Saturday, November 28, 2015

“Özel Timde Dini Radikalizm Milliyetçilikle Bütünleşiyor”

TAHİR ELÇİ YORUMLADIİdil’de özel timin tekbir getirerek havaya ateş açması ve Silvan’da duvarlara yapılan yazılamaları değerlendiren Elçi, 90’larda özel timde hakim olan milliyetçi ideolojinin artık dini radikalizmle birleştiği görüşünde.Ekin KaracaDiyarbakır - BİA Haber Merkezi18 Kasım 2015, Çarşamba 16:38“90’lardan daha tehlikeli bir eğilim”

“Şiddetle mücadele de yasalara göre yapılır”
“Halk işgal gücü olarak görüyor”
“Tekbir getirerek ateş etmenin anlamı…”
“Esedulllah timi cihat anlayışıyla hareket ediyor”
Ekin Karaca           Özel Harekat Polislerinden Tekbir Sesleri
Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi ile son günlerde gündeme gelen özel harekat polislerinin Şırnak’ın İdil ilçesinde tekbir getirerek havaya ateş açma görüntülerini ve Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde duvarlara yaptıkları yazılamaları konuştuk.
Bu görüntülerin 1990’ları hatırlattığını ifade eden Elçi, eskiden özel harekat polislerinin milliyetçi ideolojiyle yaklaştığını, bugün ise özel timde radikal dinci-milliyetçi çizginin hakim olduğunu belirtiyor.
Duvarlarda yer alan “Esedullah timi” imzasının da özel tim içindeki bu radikal dinci-milliyetçi gruplar tarafından yazıldığını söyleyen Elçi, bu yapının cihatçı anlayışla hareket ettiğini ifade etti.
Elçi’nin bianet’e açıklamalarından satırbaşları şöyle:
“1990'larda özel harekat timi daha çok MHP ve onun milliyetçi ideolojisi altındaydı. O zaman da Kürt kimliğini, halkı aşağılayan ‘Kahrolsun insan hakları’ gibi sloganlar atılırdı.
“Bu dönem ise aynı özel tim radikal dinci-milliyetçi çizginin hakimiyeti altında ve çok daha tehlikeli bir eğilimin geliştiğini görüyoruz.
"Çok ciddi bir tehlike var. Çünkü Kürt toplumunu gerçekten düşman olarak gören, hiç bir sınır tanımayan, kendini hiç bir kurala bağlı hissetmeyen, tamamen vurmak ve öldürmek üzerine meseleye yaklaşan bir bakış açısı var.
“Özel tim de olsanız, şiddetle, silahlı faaliyetle, silahlı militanla da mücadele ediyor olsanız, yine yasaların ve hukukun çizdiği çerçeve içinde görevinizi yapmak durumundasınız.
“Biz Türkiye'de toplumun karşı karşıya gelmesi gibi tehlikelerden söz ederken şükür ki Kürt toplumunda da Türk toplumunda da böyle bir eğilim yok.
“Ama bu güvenlik görevlileri içinde giderek artan aşırı milliyetçilikle bütünleşen dini radikalizm çok daha tehlikeli bir noktaya gidiyor.
“Öte yandan Kürt toplumu güvenlik güçleri böyle davrandığında güvenlik güçlerini kendilerini öldürmeye gelen işgal gücü olarak görüyor.
“Dini değerlere çok bağlı olan Kürt toplumu içinde tekbir getirerek havaya ateş etmenin ne anlamı olabilir?
“Giderek toplumla yabancılaşan, toplumu düşman gören bir yapıyla karşı karşıyayız. Devlet-toplum ilişkileri giderek dağılıyor.
“Esedullah timi denilen yapı birçok yerde görülüyor. Bunlar özel tim içindeki kendilerini daha çok milliyetçi dindar olarak tanıtan, bir tür cihat anlayışıyla hareket eden bir yapı.
“Kürt toplumunu Müslüman olmayan bir toplum gibi görüyorlar ve bu durum tehlikeli hal alıyor.
“Burada da Tayyip Erdoğan'ın zamanında ‘Bunlar Zerdüşt’tür, bunların İslam’la alakası yok’ gibi söylemleriyle de ilgisi var.” (EKN)
2004'te Bilgi Üniversitesi Medya ve İletişim Sistemleri bölümünden, 2008'de Bilgi Üniversitesi Kültürel Çalışmalar yüksek lisans programından mezun oldu. 2006-2007'de Nokta dergisinde, 2008-2011'de Aktüel dergisinde muhabirlik yaptı. 2011'den beri bianet'te çalışıyor.

Wednesday, November 25, 2015

O ANLARIN ÖNCESİ VE SONRASI

1 / 20

O ANLARIN ÖNCESİ VE SONRASI
Sergi | SELAHATTİN SEVİ
TİANANMEN MEYDANI Beijing, Çin, Haziran 1989 © Stuart Franklin / Magnum Photos

İstanbul Modern'de açılan ‘Magnum - Kontakt Baskılar’ sergisi, ikon olmuş birçok fotoğrafı öyküleriyle birlikte görme imkanı sağlıyor. Sergide, 80 yıllık bir dönemin görsel tarihine ait fotoğraflar, öncesi ve sonrasıyla bir araya geliyor.

