Monday, February 25, 2013

Sabahattin Ali - Şehirler ve Yüzler [Full / Tam]




Bundan 62 yıl önce karanlık bir cinayete kurban giden şair-yazar Sabahattin Ali’nin sır ölümüyle ilgili şok bir belge ortaya çıktı.

Tetikçi Ali Ertekin’in isminin cinayetin faili olarak kaydedildiği ıslak imzalı resmi belgeyi bir antikacıda bulan CHP eski Milletvekili Mehmet Kesimoğlu, “Üzerine gidilirse belki de Türkiye’nin en önemli faili meçhul cinayetlerinden biri aydınlatılabilir” dedi. Vatan gazetesinde yayımlanan haber şöyle: 

Ünlü şair ve yazar Sabahattin Ali’nin faili meçhul cinayetiyle ilgili ilginç bir ayrıntı ortaya çıktı. Muhalif görüşleri nedeniyle sürekli takip edilen Sabahattin Ali, Bulgaristan’a geçmeye çalışırken 2 Nisan 1948’de sınırda ölü bulundu. Cinayetle ilgili sürdürülen soruşturma kapsamında MİT’le bağlantılı olduğu ortaya çıkan Ali Ertekin tek fail olarak gözaltına alınıp tutuklandı. Ertekin yargılama sürecinde cinayeti itiraf ettiyse de, olayın ardındaki bağlantılar hiçbir zaman aydınlatılamadı. Çünkü başta ailesi olmak üzere ünlü yazarın yakın çevresi, Sabahattin Ali’nin sorguda öldürüldüğünü ve cesedinin de daha sonra sınırdaki sazlık alana atıldığını öne sürüyordu. Devlet, dosyayı olayın tek zanlısı Ertekin’le kapattıysa da, bağlantıları çözülemediği için cinayet ‘faili meçhul’ olarak kaldı.
  
Antikacıdan çıktı

Karanlıkta kalan bu cinayetle ilgili ilk kez resmi bir belge bulundu. CHP eski Kırklareli Milletvekili Mehmet Kesimoğlu’nun Ankara’da bir antikacıdan satın aldığı 60 yıllık bir klasörden tesadüfen Sabahattin Ali’nin ölümüyle ilgili devlet kayıtlarına giren bir belge de çıktı. Üsküp Jandarma Karakolu Üst Çavuşu Mevlüt Afacan imzalı kitapçıkta toplanan belgenin üzerinde 29 Nisan 1950 tarihi bulunuyor. Pelur kağıda yazılmış ıslak imzalı belgenin, Sabahattin Ali cinayetinden 2 yıl sonra kaleme alındığı görülüyor. 60 yıl önceki resmi yazıda geçen ifade şöyle: “Komşu bucak ve karakollar bölgesinde vuku bulan hudut vakaları, ilticalar ve Bulgaristan’a geçmek üzere yola çıkan Sebahattin Ali’ye kılavuzluk eden Ali Ertekin’in, Sebahattin Ali’yi Sazara köyü hududu içinde öldürmesi üzerine sırf hudut vakalarını önlemek maksadiyle 22 Nisan 1949 tarihinde bucağa bağlı olan Sazara köyünde bir asayiş karakolu açılmıştır.” 

'Cinayetle ilgili ilk belge'

