı sağladı” dedi.
Türkiye sınırından gönderildiler, geri döndüler
Daha önce Türkiye’nin sınır köylerinden girerek çetelerin saldırısına maruz kalan ve Sendika.Org ile Çapul TV’nin saldırı görüntülerine ulaştığı sınır 0 noktasındaki, Suriye’nin Keseb sınır karakolu çetelerden geri alındı, karakola yeniden Suriye bayrağı çekildi.
Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, cihatçı çetelerin Türkiye sınırındaki stratejik öneme sahip Keseb’den çekildiğini duyurdu. Londra merkezli muhalif kuruluş, “Nusra Cephesi ve İslami tugaylara bağlı savaşçıların çoğunluğu Keseb’den çekilerek, arkalarında sınırlı sayıda savaşçı bıraktı” dedi.
Cihatçıların Türkiye tarafındaki Yayladağı’na çekildiği belirtildi.
Anadolu Ajansı haberin de bölgede yoğun çatışmaların devam ettiği ve çatışmalarda yaralanan 11 kişinin Yayladağı Toplum Sağlığı Merkezi’ne getirildiği bildirildi.