1959... Soğuk Savaş'ın buz kestiği yıllar. Fotoğrafçı Elliot Erwitt, Sovyetler Birliği'nin başkenti Moskova'da Amerika Fuarı’nda ticari iş almıştır. Mutfak standında Westinghouse buzdolapları için reklam fotoğrafı çekecektir. Standı, ziyaretçileri görüntülerken, karşısında bir anda dünyanın ulaşılmaz, popüler simalarından ikisi belirir: Amerika Birleşik Devletleri Başkan Yardımcısı Richard Nixon ve Sovyetler Birliği Başbakanı Nikita Kruşçev... Peş peşe çektiği karelerden birinde Nixon, Sovyetler Başbakanı'na dikleniyor ve parmağıyla itiyormuş gibi görünüyordur. Sonrasında fuarda Erwitt'e iş veren halkla ilişkiler şirketinin yöneticisi bu müstesna anın da olduğu fotoğrafları alır ve bir sonraki seçimde başkan adayı olacak Nixon'a pazarlar. Fotoğraf, dergilerden gazetelere, billboardlardan afişlere, her yerde kullanılır. Amerika'nın gücünü ve cesaretini ortaya koyuyordur o an. Afişlerdeki ‘Bay Kruşçev, torunlarınız özgür olacak’ sloganı Nixon'a seçimi kazandırmasa da reklamcıların tabiriyle 'olay' olur. Oysa o sansasyonel karenin önü ve arkası hiç de öyle değildir. Bazı fotoğraflarda Kruşçev de sert çıkıyor, bazılarında birlikte gülüp şakalaşıyorlardır. Fuar boyunca konuştukları konu da Soğuk Savaş meseleleri değil, "lahana çorbası mı, kırmızı et mi?" gibi gündelik muhabbetlerdir.
TARİHİN DÖNÜM NOKTALARINI YANSITAN FOTOĞRAFLAR   
İstanbul Modern'de dün açılan ‘Magnum-Kontakt Baskılar’ sergisi, ikon olmuş birçok fotoğrafı öyküleriyle birlikte görme imkanı sağlıyor. Sergide, 80 yıllık bir dönemin görsel tarihine ait fotoğraflar, öncesi ve sonrasıyla bir araya geliyor. Robert Capa'nın 1944 yılında Normandiya Çıkarması'nda Amerikan birliklerinin Omaha kumsalına çıkışı, Eric Lessing'in 1956'da Budapeşte'de çektiği isyancı askerler, Burt Glinn'in 1959'da Havana'da görüntülediği Fidel Castro'yu bekleyen kalabalık, Philip Jones Griffiths'in 1967'de Vietnam'da çektiği, dönemin politikasını etkileyen ‘sivil kurban’, Bruno Barbey'in Mayıs 1968 Paris Ayaklanmaları, Josef Koudelka'nın 1968'de Prag Baharı'nda Çekoslovakya işgali, Stuart Franklin'in 1989'da 5 Temmuz sabahı Pekin'deki Tiananmen Meydanı'nda tanklara karşı tek başına durup yerini terk etmeyen yalnız protestocu, Thomas Hoepker'in 11 Eylül 2001 sabahı New York'ta East River'da çektiği bir grup genç...
Sergide aynı zamanda Philippe  Halsman'ın 1948'de Leda Atomica adlı tablosundan esinlenerek çektiği yakın arkadaşı Salvador Dali, Rene Burri'nin 1963'te bir röportajda çektiği Ernesto ‘Che’ Guevara, Leonard Freed'in 1964'te Nobel Barış Ödülü'nü aldıktan sonra Baltimore'da çektiği ‘kollarla kuşatılmış ve korumaya alınmış’ Martin Luther King, Eve Arnold'un 1961'de Chicago'da ‘şahane işbirliği içinde’ çektiği Malcolm X, David Hurn'ün Londra'da Abbey Road Stüdyoları'nda çektiği ‘ünlü dörtlü’ Beatles gibi birçok siyasi figür, oyuncu, sanatçı ve müzisyenin akıllarda yer etmiş portreleri de yer alıyor.
‘Magnum-Kontakt Baskılar' sergisi Magnum ajansı kurucularından Robert Capa'nın dediği gibi, ‘fotoğrafçıya seçme şansı veren sürecin fotoğrafları'na yakından bakmamızı sağlıyor. Serginin eş küratörlüğünü Lorenza Bravetta ve Gabriele Accornero yapıyor. Bir anlamda sanatçıların eskiz defteri ve gizli günlüğü niteliğindeki kontaktlar, analog dönemin büyülü dünyasına da kapı aralıyor. Sergi vesilesi ile İstanbul’da bulunan Lorenza Bravetta, fotoğrafları ve kontaktlarını sanatçılarla birlikte seçtiklerini anlatıyor. En ünlü ve ikon olmuş fotoğraflar değil, seçme ve düzenleme sürecini en iyi anlatan çalışmalar tercih edilmiş. Buna örnek olarak Steve McCurry'nin çöldeki bir fırtınadaki fotoğrafını gösteriyor Bravetta. Gerçek durum kum fırtınası fakat fotoğrafta sanki çölde dans ediyorlarmış gibi bir hayal var. Söz, artık çalışmadığı Magnum'dan açılınca, ajansın şimdi de saygın bir referans olarak varlığını başarıyla sürdürdüğünü anlatıyor. ‘Çünkü fotoğrafla ilgili prensiplerini terk etmedi.’ diyor. Bravezza, analog dönemde fotoğrafın çekim sürecinden seçim aşamasına kadar büyülü bir süreci olduğunu kabul ediyor, ‘Şimdi her şey çok kısaldı’ diyor. Fotoğrafçıların gittikleri işlerde yorgun bir şekilde otele döndüklerini ve bazen de dikkat edemedikleri için birçok fotoğrafın görülmeden elendiğini, fotoğrafçıları bekleyen tehlikenin düşünme sürecinin kısalması olduğuna dikkati çekiyor. Fotoğraf film döneminde büyülü dünya ise perili köşkünün Magnum çatısı olduğunu hatırlattığımızda da,  ajansın şimdi de saygın bir referans olarak varlığını başarıyla sürdürdüğünü, sağlam bir arşiv ve yenilikçi fotoğrafçılarla bir denge kurmaya çalıştığını belirtiyor. Daha önce güçlü bir arşivi oluşturmak için güçlü bir basın olduğunu hatırlatan Bravetta, medyada fotoğraf kullanımının azaldığını söylüyor.
EFSANELER BİR ARADA
10 yıl boyunca fotoğrafçılarla birebir konuşan ve onlar için mahrem olan kontaktları kitap ve sergi için isteyen Lorenza Bravetta için bu hiç de kolay olmamış. Efsane fotoğrafçı Henri Cartier Bresson, kontakt baskıların biraz psikanalistlerin vaka tarihçelerine benzediğini aynı zamanda hareketi kaydeden bir tür sismograf gibi olduklarını hatırlatıyor: ‘Her şey kaydedilir: Bizi şaşırtan her şey, akış içinde yakaladıklarımız, kaçırdıklarımız, gözden yitenler ya da bir olayın memnuniyet verici bir kareye dönüşünceye kadarki gelişimi...’  David Hurn’ün ise, “En net fotoğrafların genellikle olayın sonrasında, kontakt baskıda belli olduğunu” vurguladığının altı çiziliyor.
Dijital teknolojilerin gelişmesi ve fotoğraf üretimini derinden etkilemesiyle birlikte giderek geçmişte kalan, fotoğrafçının eskiz defterine benzetilen bir çalışma tekniğini anma niteliğini taşıyan sergi, Martin Parr’ın tabiriyle bir ‘kitabe’ işlevi görüyor. Sergide, kontakt baskı ve fotoğraflara; yakın plan ayrıntılar, makaleler, kitaplar ve dergilerden parçalar eşlik ediyor.
Fotoğrafların yaratım süreçlerini kontakt baskılarla görme olanağı sağlayan sergide, Magnum üyeleri tarihe geçmiş fotoğraflarının arka planını samimiyetle izleyicilerle paylaşıyor. Sergide sanatçıların fotoğraflarının hikayelerini anlattığı metinler, Thames & Hudson’ın yayımladığı ‘Magnum Contact Sheets’ başlıklı kitaptan derlenmiş.  
Serginin basın toplantısına sponsor BASF Türkiye, Orta Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesi Başkanı ve BASF Türk CEO’su Volker Hammes, Magnum Photos danışmanı Lorenza Bravetta ve İstanbul Modern Fotoğraf Bölümü Yöneticisi Sena Çakırkaya ile birlikte katılan İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı, “Magnum – Kontakt Baskılar” sergisinin 1930’lardan başlayan ve günümüze uzanan geniş zaman dilimi içinde, Magnum çatısı altındaki fotoğrafçıların dünyanın dört bir yanından toplumsal, siyasal, kültürel tarihi belgeleyen görüntülerini içerdiğini söyledi.
İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi Yöneticisi Sena Çakırkaya ise ‘Bazı fotoğrafçılar karar anını yakalayabilmek için tüm ruloyu kullanırken, bazıları bir sahneyi tek karede bitirebiliyor. Kontakt baskılar fotoğrafların ham halini göstererek, hataları, kaçırılan anları, rastlantısallığı ve fotoğrafçının baskı sürecindeki müdahalelerini açıklıkla ortaya koyuyor.’ Dedi.
58 sanatçının 133 çalışmasının yer aldığı 2 Ağustos 2015 tarihine kadar sürecek. Daha sonra ise Amsterdam ve Latin Amerika yolculuğuna çıkacak.

SERGİDE KİMLER VAR?
Sergide 60 kontakt baskı ve 1 video olmak üzere fotoğraflarla beraber toplam 133 çalışma bulunuyor. Sergide yer alan sanatçılar şunlar: Henri Cartier-Bresson, Chim (David Seymour), Herbert List, George Rodger, Robert Capa, Philippe Halsman (1930-49), Werner Bischof, Marc Riboud, Erich Lessing, Inge Morath, Elliott Erwitt, Burt Glinn (1950-59), Eve Arnold, Cornell Capa, Bruce Davidson, Constantine Manos, René Burri, Leonard Freed, David Hurn, Philip Jones Griffiths, Bruno Barbey, Paul Fusco, Josef Koudelka, Dennis Stock, Guy Le Querrec (1960-69), Susan Meiselas, Micha Bar-Am, Hiroji Kubota, Alex Webb, Abbas (1970-79), Peter Marlow, Steve McCurry, Ian Berry, Martin Parr, John Vink, Jean Gaumy, Ferdinando Scianna, Stuart Franklin, Gueorgui Pinkhassov (1980-89), Patrick Zachmann, Nikos Economopoulos, Larry Towell, Eli Reed, Martine Franck, Chris Steele-Perkins,Chien-Chi Chang, Bruce Gilden, Alessandra Sanguinetti (1990-99), Jacob Aue Sobol, Jonas Bendiksen, Trent Parke, Paolo Pellegrin, Thomas Hoepker, Cristina Garcia Rodero, Alec Soth, Mikhael Subotzky, Jim Goldberg (2000-10), Alex Majoli (2013).

KONTAKT BASKI NEDİR?
Kontakt baskı, bir veya birden fazla görüntünün negatifle aynı boyutlarda tek bir fotoğraf kağıdına pozlanmasıyla elde ediliyor. Çoğu zaman ressamların eskiz defterlerine benzetilen kontakt baskılar; fotoğrafçının, film rulosundaki kareleri ilk gördüğü andır. Fotoğrafların hiç müdahalede bulunulmamış, ham görüntülerini barındırarak sanatçıya bir özeleştiri ve seçim yapma imkanı sunar; bu anlamda, kontakt baskılara bakmak fotoğrafçının saklı tuttuğu özel çalışma alanına girmeye benzer. Diğer yandan fotoğrafçının bizim için seçtiği o eşsiz sahnenin öncesi ve sonrasını göstererek, o anın gerçekleşmesine tanıklık etmemizi sağlar. İzleyiciye çekim sırasında fotoğrafçıyla birlikte hareket ediyormuş ve onun gözlerinden görüyormuş izlenimi verir.

Sergi | Magnum - Kontakt Baskılar (Magnum - Contact Sheets)
           İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi

Saturday, November 21, 2015

Kürdlerde/Kürdistan’da Ana Sorun

Kürdler, 200 yıldır mücadele ediyor. Buna sonuçta özgürlük ve vatan mücadelesi demek mümkündür. Bu yolda Kürdlerin verdiği şehit milyonlarcadır. Kürdlerin bu uğurda verdiği şehit sayısı, Fuat Önen’in dediği gibi, 28 üyeli Avrupa Birliği’nde, 47 üyeli Avrupa Konseyi’nde, 57 üyeli İslam Konferansı’nda, 193 üyeli Birleşmiş Milletler’de yer alan pek çok devletin nüfusundan çok daha fazladır.
İsmail Beşikci
Bir yılı aşkın bir zamandır, Güney Kürdistan’da, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde, sorunlar yaşanıyor.  Başkanlık konusu etrafında düğümlenen sorunlar krize dönüşmüş durumda. Güney Kürdistan’da, siyasal partilerin, İŞİD tehlikesi karşısında bile sağlıklı bir birlik gösterememeleri, insanı şaşırtıcı bir durum. Bu durum Kuzey Küdistan’da, Kürd aydınları arasında, Kürd kamuoyu, Kürd siyasetçiler arasında hüzün yaratıyor. Kürdler bu süreci eleştiren, protesto eden yazılar yayımlıyorlar, duygularını, düşüncelerini gösterilerle konferanslarla panellerle ifade ediyorlar.
8 Ekim 2015 de, Süleymaniye,  Qaladize,  Germiyan  gibi  şehirlerde,  Goran’ın etkili olduğu alanlarda, “maaşlar ödenmiyor” gerekçesiyle, Kürdistan Demokrat Partisi ve   Kürdistan hükümeti aleyhinde yapılan gösterilerde 5 kişi yaşamını yitirdi. Bu durum üzerine, Kürd aydınları, Kürd siyasetçiler, Güney Kürdistan’daki siyasal partileri, Kürdistan hükümetini eleştiren, bu süreçleri protesto eden yazılar yayımladılar.
Kürd siyasal partilerinin, Kürd örgütlerinin, birbirleriyle, sağlıklı bir birlik oluşturamamalarının temel nedeni, Kürdlerin/Kürdistan’ın bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış olmasıdır. Bu, sadece, İran, Irak, Suriye, Türkiye diye coğrafi bir bölünmeyişi parçalanmayı, paylaşılmayı göstermemektedir. Toplumsal olarak da çok yoğun, yaygın bir parçalanma vardır. Aşiretler, aileler bölünmüştür. Toplumsal yapıdaki bölünme siyasal ilişkilere de yansımaktadır. Bir ailede iki kardeş de, siyasal bakımlardan, birbirilerin çok zıt çevrelerde yer alabilmektedir.
Bölünme, siyasal partilere de yansımaktadır. Birbirlerine zıtlı geliştiren siyasal partiler, Kürdistanı, Kürdleri müştereken denetleyen devletlerden birinin desteğini alarak, hasmını, karşı tarafı güçsüz düşürmeye çalışmaktadır.  Kürdistan’ı müştereken denetleyen devletler de, Kürd siyasal partileri arasındaki bu anlaşmazlıkları körükleyerek Kürdler ve Kürdistan üzerindeki denetimlerini pekiştirmeye gayret etmektedir. Siyasal partiler de, kendi örgütsel çıkarlarını korumak, geliştirmek için,  anlaşmazlık içindeki çevreyi zayıf düşürmek için o devletle ilişkilerini sürdürmektedir.
Bu çok olumsuz durumlardan kurtulmanın yolu, örgüt çıkarlarını değil, genel olarak Kürdistan çıkarlarının ön plana koymaktır. “Kürdistan çıkarlarının tek ben savunuyorum, başkaları,  Kürdistan çıkarları adı altında kendi örgütünün çıkarlarını savunuyor” itirazı geçerli bir itiraz değildir.
Kürdistan’ın genel çıkarları savunmak için de insanlarını kendilerini sorgulamaları gerekir.  Yakındoğu’da, Ortadoğu’da, Türk, Arap ve Fars yönetimleri karşısında, Kürdlerin/Kürdistan’ın konumu nedir, sorusunun irdelenmesi gerekir. Bu açıdan Kürdlerin kendilerini sorgulanması önemlidir. İran, Irak, Suriye, Türkiye devletlerinin Kürdlerin, Kürdistan’ın genel çıkarlarına yönelik, bir iş yapmayacaklarını, bilakis olumlu gelişmeleri engelleyeceklerini bilmek kaçınılmazdır. İşte bütün bunlardan dolayı, yüksek bir, Kürd/Kürdistan bilincinin oluşturulması önemli olmalıdır.
Bugün dünya uluslar ailesine katılmak, dünya uluslar ailesinin eşit bir ferdi olmak önemlidir. Bu amaç doğrultusunda çaba sarfetmek ihmal edilmemelidir.  Kürdlerse, dünya uluslar ailesinin eşiti bir ferdi olmak şöyle dursun,  dünya uluslar ailesinin bir ferdi bile değildir. Bunca nüfusuna rağmen, dünya uluslar ailesi içinde bir statü elde edememiş olmaları Kürd yurtseverlerinin düşündürmelidir.
Bu ana konular etrafında, kendini,  kendi örgütünü, çevresin sorgulayanlar Kürdistan etrafında daha kolay bir şekilde birleşir. Bu anlayış doğrultusunda, toplumsal ve siyasal sorunlar konusunda taviz vermek gerekirse, birbirlerin taviz verirler. Zira Kürdlerin birbirlerine verdikleri taviz, sonuçta, Kürdleri büyütür. Ama devlete verilen taviz, sonuçta Kürdleri azaltır,  noksanlaştırır. Bu hem taviz veren Kürd örgütünü, hem de hem de örgütün anlaşmazlık içinde olduğu örgütü, genel olarak bütün Kürdleri küçültür, ama devlete muhakkak kazandırır.
Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması, Kürdlere çok büyük darbeler vurmuştur. Bu, Kürd toplumunda, iskeletin parçalanması, beynin dağılması gibi bir etki yaratmıştır.  Oluşturulan suni sınırlarda, Kürdlerin birbirlerinden koparılması için çok yoğun kapsamlı önlemler alınmıştır. Mayın tarlaları, dikenli teller, dikenli tellere elektrik verilmesi, gözetleme kuleleri, casus uşakları, … bölünmeyi, parçalanmayı paylaşılmayı derinleştirmek ve yaygınlaştırmak için etkili bir şekilde kullanılmıştır. Bugün de kullanılmaktadır.
Bölünme, parçalanma, paylaşılma, bir toplumun başına gelebilecek çok büyük bir felakettir. Bu felaketin ne zaman yaşandığı, nasıl yaşandığı zengin olgusal dayanaklarıyla incelenmelidir.
Kürdlerin/Kürdistan’ın bölünmesinde, parçalanmasında, paylaşılmasında,  dönemin emperyal güçleri, Büyük Britanya’nın ve Fransa’nın çok büyük rolü olduğu besbellidir. Bu emperyal güçlerin, Yakındoğu’daki ve Ortadoğu’daki, Türk, Arap ve Fars yönetimleriyle işbirliği yaptığı da açıktır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Milletler Cemiyeti döneminde yaşanan bu sürecin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Birleşmiş Milletler döneminde de sürdürüldüğü bilinmektedir. Bu yönlerden, Milletler Cemiyeti düzeninin ve Birleşmiş Milletler düzeninin etkin bir şekilde eleştirilmesi gerekir. Düşünelim ki, gerek Milletler Cemiyeti, gerek Birleşmiş Milletler, uluslararası barışın kurulması için çaba gösteriyorlardı. Uluslar arası barışın kurulmaya çalışıldığı bu dönemlerde, Kürdlerin/Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması, ne anlama gelmektedir? Bunun Kürdlerin ve Kürd dilinin yeryüzünden silinme çaba olduğu çok açıktır.
1920’lerde, anti-Kürd bir dünya nizamı kurulduğu, 1945 den sonra bu düzenin kurumlaştırılmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu bakımlardan, Milletler Cemiyeti düzeninin, Birleşmiş Milletler düzeninin Kürd/Kürdistan sorunları açısından irdelenmesi önemli olmalıdır.