Kesimoğlu, belgeyi bulduktan sonra Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali ile temasa geçtiğini ve önümüzdeki günlerde elindeki belgeleri Filiz Ali’ye teslim edeceğini belirterek, “Klasörü antikacı arkadaşımdan Kırklareli’ni ilgilendiren belgeler içerdiği için satın aldım. Evrakları incelerken, o ibareyi görünce şok oldum. Ölümüyle ilgili soru işaretleri olan Sabahattin Ali’yle ilgili olaya ışık tutabilecek bir belge niteliğinde olduğunu gördüm. Bir yurtsever ve devrimci olarak Sabahattin Ali’yi severim. Belki de bu belge, onun öldürülmesi ile ilgili karanlık noktaları aydınlatacak yeni belgelerin habercisi. Belgeyi edindikten sonra kızı Filiz Ali’ye temasa geçtim. Kendisi de çok heyecanlandı. Bence üzerinde karanlık noktalar bulunan cinayetin nasıl gerçekleştiğine ilişkin ilk ciddi belge olma özelliği var. Bunun bir nüshasının da devletin kayıtlarına girdiğini düşünürsek sanıyorum o yıllar için pek çok soruya cevap vermiş oluyor” dedi. Kesimoğlu’nun antikacıda bulduğu “Vazife gördüğüm jandarma karakoluna ait ihsai bilgiler” adını taşıyan klasörde, o dönem devlet tarafından fişlenen yüzlerce insanın adı da bulunuyor. 
  
Devletten Sabahattin Ali açılımı!

Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı, Sabahattin Ali’nin ‘Kürk Mantolu Madonna’ romanını filme çekmeye hazırlanıyor. 2 milyon TL’lik bütçe ayrılan film projesinin Şubat 2011’de hayata geçirilmesi planlanıyor. Kitap, Maria Puder ve Raif Efendi arasındaki aşkı anlatıyor. Raif Efendi’nin kimseye anlatamadığı ve tüm ayrıntılarını günlüğüne not ettiği tutkulu aşkını anlatan Kürk Mantolu Madonna’yı Sabahattin Ali 1943 yılında yazdı.

 Sabahattin Ali kimdir?

25 Şubat 1907’de Bulgaristan Gümülcine’de doğdu. Sosyalist ve muhalif kimliği yüzünden çeşitli baskılara uğradı, cezaevinde yattı. Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna adlı romanların yazarı olan Ali, Aldırma Gönül’ün de aralarında olduğu çok sayıda şiir yazdı. 2 Nisan 1948 tarihinde Bulgaristan sınırında öldürüldü.



Saturday, February 23, 2013

Biz Arabeskin acılsını sevdik..


Uğur Küçükkaplan’ın Arabesk adlı kitabı, yılların tartışmasına yeni bir bakış açısı getiriyor. Türün dönüşümünü hem tarih hem de etnomüzikoloji disiplinlerinden süzüyor.

Giriş kattaki dükkandan bozma süpermarketin kepenklerine asılmış brandada yazıyor: PAZARTESİ VE ÇARŞAMBA HALK GÜNÜDÜR. “Kalan günlerde demek, alışverişe Prens Charles geliyor” diye düşünüyorum. Emekliler kovayla yoğurt, yandaki lisenin iştahlı ergenleri kaymaklı bisküvi ile şeftali suyu almak için pazartesiyi, çarşambayı bekliyor.
Yan yana dizildikleri plastiğin üzerinde yağmuru güneşi yiye yiye solmuş “H”, “A”, “L”, K’ harfleri, alışverişimizi Neşe Market indirim kartı ile yaptığımızda kazanacağımız on iki kuruştan ziyade başka bir şeyi hatırlatmak için orada: Haddinizi bilin!
O “halk” sözcüğü, Kürt “sorunu”, Ermeni “meselesi”, arabesk “tartışması”ndan farksız. Bizim olmayan bir “derte” kederlenmek yazgımız. Bize kalsa ağacın gölgesi, denizin tuzu bizim, hepimizin. Bize kalsa ayva da bizim Orhan Gencebay da.
Uğur Küçükkaplan’ın Arabesk: Toplumsal ve Müzikal Analiz başlıklı kitabının temel meselesi de bu. “Arabesk” diyor Küçükkaplan, “Hep sosyolojinin konusu oldu. 50’lerle birlikte, köyden kente göç edenlerin tutunacağı bir dal sanıldı. Halbuki bu işin müzikal bir boyutu ve sanılanın aksine epey derin bir geçmişi var.”

Sanat devlet içindir

Cumhuriyet’in ilk yıllarına gidelim. 1930-1960 arası devletin sanat politikalarına bakalım. Küçükkaplan’a göre, “Yeni bir ulus inşa etmek amacıyla yola çıkan ve bu süreçte çeşitli reformlar yapmayı hedefleyen cumhuriyetçi kadroların en önem verdiği alan, şüphesiz ideolojilerini meşru kılmaya çalıştıkları kültür sahası olmuş”. Dönemin en çok okunan sanat dergisi Ülkü’de, Ali Sami’nin yazdığı “Güzel Sanatları İnkılaba Nasıl Maledebiliriz?” başlıklı bir yazı mealen şöyle diyor. “Bu yolculukta ulaşmağa savaşacağımız mühim merhaleler vardır. Her şuurlu vatandaşın bu savaşta kudreti kadar bir vazifesi, bir de mesuliyeti olduğunu hatırdan çıkarmamak lazımdır. Üzerine düşen vazifeyi yapamayan vatandaş, inkılâp teknesinin lüzumsuz bir safrasıdır.” Yani, sanat ne sanat içindir ne halk içindir. Sanat devlet içindir. İnkılaba yararı yoksa, boşa ıslık bile çalma, kapıyı dahi gıcırdatma.
Tabii bunun öncesi de var. Tanzimat Dönemi’nde yoldan geçen birini çevirip, “En sevdiğin grup ne?” diye sorsan, “Kulağıma hoş gelen her müziği dinliyorum azizim lakin çok seslinin yeri başka” diye cevap verdiği için geleneksel Türk müziği bestekârları tek tek Mısır’a göçüyor. Dede Zekâi Efendi, Veli Dede, Enderuni Ali Bey, Lavtacı Andon, Melekset Efendi, Tanburi notacı Aleksan, Şekerci Cemil Bey bunlardan bazıları… Müziğin sarayın dışına çıkmasının en önemli sonucu popülerleşmesi oluyor. Ondan önce müzik ancak saraya özgü bir şey.