Şu da önemli bir konudur.  1920’ler…  Kürdlerin, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması… Bu, Kürdistan’ın, Kürdlerin üçüncü paylaşımıdır. Ulusların Kendi Geleceklerini Belirleme Hakkı’nın gerek Sovyetler Birliği’nde, gerek ABD’de, en çok konuşulduğu, tartışıldığı bir dönemde gerçekleşmiştir.
Üçüncü paylaşılma… Bu, Kürdlerde bir zaafın olduğuna işaret eder. Kürdlere, Kürdistan’a hasım olan güçler, bu zaaflardan yararlanarak onu bölüyor, parçalıyor ve kendi onları, çıkarları doğrultusunda seferber ediyor.  Bu zaafları saptamak, bu zaafların bilincine varmak, onlardan arınmaya çalışmak şüphesiz çok önemlidir.
Kürdleri, Kürdistan’ın bölünmesi parçalanması, paylaşılması, Kürdlerin ve Kürdistan’ın statü kazanmasının önündeki en büyük engel olmuştur. Bu Kürdleri dostsuz bırakmış, düşmanlarını çoğaltmıştır.  Bu bakımdan bu süreci bilincine ulaşmak önemlidir. “Devlet istemiyoruz, sınırlarla bayrakla sorunumuz yoktur…” gibi ifadeler bu bilincin oluşmasını engeller. Bu ifadeler sizin, Kürdistan’ı, Kürdleri yıkan, ezen bu süreçleri dert etmenize engel olur. Halbuki Kürd/Kürdistan sorununun ana noktası budur. Sorunun yüz yıla yakın bir zamandır neden çözülemediği bu durumla yakından ilgilidir.
Kürdlerin, Kürdistan’ın,  Tarihsel ve Arkeolojik Araştırmaların Dışında Tutulması
Bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmanın çok önemli bir etkisi, araştırma inceleme alanında kendini göstermektedir. Kürdler, Kürdistan, tarihsel ve arkeolojik araştırmaların dışında tutulmuştur. Kürdler hiçbir zaman, istek ve iradesi olan bir halk olarak değerlendirilmemiştir. Kürdler, Kürdistan her zaman görmezlikten bilmezlikten gelinmiştir, şey olarak değerlendirilmiştir.
Tarihte, Hurri, Guti, Kassit, Nairi, Mitanni, Subari,Urartu, Med  gibi halklar yaşamışlardır. Bu hakların, İsa’dan önce 2000’lerde, 1000’lerde,  Zağroslar çevresinde yaşadıkları bilinmektedir. Bugün, bu halkların yaşadıkları alanlarda, Kürdler yaşamaktadır.  Fakat, araştırmacılar Kürdlerin bu halklarla ilişkileri konusunu  hiç incelememişlerdir. Örneğin,  Gılgamış Destanı’ndaki, Gılgamış’ın arkadaşı Enqidu’nun , Kürdlerle bağını kurmamak için yoğun bir gayret gösterilmiştir.  Sumerler Yukarı Mezopotamya’daki Gutileri  “dağ ejderi”  diye nitelemektedirler.  Araştımacılar, arkeologlar, Gutilerle Kürdlerin bağını kurmamaya özen göstermektedirler.
Hoşyar Zebari bir konuşmasında,  Zebari Aşireti’nin  köklerinin Subarilere  dayandığını  söylemişti. Bu, araştırmacılar için ufuk açıcı bir ifadedir. Hoşyar Zebari’nin, 2003-2014 yılları arasında Irak Dışişleri bakanı olduğu bilinmektedir. Günümüzde de Irak hükümetinin Maliye Bakanı’dır.
Faysal Dağlı’nın, Kutsal Kitaplar ve Mitolojide Kürdler  başlıklı bir kitabı var. (Aram Yayınevi, Mayıs 2013, İstanbul) Bu araştırmada Faysal Dağlı,  “Kürdistan, Kürd dili ve kültürü,  büyük oranda,  tarih ve arkeoloji araştırmaları dışında tutulduğu için,  Sumerlerle  ilgili tartışmalarda dikkate alınmamaktadır.” demektedir. (s. 23)
Modern dönemde, arkeoloji ve tarih biliminin bunca  gelişimine rağmen,  politik nedenlerden dolayı, Kürdistan’ı araştırmak, arkeologlar ve tarihçiler için araştırma merkezi olmadı.” değerlendirmesi yine Faysal Dağlı’ya aittir. (s. 131)
Türkiye’de, Kürd, Kürdistan konusunun araştırmaya, incelemeye kapatılması resmi ideolojinin gereği olarak gerçekleşmiştir. Düşün yasakları daha çok bu alanla ilgilidir. Resmi ideolojinin, düşün hayatının, bilimi ve sanatı yönlendirdiği açıktır. Resmi ideolojinin herhangi bir ideoloji olmadığını, devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideoloji olduğunu hatırlatmak gerekir. Batılı akademisyenler, üniversiteler ise,  Kürdistan’ı müştereken denetleyen devletleri gücendirmemek için,  Kürdleri, Kürdistan’ı bilmezlikten, görmezlikten gelmektedirler.
Bütün bu engellemelere rağmen, bugünlerde, eski çağ Kürd tarihine karşı yoğun bir ilgi gelişmektedir.  Bu alanda çok değerli incelemeler yayımlanmaktadır. Cemşid Bender’in   (1927-2008), Battal Odabaşı’nın, Bahoz Şavata’nın, Selahattin ali Arık’ın çalışmaları  dikkate değer çalışmalardır. Cemşid Bender’in Kürt Tarihi ve Uygarlığı  (ilk baskı 1991, Kaynak Yayınları)), Battal Odabaşı’nın,  Keyakisar  (Ağustos 2011) Güneşin Krallığı  (Aralık 2014),  kitapları önemlidir.  Salahattin Ali Arık’ın, Aryan İnançlar ve Rêya/Raa Heqİye  ( İBV yayını, Nisan 2015) kitabı yine öyle…
Bahoz Şavata’nın, Ön Asya Halkları ve Aryan Kürdler başlıklı çalışması, İBV Yayınları tarafından yayına hazırlanmaktadır. Kısa bir zamanda yayımlanacaktır. Faysal Dağlı’nın yukarıda sözünü etmeye çalıştığım ufuk açıcı kitabı şüphesiz çok önemlidir.
Kürdlerin/Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılmasının bu süreçlerle çok yakından ilişkili olduğu açıktır. Örneğin, İran, Irak, Suriye, Türkiye gibi  Kürdleri, Kürdistan’ı müştereken denetleyen devletler, Kürdistan bölgesinde, arkeolojik kazılar yapanlara, şöyle bir şart dayatabilirler:  Kazılar sonunda, elde ettiğiniz buluntuları Kürdlerle irtibatlandıran yorumlara girişmeyin veya Kürdleri çağrıştıracak değerlendirmeler yapmayın, aksi halde çalışma ruhsatınız iptal edilir. Gerek yerli, gerek yabancı arkeologlara, araştırmacılara böyle bir koşul dayatılmış olabilir. Bu görüşün olgulara dayanılarak irdelenmesi gerekir.
Arkeolojik kazılarda elde edilen buluntular, örneğin, Sumerlerle, Hititlerle, Asurlarla, Ermenilerle, Araplarla vs. irtibatlandırılıyor, ama Kürdlerle irtibatlandırmamak için önemli bir çaba sarfediyor. Kürd dilinin, Sumer, Hitit, Asur, Elam dilleriyle, ilişkisini kuran değerlendirmelerden kaçınılıyor. Kürdlerin, Kürdistan’ın insanların bilincine çarpmasına engel olmak için her önlem alınıyor.
Kürdler, 200 yıldır mücadele ediyor. Buna sonuçta özgürlük ve vatan mücadelesi demek mümkündür. Bu yolda Kürdlerin verdiği şehit milyonlarcadır. Kürdlerin bu uğurda verdiği şehit sayısı, Fuat Önen’in dediği gibi, 28 üyeli Avrupa Birliği’nde,  47 üyeli Avrupa Konseyi’nde,  57 üyeli İslam Konferansı’nda, 193 üyeli Birleşmiş Milletler’de yer alan pek çok devletin nüfusundan çok daha fazladır. Bu anti-Kürd bir dünya nizamına işaret etmektedir. Bu konunun bilincine varmak da önemlidir. Anti-Kürd dünya nizamı eleştirilmelidir. Bu çerçevede yüksek bir Kürd/Kürdistan bilinci oluşturmak için gayret edilmesi önemlidir.