Antenleri Mısır’a çeviriyoruz

1934’te radyoda Türk müziği çalmak yasaklanıyor. Halk da, antenlerini Mısır radyolarına çeviriyor. Peyami Safa, Cumhuriyet gazetesindeki bir yazısında “Türk halkı Mısır Radyosu’ndan gelen Arap sesini kendi sesi zannetmeğe devam ediyor” diyerek konuyla ilgili rahatsızlığını dile getiriyor.
Ancak Küçükkaplan’a göre, “Türkiye’de Arap müziği ile kurulan ilişkide, Klâsik Türk Müziği’nin yasaklandığı 1930’lu yılların ortalarında, dinleyicilerin Mısır Radyosu’na yönelmelerinin ve kendilerine tanıdık gelen ezgileri buradan dinlemelerinin önemli bir payı olmakla birlikte; söz konusu kültür ve müzikle kurulan ilişki sadece buradan hareketle açıklanamaz.” Büyük etkilerden biri de Ümmü Gülsüm’lü, Asmahan’lı Mısır filmleridir. 30’ların ikinci yarısından itibaren ivme kazanan Mısır sineması Türkiye’de de çok sevilir. 1930-1950 yılları arasında Türkiye’de gösterilen Arap filmleri içerisinde Mısır kaynaklı olanların sayısının yüz ila yüz elli arasında olduğu düşünülüyor.
Mısır filmlerine şarkı yapan bestekârların başında Sadettin Kaynak, Münir Nureddin Selçuk gelir. Sadi Işılay, Artaki Candan, Şerif İçli, Şükrü Tunar, Kadri Şençalar, Hüseyin Coşkuner, Mustafa Nafiz Irmak, Selahaddin Pınar var.
Meral Özbek’in deyişiyle, bu filmlerde ilginç olan nokta, yapılan müzikte resmi çevrelerce genel olarak “piyasa müziği” ya da “yoz müzik” adıyla nitelenen ve esas olarak radyo denetiminden geçmeyen şarkı ve yorumların hakim olması. Dolayısıyla özellikle 1960 başında 45’lik plakların piyasaya çıkmasının ve bununla birlikte canlanan plak pazarının öncesinde, şarkılı filmlerin Türk müzik hayatının niteliğinin belirlenmesinde çok önemli bir rolü var.
1950’lere kadarki süreçte, İstanbul’un seçkin eğlence anlayışını gazinolar temsil ediyor. Gazinolara gelen müşterilerin büyük bir bölümü dönemin politikacıları, sanatçıları ve Beyoğlu çevresinde oturan azınlıklar. II. Dünya Savaşı sonrasındaysa ekonomik açıdan dengeler değişiyor. Bu değişimde, aynı yıllarda Türkiye’de çokpartili döneme geçilmesiyle birlikte yeni bir politik sürecin başlamasının ve Demokrat Parti döneminde yaşanan göçle beraber, kırsal kesimden gelip İstanbul’a yerleşerek ekonomik açıdan güçlenen yeni bir sınıfın ortaya çıkmasının da önemli payı var.
1950’lerin sonlarından itibaren klasik Türk müziği dinlemek için gazinoya giden kitlenin, hem değişen repertuvarlara hem de ekonomik nedenlere bağlı olarak gazinolardan uzaklaştığı görülüyor. Bu uzaklaşmanın ilk sebebi, kayıtlar ya da konserler vasıtasıyla müzik dinleme ihtiyaçlarının giderilebilmesi olsa da esas sebep, “halkın denize inmesiyle vatandaşın mağdur olması.”
60’lar ve “bildiğimiz arabesk”
50’lerde başlayan göçle birlikte müzikte Anadolu etkisi hissedilmeye başlanıyor. 1960’lı yılların müzik ortamı için, yeniliklere açık ve farklı tarzları benimseyebilen bir çizgide seyrettiği söylenebilir. Kültür endüstrisinin gelişmesiyle yakından ilgili olan arabesk müziğin yaygınlaşmasında, yine aynı yıllarda piyasaya çıkan 45’lik plakların ve sektördeki firma sayısının artmasının büyük rolü var. Müzik teknolojisinin daha da geliştiği, stereo kayda geçilen 1970’li yıllarda da arabesk müziğin gelişen teknolojiyle doğru orantılı olarak yaygınlık kazanmaya devam ettiği görülüyor. Dolayısıyla arabesk, anlam dünyası bakımından ülkenin politik, ekonomik ve toplumsal şartlarından etkilenmekle birlikte onu teknik açıdan kısmen de olsa koruyan piyasa koşulları içerisinde hızla gelişimini sürdürüyor. Özellikle 1980’e kadar içinde bulunulan politik ve sosyal koşulların da etkisiyle, ilk yıllardaki dinleyici kitlesinin büyük bölümünü oluşturan gecekonduluların başkaldırısını ifade eden kültürel bir ürün olarak algılanıyor. 1980’li yıllara gelindiğinde değişen koşullarla beraber arabeskin toplumsal anlamı da değişiyor. Tüketici kitlesi genişliyor, hem kırsal alanda hem de kentsel orta ve altsınıflar arasında sevilen bir müzik türü haline geliyor.
1980’lerin başına kadarki yaklaşık 20 yıllık süreçte TRT’nin bu müziğe karşı takındığı tutum çok sert. TRT, radyolarda ve televizyonda arabesk müziğin çalınmasını yasaklayarak bu müziğe karşı olduğunu net bir tavırla gösteriyor. Arabesk müzik şarkıcılarının rol aldıkları filmleri de kapsayan bu yasak ancak 1970’li yılların sonlarında esneklik kazanmaya başlıyor. TRT’nin bu ılımlı tavrı kısmen de olsa ilerleyen yıllarda da devam ediyor ve 1980’de yılbaşı programında Orhan Gencebay’ın Yarabbim isimli şarkısıyla televizyona çıkması bu yasağın kalktığını müjdeliyor.
Sanıyorum ne TRT ne Mısır etkisi… Türkiye’nin arabesk dönemi, gerçek arabesk dönemi, Turgut Özal, İbrahim Tatlıses’le çiğköfte partisi yaptıktan sonra başlıyor. Hatta, Anavatan Partisi, dönemin popüler şarkısı Seni Sevmeyen Ölsün’ü 1988 seçimlerinde kampanya müziği olarak kullanıyor. Orhan Gencebay’ın, Ahmet Kaya’nın bir tür “başkaldırı” olarak icra ettiği arabesk, 80’lerle birlikte “kitchleşiyor.” Bir de Kültür Bakanlığı siparişi olan “acısız arabesk” var ki orayı, İbrahim Tatlıses’in “Acısız arabesk acısız Adana gibidir, tat vermez” lafıyla geçelim.
Kitabın büyük bölümü “sosyolojik analizlerle” aksa da, kendisi de bir müzisyen olan Küçükkaplan, arabesk eserleri müzikal açıdan da incelemiş. Koşma ve manilere çok benzeyen Orhan Gencebay güfteleri, halk müziğinden esinlenen arabesk şarkılar, Caz icracılarıyla çalışan Mine Koşan… Kitabın şarkıları nota nota deştiği bölüm meraklısına çok şey anlatabilir.
Büyük mevzuları tek başlıkta incelemek çok zordur. Hantal parçaları didiklemek için kemiğini, sinirini ayırmak gerekir. Bu yüzden belki de tek başına bir Ali Tekintüre kitabı, uzun uzun Bergen külliyatı hazırlamak çok önemli. Arabeskin nasıl bir seyir izlediğini görmek, ıslıkla tutturduğumuz bestelerin etnomüzikolojide nereye tekabül ettiğini görmek için bu kitap önemli.
Arabesk tartışılmaz, yanına rakı açılır derseniz de olur. Buz ister misiniz?
ALINTI

ARABESK

Toplumsal ve Müzikal Analiz
Uğur Küçükkaplan
Ayrıntı Yayınları

Wednesday, February 20, 2013

Anarşizmin Çıkmaz Sokağı: Anadolu


 Sinan İZMİR                   
Kürt Özgürlük Hareketi kendisi için öğretici olduğu kadar, Kürdistan anarşistleri için de bu süreçte son derece öğretici bir alan açmıştır.

Başlarken

Bu yazıdaki tespitler ve öneriler, kendini anarşist-antiotoriter olarak tanımlayan bir bireyin kişisel gözlem ve fikirlerinden oluşmaktadır. Mutlak doğru değildir ve mutlak geçerliliği yoktur. Bu yazıdan kaynaklanacak bir tartışma platformunun oluşması ve akabinde yazının/düşüncenin geliştirilerek anarşizmin Anadolu serüveninde bir çıkış yolu bulunması amaçlanmıştır.
Yazı içinde kullanılan bazı kavramların şimdiden açıklanması ilerde oluşacak yanlış anlaşılmaların önüne geçilmesini sağlayacaktır:
Yazıda bir coğrafi bölge olarak “Anadolu” adının kullanılması kapsama alanının genişliğinden dolayıdır. Anadolu coğrafyasında yaşayan tüm halkların coğrafi bölge adlarını kabul etmekle birlikte, yazı akışını bozmaması ve her seferinde tüm coğrafi bölgeleri tek tek saymamak adına genel geçer bir ad olarak Anadolu adı kullanılmıştır.
Yazıda geçen “Kürt Özgürlük Hareketi” sol ve sosyalist hareketlerden ayrı tutulmuştur. Bunun sebebi “Kürt Özgürlük Hareketinin” ağırlıklı olarak sol tandanslı olmasına rağmen içinde pek çok farklı politik kültürü (sosyalizm, anarşizm, ulusalcılık, Marksizm, İslam gibi) barındırmasından ve çok parçalı bir yapısı olmasından dolayıdır.
Yazı dili olarak “entelektüel bir jargon” kullanılmaktan itinayla kaçınılmıştır. Zira “entelektüel jargon”un konu içinde de bahsedeceğimiz ana sorunlardan biri olduğu ve elitist (üstten bakan, kibirli) bir tavır içerdiği düşünüldüğünden olabildiğince basit bir dil kullanılacaktır. Entelektüelizme kıymet verilmekle birlikte, bunun bir fetişe ve akabinde bir sınıfsal ayrımcılığa ve hatta kimi zaman kültürel despotizme dönüşmesi gözlemlendiğinden temkinli yaklaşılmaktadır.
Yazı içinde geçen anarşist ve anarşizm eleştirileri “vicdani/total ret hareketini” ve vicdani/total retçileri kapsamamaktadır. Vicdani/total ret hareketinin bu toprakların tarihindeki en cesur ve en samimi direniş hareketlerinden biri olduğunu düşünülmektedir.