İsmail Beşikci

Thursday, November 19, 2015

CHP olup bitenin farkında mı?

Seçimler bitti, Erdoğan-AKP kliği elinden kayar gibi olan iktidarı deyim uygunsa sopayla geri aldı. AKP’nin izlediği kaos siyaseti, baskı ve terör yöntemi üzerine kapsamlı analizler yaptık. ABC Gazetesi konuyu bütün yönleriyle irdeledi. CHP konusunda da kimi önemli değerlendirmeler yaptık, ama bu partinin seçim performansı üzerinde birkaç yazı dışında geniş şekilde durmadık.

CHP, seçim sonuçlarının yarattığı hayal kırıklığının da etkisiyle genel başkan seçiminin yapılacağı ve parti yönetiminin yenileneceği bir kurultaya (kongre) gidiyor. Ocak ayında olağan bir kurultay, yani yasal bakımdan zamanı gelmiş bir kurultay yapılacak olmakla birlikte, ilçe ve ilk kongrelerinin de toplanacağı bu sürecinin “olağanüstü” bir niteliğe sahip olacağı açık.
Bu nedenle, toplumun geniş ve dinamik bir kesiminin umut bağladığı, ama çoğu kez bu umudu boşa çıkaran CHP hakkında seçimler bağlamında yeniden kapsamlı bir analiz yapmak şart oldu. Çünkü CHP, hızla yeni bir örgütsel, siyasal ve  ideolojik krizin içine sürükleniyor.
CHP krizinin çok daha derin ve tarihsel nedenleri bulunmakla birlikte, ABC Gazetesi’nin başyazısı niteliğindeki “Keskin Kalem” köşesinin sınırları içinde kalarak, şimdilik görece daha kısa bir döneme ilişkin değerlendirme yapmakla yetineceğim. (Kaldı ki, ‘Keskin Kalem’ köşesinin sınırlarını da hayli zorlayacak ve bu yazıyı olması gerekenden biraz uzun tutacağım.)
CHP’nin içine girdiği örgütsel, siyasal ve ideolojik krizin nedenlerini, 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri bağlamında irdelemek; hem sorunun güncel boyutlarının daha iyi görülmesini sağlayacak hem de somut veriler ışığında krizin nedenlerinin deinliğine kavranmasını kolaylaştıracak.  
O halde başlayalım.
CHP KAOS PLANI VE AKP SALDIRISINA DİRENEMEDİ
Erdoğan-AKP iktidarının, 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarını değiştirmek için uyguladığı kaos planını, CHP başta olmak üzere muhalefet partileri ve solun bazı kesimleri hiçbir zaman tam olarak anlayamadı. Eğer bu planı anlamış olsalardı, hiçbir meşruiyeti olmayan 1 Kasım seçimine bu kadar kolay şekilde “evet” denilemezdi. Teslim oldular. 
Oysa ortada demokratik ve adil bir seçim değil, tam tersine daha birkaç ay önce ortaya çıkan sandık sonuçlarını zorla değiştirmeye çalışan, bunun için anayasayı çiğneyen ve yasaların etrafından dolaşan bir adam ve iktidar vardı.
Amaç, rejim değişikliğini tamamlamak için son engelleri aşmaktı. Çünkü 7 Haziran seçimleri bu oyunu bozacak ölçekte bir sapma anlamına geliyordu.
Bu girişimi önleme ve toplumu harekete geçirme gücüne sahip olan CHP, tam tersine bu oyunun bir parçası haline geldi. Erdoğan-AKP kliğinin uygulamaya koyduğu bu plandan habersiz olduğu ya da durumu kavrayamadığı anlaşılıyordu. Her iki durumda da affedilemez bir zaaf söz konusuydu. CHP, çok değerli bir zamanı AKP ile sahte koalisyon görüşmeleriyle geçirdi.
Oysa yapılması gereken şey, 1 Kasım seçimlerinin meşru olmadığı ilan etmek ve bu seçimlere katılmamak, toplumu bu oyununu bozmak için harekete geçirmekti. AKP’yi seçimlerde yalnız bırakmaktı. Diğer partileri de bu tutumu almaya zorlamaktı. 
CHP’nin olmadığı bir Meclis’le kimse bu ülkeyi yönetemez.
TOPLUMUN GÜVENİ YİTİRİLDİ
Cumhuriyetçiler, solcular ve seçmenler iktidarın saldırılarına maruz kalır, işyerleri yakılıp yıkılırken, CHP ise, “uzlaşmacı, kavga etmeyen ve sorumlu parti”profili vermekle meşguldü. Oysa öncelikle zorbalığa karşı koymak ve saldırıyı püskürtmek gerekiyordu. karşı koymanın yerine barış çağrısı yapmak, zalime/diktatöre teslim olmak demekti.
Bu tutum, CHP’ye yönelik bir sempatiye değil, tam tersine kararlı taraftarları ve örgütlerinde bir özgüven yıkımına, toplumun ilerici kesimlerinde de büyük bir güvensizliğe, karamsarlığa ve yenilmişlik duygusuna yol açtı.
Urfa’nın Suruç ilçesinde 34 sosyalist gencin IŞİD tarafından bombalı saldırı ile katletmesini sinsice kullanan AKP-Erdoğan iktidarı, bu dinci terör örgütüne yönelik operasyon yapıyorum diye, bazı radikal sol grupları ve Kürt örgütlerini hedef aldı. Sonradan ortaya çıktığı gibi AKP iktidarı 14 Ekim’e, yani Ankara katliamının sonrasına kadar IŞİD’e yönelik hiç operasyon yapmamıştı. Ortada sinsi bir yalan vardı.
İşte CHP, “terörle mücadele” operasyonunun esasında sinsice yapılan bu değişikliği de anlayamadı. Daha kötüsü, belki anladı ama sesini çıkarmadı. Öyle anlaşılıyor ki, korktu ve milliyetçi ön yargılara teslim oldu. Oysa AKP, çatışmaları sola ve Kürt gruplarına doğru yayarak, hem karşısında direnecek güçleri sindirmek hem de bir terör ortamı yaratarak toplumda korkuyu yaymak istiyordu. CHP, bütün bu süreci edilgen şekilde izledi.
Örneğin bu dönemde, İstanbul Bağcılar’da silahsız bir devrimci genç kadın, her hangi bir çatışma olmadığı halde polis tutanaklarına bile yansıyan ve kabul edilen bir "yargısız infaz" yöntemiyle (devlet eliyle cinayet işlemek) öldürülmesine karşın, CHP bu cinayete bile etkili şekilde karşı çıkamadı. IŞİD bahanesiyle başlatılan, ancak sol örgütlere yönelen bu operasyon/terör dalgaları yeterince sorgulanamadı. Erdoğan-AKP iktidarının bu sahtekarlığı ve kanlı hile açığa çıkarılamadı.
KENDİ SOLUNA DEĞİL SAĞINA YÖNELDİ
CHP sistematik bir şekilde kendi solundan uzaklaşan ve kendi sağına yaklaşan bir çizgi izledi. Sosyal demokratlar dahil, dünya solu daha kamucu ve toplumcu bir çizgiye kayarken CHP bunu göremedi, dahası tersini yaptı. Bill Gates ve Ali Koç’un bile kapitalizmi sorguladığı, gezegenin geleceğinden kaygı duyduğu ve daha eşitlikçi bir rejim istediği bir atmosferde CHP soldan kaçması anlaşılır şey değildi.
Kurucu bir parti olmasına karşın CHP, toplumun bütün ilerici güçlerinin ve birikiminin sorumluluğu almaktan kaçındı. CHP yönetimi, kendilerinin “terör örgütleriyle” ilişkili ya da yan yana gösterilebileceği korkusuyla sessiz kaldıkça, geri çekildikçe siyasal İslamcı AKP ise hamle üstüne hamle yaptı ve adım adım kaos planını uyguladı. Ne yazık ki, sonuç da aldı. 
CUMHURİYETİN DEĞERLERİ SAVUNULAMADI
Türkiye’de esas olarak bir rejim savaşı sürerken ve Cumhuriyetten geriye ne kaldıysa tasfiye edilmek istenirken, CHP kampanyasını ekonomik taleplerle sınırlandırdı. Oysa mücadele, esas olarak insanlığın ilerici birikimini savunma, cumhuriyet ve modernleşmenin kazanımlarını (elde ne kaldıysa) koruma çabası üzerinden yürüyordu. Bu olgu görülemedi.
AKP ve siyasal islamcılar laikliği sorgularken, bu alan boş bırakıldı ve esaslı bir laiklik savunusu bile geliştirilemedi. Liberal-İslamcı blokun, laikliği orta sınıflara ve seçkinlere ait bir olgu gibi gösterme sahtekarlığına teslim olundu. 
Eğitim dinselleştirilip her üç okuldan biri imam hatip haline getirilirken, CHP, “Biz imam hatipleri kuran partiyiz, bu okulları kapatmayacağız” diyordu. Bu tutum, cumhuriyet tarihinin en kapsamlı ve sonuç alıcı gerici saldırısını karşısında teslim olmak anlamına geliyordu.
‘Din düşmanı gibi’ görünme korkusu, gericiliğe yönelik bütün eleştirilerin geri çekilmesiyle sonuçlandı. Böylece siyasal islamcı hareket ve AKP tek kale bir maç yapma olanağını yakaladı.
Oysa Türkiye’nin bu kritik dönemecinde yapılması gereken şey, ihtiyaç fazlası bütün imam hatiplerin kapatılacağını, İslam’da kadınların din görevlisi, yani imam ya da vaiz olması yasak olduğu halde, bir meslek lisesi şeklinde açılan kız imam hatip okulu sahtekarlığına son verileceğini ilan etmekti. Bu okulların Milli Eğitim sisteminden çıkarılarak Diyanet’e bağlı meslek liseleri haline getirileceğini, mezunlarının da yine üniversite sistemi dışına çıkarılacak Diyanet'e bağlı ilahiyat enstitülerine girebilecekleri görüşü açıkça savunulmak durumundaydı. Bu arada Diyanet'in de  anayasal bir kurum olmaktan çıkarılarak küçültüleceği, laik bir denetim ve düzenleme örgütüne dönüştürüleceği açıklanmalıydı. 
Bu tutum bırakın din düşmanlığını, tam tersine hem siyasal islamcıların iki yüzlülüğünü ortaya çıkaracak hem de İslam dininin esasıyla uyumlu siyaset olacaktı.
İDEOLOJİK MÜCADELE GERİĞİ GÖRÜLEMEDİ
Siyasal kavganın değerler üzerinden yürüğü bir dönemde CHP hiçbir cumhuriyet ve modernleşme kazanımının, insanlık birikiminin ve ilerici değerin arkasında kararlılıkla duramadı. Örneğin, kadınların örtünmeye teşvik edilip zorlandığı, tesettürlü kadının bir rol modeli haline getirilmek istendiği, kadına yönelik en büyük aşağılama ve ayrımcılık olan türbanın orta öğretime bile girdiği bir dönemde; CHP ve sol etkili bir muhalefet geliştirmek yerine sustu ve olan biteni izledi.
Oysa CHP ve sol, gericiliğin ideolojik planda kurduğu inisiyatifi kırmak için radikal bir tutum takınmak zorundaydı. Bir siyasal simge ve gericiliğin sancağı haline gelen türbanın, geleneksel ve halk içinde kullanılan “başörtüsü” ile aynı şey olmadığını vurgulayarak, kamu kuruluşlarından yasaklanmasını açıkça, tereddütsüz, amasız fakatsız şekilde savunmalıydı.
Çünkü inançları nedeniyle örtünenler, bu konuda özgür oldukları gibi, bu tercihlerine uygun bir yaşam sürmeye de hazırdır. Bu nedenle saygı görmeyi de fazlasıyla hak ederler. Gerisi iki yüzlülük ve siyasal sahtekarlıktır.
Diğer taraftan, Osmanlı övgüsünün ayyuka çıktığı bir dönemde CHP ve sol doğru dürüst bir Cumhuriyet savunuculuğu bile yapamadı. Mahcup, utangaç  ve tuhaf bir suçluluk duygusu içinde İstiklal Mahkemeleri, Dersim ve Şeyh Said isyanlarına sıkıştırılmış ve daraltılmış cumhuriyet tartışması karşısında geri çekildiler.
Oysa çürümüş, yozlaşmış, cehalet içinde kıvranan, yüz kızartıcı şekilde Batı’nın oyuncağı olmuş bir ortaçağ din devletinin, Osmanlı’nın feodalizminin savunulmasına karşı çıkmak için solcu olmaya bile gerek yoktu. Cumhuriyeti kuranlar Osmanlıya isyan edenlerdi. Cumhuriyet, Saltanat ve Hilafet eleştirisi üzerine kurulmuştu. Kurtuluş savaşı, esas olarak hilafetçi güçlerle bir iç savaş şeklinde gelişmişti.
Durum böyle olduğu halde; ne cumhuriyetin kurucu gücünü ve iradesini temsil eden en önemli güçlerden biri olan CHP ne de sol etkili bir Osmanlı eleştirisi yapmadı. Tartışmayı bu alanda kurmaktan tuhaf bir şekilde kaçandı. Cumhuriyetin "suçlarına" ortak olmaktan korkulduğu açıktı. Ve işte bu korku, gericilerin arayıp da bulamadığı fırsatı onlara adeta altın tepsi içinde sundu.
Kavga; gerisinde büyük bir ekonomik nedenler ve çıkarlar yığınağı olsa bile, esas olarak “değerler” üzerinden ve "ideolojik" planda yürüdüğü halde; CHP’nin seçim kampanyasını sendikal talepler diyebileceğimiz (asgari ücret 1500 TL olacak gibi) bir çizgide yürütmesi çok büyük hataydı. Kültürel planda yürüyen kavgada, AKP bu ekonomik talepleri içerip kendi programının parçası haline getirince, CHP 1 Kasım seçimlerinde neredeyse silahsız kaldı.
Diğer taraftan, Türkiye'nin yakıcı bir konusu olmaya devam eden Kürt sorununun çözümü konusunda da CHP'nin ne söylediği tam olarak belli değildi. Parti kurulları ve kulislerinde ifade edilen kimi görüşler cesaretle savunulamadı. Bu konuda yapılan baz çıkışlar ise, yeterli netliğe sahip olmadıkları ya da böyle bir dil kullanılmadığı için toplum tarafından tam olarak anlaşılamadı. 
YENİ BİR FİKİR HAREKETİ
Sonuç olarak CHP, yüzde 50’yi aşan bir toplum kesimini kendi değerleri etrafında birleştiremedi. Oysa birleştirebilir  ya da cumhuriyetçi bir bloka önderlik edebilirdi. Toplumsal eşitlik talepleriyle desteklenecek böyle bir blok CHP'yi iktidara taşıyabilirdi.
CHP şimdi kurultaya gidiyor. Kurultay'da genel başkanlık seçimi yapılacak ve parti yönetimi yenilenecek. Ancak partide henüz bizleri, toplumu heyecanlandıracak düzeyde nitelikli bir fikir tartışması yok. Kapsamlı bir dönem değerlendirmesi, bir Dünya ve Türkiye analizi de yapılmış değil. Siyasette güçlerin nasıl saflaştığı ve toplumdaki çatışma eksenleri yakalanamamış durumda.
Sistematik, ülkenin bütün katlarını (ekonomik, toplumsal ve siyasal düzlemlerini) saracak yeni, yeni olduğu kadar sol, kamucu, halkçı, cumhuriyetçi, yurtsever, eşitlikçi ve aydınlanmacı bir program (CHP’nin marjlarını zorlamak pahasına da olsa) geliştirilemeden, seçimli de olsa yeni kurultayın çözeceği hiçbir gerçek sorun olmayacaktır.
Liberallerin, etnik milliyetçilerin ve mezhepçilerin/islamcıların bütün linç girişimine karşın CHP, başta kitlesi ve üyeleri olmak üzere gericiliğin karşısındaki en önemli ilerici güçtür. Tarihsel değeri de buradan gelmektedir. Solun ve sosyalistlerin bu olguyu görmezden gelme lüksü yoktur.
Keskin Kalem / Merdan Yanardağ