Kopyala-Yapıştır Muhalefet
“Bu gruplardan her biri (1960’lı yıllardan itibaren Dersim’de örgütlenen sol-sosyalist örgütler kastediliyor-S.İ.), Dersim’e Çin’den, Arnavutluk’tan, Rusya’dan veyahut Küba’dan devşirilmiş görüşleri ile bakmışlar, ne Dersim’in, ne de bir bütün olarak bulundukları coğrafyanın koşullarını, gerçeklerini, değerlerini ve hassasiyetlerini anlamışlardır.” Cafer SOLGUN – “Dersim… Dersim…”
Toplumlar birbirlerini etkileyerek dönüşür ve değişirler. Tarih boyunca en küçük insan topluluklarından en büyük imparatorluklara kadar tüm insan toplulukları hayatın her alanında “öteki”nden etkilenmiş, “öteki”ni değiştirmiş ve bu arada kendisi de değişmiştir. Bu dönüşüm ve değişim gündelik hayat içindeki en basit konulardan başlayıp, bir devletin kurulması sürecine kadar gitmiştir. Aynı şekilde mevcut sosyal ve siyasal sistemlere karşı gelişen muhalif/alternatif hareketler de birbirlerini etkilemişlerdir.
Anadolu coğrafyasında da durum farklı olmamıştır. Özellikle sol-sosyalist hareketler Anadolu coğrafyası dışındaki siyasi teorilerden etkilenmiştir. Feodal ağlarla sarılı, katı gelenekçi, biat ve tahakküm kültürünün yaygın olduğu bu topraklara Marksist, Leninist ve Maoist siyasetler yerleştirilmeye çalışılmıştır. Bu yapılırken de bölge halklarının geçmişten aktarılan kültürel kodları göz önünde bulundurulmadan, kopyala-yapıştır mantığı ile uygulanmaya çalışılmıştır. Bu durum solun Anadolu’da gelişememesinin en önemli nedenlerindendir. Halkın özellikle inanç değerleri ile çatışılmış, Kemalist elitizmin de etkisiyle halka tepeden bakan bir tavır geliştirilmiştir. Kullanılan dil hem öz hem de biçim olarak halkla bağları tamamen koparmış, halkın “kurtarılması gereken” bir topluluk olarak görülmesi ile sol kendi içine hapsolmuştur.
Anarşizme gelindiğinde ise durum soldan çok farklı olmamıştır. Hatta sol, anarşizmden kısmen daha rahat etki alanı bulmuştur. Solda görülen otoriter örgütlenme tarzı, liderlik kültü, gelenekselci tutumlar gibi bazı değerlerin halkın geçmişten getirdiği değerlerle benzeşmiş olması solun kısmen kabulünü sağlamıştır.
Fakat anarşizmin tamamen bu topraklara yabancı olan dili ve tarzı halkın çok uzağına düşmüştür. Anarşizmin hayal dünyası ile Anadolu’nun gerçekliği arasında bağlantı kurmanın güçlüğü nedeniyle anarşizm bu topraklarda doğmadan ölüme yatmıştır. Çıkarılan dergiler, çeviri yayınlar ve çok az sayıdaki yerli basımlar İstanbul merkezli birkaç grubun oluşmasını sağlamış ama Anadolu’nun diğer kentlerine bu etki yeterince ulaşmamıştır.
Diğer yandan anarşizmin bir fetiş haline getirilmesi ve eleştiriye kapatılması anarşist yapıları kısırdöngüye sokmuştur. Anarşizmin eleştiriye kapatılmasından kastımız, Kürşad Kızıltuğ’un yerinde tabiriyle “beyan esasının muğlaklığıdır”. Yani bir birey ya da grup kendisini anarşist olarak tanımlıyorsa, bu beyanına karşılık diğer anarşist bireylerin ya da grupların o birey/grubun anarşist olup olmadığına, ya da sağ, liberal veya otoriter ideolojilere ne derece saptığına dair  söz söyleme hakkının olmamasıydı. Bu beyan esası muğlaklığı nedeniyle (Anarko-Kemalizm gibi ucube bir tanımlama da dâhil) anarşizmin tanım enflasyonu yaşandı. Ne olduğu belli olmayan, muğlak bir kavrama dönüştürüldü. Bu tanım karmaşası nedeniyle anarşizm kendisinden başka her şeye benzemeye başladı.

 Çıkış Yolu: Çıkmaz Sokak
Gerek bu tanım karmaşasından faydalanarak, gerekse de anarşizmin Anadolu coğrafyasında içine girdiği buhrandan kaynaklı olarak anarşist birey ve gruplar kendilerine çıkış yolları ve alternatifler üretmeye başladılar. Hatta bu coğrafyanın değerleriyle buluşmak adına çeşitli zorlama sentezlere giriştiler. Zorlama diyoruz, çünkü toplumda ve gündelik hayatta bir karşılığı olmadığı için onlar da kendi içlerinde yeni birer çıkmaz sokak yarattılar.
Bu yan çıkmaz sokaklara sapan anarşistler, varolma kaygısıyla ya içine girdikleri hareketleri kendilerine benzetmeye çalıştılar (benzetemedilerse bile, en azından kendi algılarında böyle bir yanılsama yarattılar) ya da çeşitli ödünler vererek o hareketlerin içinde akıntıya kapıldılar.
Bu çıkış arayışlarının varolma kaygısı ve nicel olarak yayılma ihtiyacından kaynaklandığı düşünülmektedir.
Aynı süreçte yukarda bahsi geçen sapmalara karşı tepki geliştirenler oldu. Fakat onlar da bu tepkilerinde anarşizmin bu topraklarda izole, el değmemiş bir fikir olarak kalmasına neden olabilecek görüşleri dile getiriyordu. Anarşist hareketlerin diğer anarşist olmayan muhalif hareketlerle ortaklaşma içine girmesinin anarşist harekete zarar vereceği, anarşist hareketin bu tip ortaklaşmalarla kendisini kullandırmaktan başka bir işe yaramayacağı gibi görüşlerle anarşizmin Anadolu topraklarında kendi soyut dünyasında yaşamasına sebep olabilecek görüşler gelişiyordu.
Dolayısıyla bir taraftan (varolma kaygısı ve nicel gelişim ihtiyacı ile) aşağıda bahsedeceğimiz 3 ana akım içinde anarşizmi arayan ya da anarşizmi bu 3 ana akıma entegre etmeye çalışırken anarşizmi yitiren birey ve gruplar varken, diğer taraftan bu 3 ana akıma tamamen reddiyeci bir tavırla yaklaşan, gündelik hayatın ve somut gerçekliğin verilerinden kopuk izole ama “arî” bir anarşizm savunusu yapan birey ve gruplar bulunmaktadır.
Öncelikle varolma kaygısı ve nicel gelişim ihtiyacı bir siyasi/felsefi fikir için doğal ve anlaşılabilir bir durumdur. Burada önemli olan yöntemin doğru belirlenmesidir. Yanlış yöntemin seçilmesi aşağıda bahsedeceğimiz 3 ana sapmayı ortaya çıkarmıştır. Oysa anarşizmin, diğer politik hareketler gibi “bugünden yarına” bir beklentisi olmamalıdır. Anarşi bir oluş hali olduğuna göre, her an ve her yerdedir. Tıpkı Le Guin’in unutulmaz betimlemesi gibi “devrim yapamazsınız, devrim olursunuz ancak”.
Dolayısıyla, bugünden yarına, gözlerimizi yumup bu dünyadan göç etmeden önce anarşizmi (bu coğrafyada) görme hayaliyle/yanılsamasıyla yola düşenler kendilerini aşağıdaki 3 ana sapmadan birinde bulacaklardır. Bu sapmalara karşı çıkarken, toplumdan ve kendi özgün yapıları içinde direniş gösteren insanlardan uzak durarak anarşizmi kendilerinde bulduklarını sananlar da en büyük yanılgıyı kendi içlerinde yaşayacaklardır.