Thursday, November 5, 2015

İdeoloji ve Terör: Hannah Arendt’i Yeniden Okumak










Arendt durağı
04 Kasım 2015
Marx,Yahudi Sorunu,Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi veFeuerbach Üzerine Tezler’in ardından Engels ile birlikteAlman İdeolojisi’ni yazmıştı. Marx’ın eleştirel yöntemindeki seyir, odaklandığı konulardaki özen ve bunları hep eleştiriolarak ele alması, Marksist hurafenin koca genellemeleri tarafından teğet geçilir. Yahudi Sorunu ile başlayan eleştirel serüvenini “Yeni Tanrı Para” ile (Kapital) tamamlayacaktı Marx ve tüm bu çalışmalarının başlığında “.... eleştirisi” vardı.
“Marx’ın güncelliği nedir?” sorusuna, bugünün küresel sorun ve gündemlerine bakarak cevap vermenin en kolay olduğu bir zamandayız. Marx’ın güncelliği ve kalıcılığı, eleştirel yöntemindeki tükenmez parıltılardadır. O parıltılar, gerçekten “evrensel” nitelikli ilişkilerin, tüm dünyaya nasıl içkin olduğunu gösterir. Marksist olmamıza asla gerek yoktur, hatta Marksist olmak Marx ile aramıza tam da Marx’ın korktuğu duvarları örebilir.
Marx, Alman İdeolojisi’ni yazmadan kısa bir süre önce Engels ile birlikte kaleme aldığı Kutsal Aile’de şöyle diyecekti:
"Maitre d’ecole, dış dünyadan tecrit olmanın insanı düşürdüğü koşulları doğru bir şekilde tasvir eder. Çünkü duyusal olarak algılanabilir dünyanın, sadece bir düşünce haline geldiği kişi için, tek başına fikirlerde de duyusal olarak algılanabilir varlıklara dönüşür. Kendi kafasında uydurduğu hayaller cismani bir biçime bürünür. Onun zihninde, elle tutulabilir, dokunabilir bir hayaletler dünyası doğar. Bütün soru hülyaların sırrı ve deliliğin genel biçimi budur işte."
Marx, ideolojik yanılsama ile hakikatten kopan insanın en iyi ihtimalle bir “sofu”, en kötü ihtimalle bir “deli” (çılgın) olacağı uyarısını getiriyordu.
Marx’ın bu uyarısı Alman İdeolojisi’nde bir yakarış halini alır, Alman idealizminin her türlü yanılsamaya teşne “töz”ü, Marx’ın gözünde hayati bir tehlikedir. Marx, ideolojinin devasa literatüründense, sade bir insanın algısının bile yeterliliğine kanidir: “Gündelik hayatta sıradan bir bakkal bile bir kimsenin olduğunu iddia ettiği hali ile gerçekte ne olduğunu gayet iyi ayırt edebilir. Ama bizim tarih yazımımız bu basit içgörüye bile ulaşmamıştır. Her çağın kendi sözlerine hemen inanıp o çağın kendi hakkında söylediği her şeyin, kurduğu her hayalin doğru olduğunu kabul eder.” Bu kabul ve bu kabulün dayandığı mantık, hiçbir doğruluk kaygısı taşımadan, her koşulda haklı çıkan bir “amoral” söylem ve pratik geliştirir. Kant’ın “gelişmiş zihniyet” dediği, barış ve adaletin teminatı olması gereken zihin dünyası, “daraltılmış pragmatik zihniyet” ile, barışı bile savaşla tahkim eder veya etmeye kalkışır. “Kendi yapıp ettikleri hakkındaki yanılsamalar ile gerçekte yapıp ettikleri” birbirine karışır. Belki de, Alman İdeolojisi’ndeki stratejik cümle tam da budur (Deleuze’ün felsefeyi bir strateji olarak ele alan tutumunu kabulen belirtiyorum). Çünkü Marx, ideolojideki kör noktayı keşfetmişti. İdeoloji paralakstan yoksundur ve bir başkasının bakışı-dediği-diyeceği ve tutumu, onun varlığı ile birlikte, ideolojinin sahipleri için sadece bir hiçtir; hiçi aşan bir konumları olduğu zaman ise baş edilmesi gereken, en iyi ihtimalle bir rakip, yoksa bir düşmandır. İkinci kör nokta ise, ideolojinin, durmadan kendi fikriyatını tıpkı sermayenin mantığıyla yeniden üretmesidir ve yine tıpkı sermaye gibi somut olduğundan misli soyutu ya da daha doğru bir ifadeyle sanalı üretmesidir. İktidarla ilişkilenmediği takdirde kısırlaştırıcı dogma rolüyle sınırlı kalan zararı, iktidarla ilişkilendiği andan itibaren, Dante’nin tasvir etmekte yetersiz “kaldığı” yeryüzü cehenneminin kapılarını ardına kadar açar.
Marx’ın Alman İdeolojisi, Marksizmin yükselişi ile birlikte, “farelerin kemirgen eleştirisinin” insafına kalır. 1932 yılında, peygamberî bir işaret gibi, Nazilerin iktidara gelişinden bir yıl önce “bulunur”. Marksist-Leninist-Stalinist devlet ideolojisi, o sıralar barbarca bir kurumlaşma halindedir (Aslında sıralama yanlıştır, doğrusu şudur: Stalinist-Leninist-Marksist, çünkü Bolşevik hiyerarşide Stalin Lenin’i, Lenin Marx’ı yorumlamıştır).
Çalışmanın Türkçe çevirisi ise kendi başına bir konudur. Kitap Sol, Kaynak ve Melsa Yayınevleri tarafından özet biçiminde çevrilir. İlk ve tam çeviri (ki özetlerin altı katıdır) 2012 yılında Tonguç Ok tarafından Evrensel Yayınları’nca yapılır. Marksizm için Marx’a çok fazla ihtiyaç olmadığı için, Alman İdeolojisi’nin tam çevirisine ihtiyaç duyulmamış olmasında garipsenecek bir şey yok (Ayrı hapishane ringinde hastaneye gittiğimizde tanıştığım bir sol hareket militanına “Hiç Marx okudun mu?” diye sorunca aldığım “Marksist olmak için Marx’ı okumak gerekmez,” cevabı, bir çivi gibi kafama mıhlanmıştı. Kastetmeksizin, ironik bir biçimde hakiki bir şey söylemişti: Hakikatinde Marksist olmak için Marx’ı okumak sadece bir yük olabilir).
“Radikal kötülük” yani tasavvur edemeyeceğimiz, karşılaştığımızda, duyduğumuzda veya maruz kaldığımızda ne diyeceğimizi ve yapacağımızı bilmediğimiz kötülük, tarihin belli dönemlerinde denemeleri olmuşsa da, esas olarak modernitede gerçekleşme imkânına kavuşmuştur. Emperyalizm -ki garip bir biçimde “para çokluğuna” tekabül ediyordu (Marx’ın sermayenin aşırı yoğunlaşması dediği şey)-, antisemitizm ile yeni bir insan türü olarak kitle insanını yaratmıştı (Yine Arendt’e göre bu türün tüm psikolojisini Hobbes yüzyıllar önce tahmin etmişti ve tam da bu nedenle Hobbes, Arendt’e göre burjuvazinin gerçek filozofuydu). Bu yeni insan tipi, köksüzlükten besleniyor ve yoksullukla kışkırtılıyordu. Nietzsche’nin “vaade teşne hayvan” dediği, yine Nietzsche’ye göre “güç peşinde” koşan kitle insanı, ideolojik terörün tam aradığı insan tipiydi. Arendt bir yerde iyimserdir ve bu tür “yeni insanın” ancak toplama kamplarında üretilebileceğini belirtir ancak son yüz yılda vahşi finans-kapital sisteminin “gelişmesi” gösterdi ve gösteriyor ki, bu yeni insan türü, kitlesel olarak, piyasa ve onun çeşitli düzenekleri tarafından sürekli üretilmektedir. Arendt bu gerçeği, “Toplumsal ve ekonomik sefaleti insana layık bir tarzda dindirmenin olanaksız görünmesi durumunda ortaya çıkan güçlü eğilimler” diye tanımlamaktadır.
Spinoza daha modernizmin inşa sürecinde yazdığı Tanrıbilimsel Politik İnceleme’de, “aşağı tabaka” olarak adlandırılan (doğal olarak yoksun ve yoksullar) kesimlerin “batıl inançtan” daha güçlü yöneticilerinin olmayacağını, din bahanesiyle (veya dinselleştirilen herhangi bir ideolojiyle) yöneticilere tanrı gibi tapacaklarını belirttikten sonra insanları, kölelikleri için sanki özgürlükleri için savaştıklarını sanacaklarını ve bir despotun kaprislerini tatmin etmek için kanlarını ve hayatlarını tehlikeye atmayı utanç değil de büyük bir onur sayacakları konusunda uyarmıştı. 20. yüzyılda milyonlarca insanın birkaç canavarın peşinde barbarlığa atlaması Spinoza için bir öngörü, Hobbes için bir tasavvur, Marx için Tanrı Para’nın tezahürü, Arendt için bir kâbus oldu. 20. yüzyılda devam eden barbarlık, tam da nedenle bir sürpriz değil, diyalektiktir. Bu diyalektik “ide-o-loji”dir ve hangi siyasal değerleri ele geçirirse geçirsin, ürettiği benzerdir ve canavarcadır. Sorun asla ve asla ne İslam, ne Hıristiyanlık, ne siyasal liberalizm ne de sosyalizmdir; sorun, bu düşünce akımlarının ideolojik bir iktidar tarafından sahiplenilmesidir.
Arendt bunun özgün halini inceler. Her şeyden önce, ideolojiler, insanlığın ortaklığını bombalar, kesin ayrımlarla “biz ve onlar” yaratır: “Tek bir öncülden türettikleri her şeyi ve her oluşumu yandaşlarını tatmin edecek kadar açıklayabilen ‘izm’ler çok yeni bir fenomendir ve onlarca yıldır siyasal hayatta göz ardı edilebilir bir rol oynamıştır... Hitler ve Stalin’den önce ideolojilerin büyük siyasal olanakları anlaşılmamıştır.”
Tüm ideolojilerin totaliter unsurlar taşıdığını belirten Arendt, bu totaliterliğin “Nazizm ve Bolşevizm” ile sınırlı tutulmasını aldatıcı bulur. Tüm ideolojik düşüncelere özgü özellikle totaliter üç unsur olduğu görülür, ona göre. İlk olarak her şeyi açıklama iddiasındaki ideolojiler var olan şeyi değil, doğan ve ölen şeyi açıklama eğilimi taşırlar. Her durumda ideolojiler sırf hareket unsuruyla yani kelimenin alışılagelmiş anlamıyla tarihle uğraşırlar... Her şeyi açıklama iddiası, tüm tarihsel olayları açıklamayı, geçmişin bütün yorumunu, günümüzün bütün bilgisini ve geleceğin güvenilir bir öngörüsünü vaat eder. İkinci olarak, ideolojik düşünme bu kapasitesiyle, her ne kadar henüz yeni meydana gelmiş bir şey soru konusu olsa bile, bundan yeni bir şeyler öğrenmeyerek, her türlü deneyimden bağımsız hale gelir, “daha doğru” bir gerçeklik olduğunda ısrar eder... Üçüncü olarak, ideolojilerin gerçekliği dönüştürme gücü olmadığından, düşüncenin deneyiminden bu kurtuluşunu belli kanıtlama yöntemleri aracılığıyla başarırlar. İdeolojik düşünme, olguları kesinlikle aksiyomatik olarak kabul edilmiş bir öncülden hareket eden ve her şeyin ondan türetildiği bir mantıksal prosedüre göre dizer; yani gerçeklik âlemin hiçbir yerinde olmayan bir tutarlılıkla ilerler. Çıkarım mantıksal ya da diyalektik bir yöntem izleyebilir. İdeolojinin bu üç halinde en son arayacağımız şey doğruluktur. Arendt uyarır: “Doğruluk ile tutarlılık, asla aynı değildir.”
Bu mantık ve diyalektik; en bilineninden, yani Stalin’in tüm Bolşevikleri “Hitler ile işbirliği” suçlamasıyla imha edip ardından Hitler ile dostluk paktı imzalamasına, Esad ile ortak Bakanlar Kurulu toplantısı yapmaktan “Katil Esed”e, “Hocaefendi”den “çete başına” kadar farklı zemin ve zamanda karşımıza çıkar. “Dünyayı tutarlı bir hale getirmek, kendi süper-anlamının doğru olduğu” şehvetiyle ağzına kadar “diyalektik merhametsizlikle” malûl ve enikonu etikten mahrum olan bu seyir, vulger olduğu kadar tipiktir...
Arendt’in güncelliği
Bu başlık altında, Arendt’in kimi değerlendirmelerini aktarıp, çeşitli iktidar düzeneklerinin söylem ve davranışlarını parantez içinde vermekle yetineceğim...
“Liderin yüce görevi, hareketin dış dünyaya karşı sihirli savunma silahıymış gibi davranarak ve aynı zamanda onun dış dünyayla doğrudan köprüsü olarak, hareketin her bir katmanının çifte işlemli olma niteliğine kişilik kazandırmaktır...” (“Onu yedirmeyiz... Ona dokunmak Peygambere dokunmaktır... Tek hedef odur...”).
Emrindekilerin eleştirilmesini hoş görmez, zira onlar her zaman lider adına hareket ederler; eğer lider kendi yanlışlarını düzeltmek isterse, bu yanlışları uygulamış olanları tasfiye etmelidir; eğer kendi yanlışlarını başkalarına atmak isterse de onları öldürmelidir. Bu örgütsel çerçeve içinde, bir hata, ancak sahtekârlık olabilirdi: Liderin bir düzenbaz tarafından taklit edilmesi...
Bu yekvücut özdeşlik, hareketin üyelerine hem ağır bir sorumluluk yükler hem de onları yaptıklarının gerekçelerinin ne olduğunu tam açıklayamadıkları bir paradoksa hapseder. Gerçekten “neyi” “kendisi” yapmıştır veya yapmamıştır? Durkheim, klan ve kabiledeki özdeşliği “dayanışma” olarak ele alır. Adorno ile Horkheimer’ın buna itirazları bağlamında klan-kabile ile aydınlanma arasında kurdukları diyalektiğe atfen, egemenliğin nüfuz edilemez birliğine dair vurgulara dikkate değerdir. Adorno ve Horkheimer’a göre: Nesnelleştirilmiş dehşetin sabit yansısı, ayrıcalıkların pekiştirilmiş egemenliğinin imgesine dönüşmektedir. Büyücü, şef, rahip veya komutanın şahsında ifadesini bulan özdeşleşme biçimleri, modern çağın liderinde, mitolojik tözünü yitirmeden bütünleşir. Burada Durkheim’ın zannettiği soylu bir dayanışma değil, soysuz bir boyun eğiş, kurbanla ve çeşitli korkularla beslenen, belirlenmiş-belirsizlikle inşa edilmiş katı bir hiyerarşi vardır. Klan şölenlerindeki “sahte kral”, “sahte şef” gösterileri, gerçek şef dışındaki her şeyin sahteliğine ve egemenliğin bölünmez vahdetine dair güçlü ve kesin belirleyicilik etkisi taşıyan bir ritüeldir. Bu ritüelin son aşamasında “sahte şef” ya da “kral” öldürülür. Bu cinayet “değil”, kurbandır.
Yalnızca hükümet yönetimini ele geçirmek değil, ayrıca tüm devlet dairelerini parti üyeleriyle doldurarak parti ile devletin eksiksiz bir birleşimini elde etmek... “Devrim” artık yalnızca tüm hükümet makamlarının parti üyelerince işgal edilmesinden ibarettir... Devletin üstünde ve görünüşteki iktidarın dış cephesinin arkasında, çoğaltılmış devlet daireleri labirentinde, tüm otoritelerin yer değiştirmesi ve verimsizlik kaosunun temelinde, iktidarın çekirdeği bulunur: Gizli polisin süper etkili ve yetkili hizmetleri. Temel iktidar aygıtı olarak polis üzerinde durması tüm totaliter hareketlerin karakteristiğidir... Resmî açık ve gizli polis gücünün yanı sıra, tehlikeli fikirler taşıyan yurttaşlar (ki bu karşı gelen veya gelme potansiyeli olan herkestir), yandaş komşularının polisiye gözetimi altındadır. İspiyonculuk ve ihbarcılık bizzat lider tarafından asli görev addedilir. Her yurttaş özdeşlik ilkesi çerçevesinde, “kendisinin” olanı sahiplenmekle mükelleftir.
Arendt, totaliter iktidar ve onun ideolojik terörünün özgünlüğünün izini sürerken “şüpheli” ile “nesnel düşman” arasındaki farka dikkat çeker. Şüphelinin aksine, nesnel düşman, tanımdan da anlaşılacağı üzere, insandan iktidara yönelen bir etkinliği değil, iktidarın tanımından insana giden bir mantığı izler. Şüpheliyi belirleyen en azından yasadır veya yasanın imkân tanıdığı ölçüde “gözlem”dir, oysa nesnel düşman iktidar ideolojisinin tanımladığı bir kategoridir ve herkesi kapsar. Bu salt bir paranoya değil, iktidar düzeneklerince engellenmeye, bertaraf edilmeye çalışılacak somut bir hedeftir. Nesnel düşmanın öznesi, dönemsel olarak değişir ancak o konum asla değişmez:
"Pratik bakımdan konuşursak totaliter hükümdar, bir insanın bir başkasını ısrarlı bir biçimde, ta ki herkes bu kişinin onun düşmanı olduğunu öğreninceye dek, aşağılayacağı şekilde hareket eder; bu kişi böylelikle belli bir inandırıcılık içerisinde gidip meşru müdafaa diye onu öldürebilir. Bu, kuşkusuz bir parça çiğ kaçmaktadır, ama işinde başarılı olan kariyer düşkünlerinin rakiplerini nasıl bertaraf ettiklerini bir kez gözlemlemiş herkesin fark edeceği gibi, iş görür."
“Sınırsız güç”, “sınırsız yetki”, “sınırsız başarı”, “sınırsız konuşma”, “sınırsız davranış”, “sınırsız talep”, “sınırsız hayaller”, “her şey mümkündür” nosyonu ile motive edilir. Herkesin ve her şeyin ideolojik terörün zihniyet zincirine vurulmasından önce topluma “zincirlerinden kurtulma” çağrısı yapılır; böylece hakikatle olan bağı gevşetilen toplum “güç istenci” ile çılgınca eylemler için kışkırtılır. Ütopyalar yerini çılgınca iktidar oyunlarının ceset tarlalarına bırakır. Arendt bizi “cesetler” ve “ceset olma” konusunda uyarır:
"Tarihsel ve siyasal açıdan yaşayan cesetlerin zihinsel olarak hazırlanması, çılgınca kitlesel ceset üretiminden önce gelir. Eşi görülmemiş böylesi koşulların teşvik edilmesi ve çok daha önemlisi bunların sessizce onanması, bir siyasal parçalanma sürecinde yüz binlerce insanın aniden ve beklenmedik biçimde evsiz, yurtsuz, hukuktan mahrum ve istenmeyen kişilere dönüştüren, bir yandan da milyonlarca insanı işsizlik nedeniyle ekonomik bakımdan gereksiz, toplumsal açıdan külfet sayan olayların ürünüdürler. Bu da ancak, felsefi olarak hiç temellendirilmeyen, sadece dillendirilen ve siyasal olarak hiç güvence altına alınmayan, sadece beyan etmekle yetinilen geleneksel haliyle insan haklarının tüm geçerliliğini yitirmiş olmasıyla meydana gelebilirdi."
İdeolojik terör, insanı insanın kurdu, celladı, polisi kılar. Cezanın suçla bir bağı kalmaz: “Biri suçlanır suçlanmaz, paçayı kurtarmak için eski arkadaşları bilgi vermeye can atarak, ona karşı varolmayan kanıtları teyit edecek ihbarlarda yarışarak, onun anında en acımasız düşmanları haline gelir, bu, açıkça kendi güvenirliklerini kanıtlamanın biricik yoludur.” Yaşanmış olan her şey yeni bir gelecek için sermaye oluverir (AKP-Cemaat çatışması başlayalı, itiraf furyasına dikkat).
İdeolojik terör, korkunç olanı “komik” yapması itibarıyla da sıradışıdır, en ibretliği Nazilerle ittifak kuran Stalin’in, Tuhaçevski’yi Almanlar’la işbirliği yapmakla suçlamasıydı. Arendt, bu teröre (zihinsel ve fiziki) teşne olan kadro ve militanların zannedilenin aksine “dogmatik” olmadıklarını, ideolojik terörün esas insan tipinin neyin doğru, neyin yanlış olduğunu tayin etme melekesinden mahrum kişiler olduğunu özenle belirtir. Bu insan tipi, liderin sabah dediğini öğleyin inkâr ettiğinde veya unuttuğunda, çarçabuk uyum sağlayıp, yeni durum için malzeme üretmekle mükelleftir. Öğleyin, sabahta kalanın vay haline!
Bıktırıcı yalana, sonu gelmez ayak oyunlarına, boğucu atmosfere rağmen, şef nasıl ayakta kalır? Birçok başka nedenin yanı sıra Arendt, özgün sayılabilecek bir “başat neden” keşfeder:
"Bitmek bilmeyen entrikalara, sonu gelmez personel değişikliklerine rağmen ve bunların muazzam bir biçimde nefreti, acıyı ve kişisel kimi biriktirmesine rağmen, şefin konumu kaotik saray devrimlerine karşı korunmuştur; bunun nedeni yakın çevresindeki insanların çoğu kez hiç ışıltısına kapılmadıkları liderin üstün yeteneklere sahip olması değil, fakat bu insanların onun yokluğunda her şeyin derhal yok olacağına duydukları içten ve samimi inançtır."
Buradaki korku, korkunun korkusudur, gerçekten sıradışıdır.
İnsan nasıl bir tiranlık önünde diz çöktüğünde kendi hareket özgürlüğünden feragat ediyorsa, ideolojik terörün iktidarına boyun eğmekle de içsel özgürlüğünden feragat eder. Arendt’e göre bu, insanda, özgürlük ile eşdeğer olan başlama kapasitesini felç eder. Bir yandan liderin ve hareketin yokluğunun felakete yol açacağı varsayımı, diğer yandan ideolojik terörün insanları içten fethi, koca toplumları sürülere çevirirken, nice anlı şanlı düşünürü ve sanatçıyı kişilik parçalanması eşliğinde dalkavuğa dönüştürür.
Arendt’e göre içsel zorlamanın etkileri, insanı, yalnızken bile terörün demir kelepçesine bağlı tutar. Vicdanla bağı kesilen aklın ideolojiyle kurduğu dolaysız ilişki, canavarlığın sıradanlaşması gibi dehşetli sonuçlar doğurur. Kant, eleştiriyi, insanın mesafe belirlemesi olarak tarif etmişti. İdeolojik terör, kendi mantıksal normalizasyonuyla tüm mesafeleri imha eder.
Fiziksel terörden daha önemlisi, siyasal ve ruhsal terörün yalnızlaştırma ve tecrit etme kapasitesidir. Boyun eğiş, fiziksel terör ve o minvaldeki cezaların asla yol açmayacağı kişilik yıkımları yaratır. İdeolojik terörün Leviathanvari propaganda düzenekleri, her türlü tasfiye, komplo ve cinayeti hareketin gelişiminin tarihsel doğası içinde bir görev olarak benimsettiğinden dolayı, hiçbir din ve seküler inancın/değerin kabul edemeyeceği cinayetler, bir şölen ritüeli eşliğinde kabul görür.
Arendt, Tanrının, nihayetinde affı barındıran ceza sistemi ile yeryüzü tanrılarının sınırsız cehennemlerinin kıyaslamasını yaparken, çalınmış ve dönüştürülmüş Allahımızın ağıtını yakar gibidir.
Zorunlu Bir İtiraz ya da Parantez
IŞİD ile birlikte, sanki Pandoranın Kutusu’nda kalan son şey olan umut da oradan çıkmış gibi. Başta İslamcı düşünür ve kanaat önderleri olmak üzere, herkesten tepki talep edilmekte ve bu “dehşet karşısında”, tavır alınması istenmekte. Bu haklı bir beklentidir, ancak yüzeysel ve yanıltıcı bir taleptir. Yüzeyseldir, çünkü son iki yüz yıldır artan bir hızda imha edilen bir dünyadan bihabermiş gibi yapılan bir çağrının tınısını taşımaktadır. Ve bu şiddet dalgasının İslamla bağı vurgulanarak, ideolojik terörün tuzağına düşülmektedir.
Arendt’in parıltısı, modernizmin doğal sonuçları olan, köksüzlük ve gereksizlik üreten “serbest piyasa ekonomisi, emperyalizm, antisemitizm, milliyetçilik ve ilerlemecilik”in, vahşi terör yapıları doğurduğunu göstermesindedir.
IŞİD’e hayret etmemiz, bundan on yıl önce vahşice boğazlanan, domuz bağı ile günlerce işkence edilen ve kendisine “Allahın partisi” diyen bir ideolojik-dinsel hareketi, “devrimci terör”, “devrimci zor” ile katledilen Kürt köylülerini, “devrimci çizgiden saptı” diye yok edilen kimbilir kaç isimsiz devrimciyi, Pol-Pot’un ölüm tarlalarını, Vietnam’daki kıyımları, Kültür Devrimi’nin aşağılayıcı kırımlarını, atom bombalarını, Nazi ölüm kamplarını, Gulagları ve Moskova mahkemelerini, Mançurya ve Habeşistan işgallerini, Batı Cephesini, 1915 Soykırımı’nı, İngiliz tüberküloz kamplarını unutmamızdandı. Kabul ediyorum, IŞİD’ın ideolojik terörü, pornografik gösteriminden dolayı olağanüstü sert geliyor. Ancak bu dehşet hissine, her kurbanın hikâyesinde rastlamak mümkün. IŞİD bize kurbanları, hikâyeleri ile birlikte “sunuyor”, kaçacak bir yer bırakmıyor. Oysa diğer milyonlarca kurbanın hikâyesini görebilsek ve duyabilseydik, çığlıkları ve yakarışları bize ulaşsaydı, aynı dehşetle irkilirdik.
Kurbanlar kadar cellatlara da bakabilseydik; İngiliz sömürge memurlarının, İttihatçı şeflerin, Bolşevik komiserlerin, Nazi subayların, atom bombası pilotlarının, Kültür devrimcilerinin, Kızıl Kmer militanlarının, devrimci terör gerillalarının, domuz bağı ilahiyatçılarının... Tıpkı IŞİD militanları gibi, şehvetle “ama... için... uğruna” diyeceklerine, şahit olacaktık.
Tam da bu nedenle Arendt, bize, bizlere, hikâye dinlemeyi öneriyor. Türkçeye çevrilen ilk kitabı İnsanlık Durumu’ndan son kitabı olan Totalitarizmin Kaynakları 3’e kadar, bu önerisi, durmaksızın yankılanıyor. Hakikate olan aşkı, dünyaya aşk olarak tezahür ediyor. Zihinsel ve fizikî teröre karşı, insanın başlatma kapasitesi ile yeni bir hayatın, tıpkı doğumdaki mucizeye benzer biçimde mümkün olduğunu söylüyor.
Dünya, nefret ile kabilelere bölünmüş ve herkes kendi kabilesinin zihinsel gerekçelerini üretirken, dünya aşkı için tam da Arendt okuma zamanı...