 3 Sapma

1.    Kürt Özgürlük Hareketi

“Zor aracı olarak devlet, ne zorunlu bir ilerleme aracı, ne de zorunlu bir kötülüktür. Bu yönüyle devletin doğduğu ilk günden itibaren kesilip atılması, teşhir ve tecrit edilmesi gereken toplumsal bir ur olarak değerlendirilmesi en doğru tanımdır.” Abdullah ÖCALAN – “Öcalan’ın İmralı Günleri”
Kürt Özgürlük Hareketi’nden kastımız Kuzey Kürdistan coğrafyasında kendi özgün yapıları içinde mücadele veren yapılardır. Elbette ki bu gruplardan PKK-KCK ve önderlik olarak benimsedikleri Öcalan ile devletin yasal çiftliğinde, yine devletin köteğine rağmen mücadele sürdüren BDP grubu mevcut Kürt Özgürlük Hareketinin en güçlü yapılarını oluşturmaktadır. Bu yapılar dışında bölgede mücadele veren diğer özgürlük hareketlerini de kapsaması açısından tümüne Kürt Özgürlük Hareketi demek uygundur sanırım.
Son yıllarda özellikle Qijika Reş dergisi çevresinde görüşlerini dillendiren Kürdistan Anarşistlerini bir yana koyarsak, bölgede mücadele veren hiçbir yapının anarşist olmadığı açıktır. Kendileri de anarşist olduklarını beyan etmemişlerdir.
Fakat Öcalan’ın, Bookchin etkilenmeleri sonrasında örgütün ana izleğinde kırılma gerçekleşmiş ve bağımsız Kürt Devleti isteğinden vazgeçilerek, devlet aygıtı sorgulanmış ve nihayetinde devletsiz bir konfederal sistemde karar kılınmıştır. Bunun dışında anarşistlere yakın gelebilecek başka anarşizan söylem ve pratikler de Kürt Özgürlük Hareketi içinde yer bulmuştur. Fakat Kürt Özgürlük Hareketi hiçbir zaman anarşizmi benimsememiş, anarşizmi de eleştirerek, kendi pratiklerine anarşist (ya da daha ziyade yine anarşizmin özgürlükçü bir eleştirisi olan toplumsal ekolojist/komünalist) nüveler katmayı yeterli görmüştür. Kaldı ki mutlak itaat edilen bir liderlik kültünün olduğu yerde anarşizmden bahsetmek çok zorlama bir iyimserlik olur.
Yine de, özellikle Kürdistan bölgesinde kendisini anarşist olarak tanımlayan bireylerin algısında derin bir yanılsama oluşarak Kürt Özgürlük Hareketinin bir takım anarşizan unsurlar içermesinden kaynaklı olarak hareketi anarşist olarak görme, tanımlama ve bu tanım üzerinden hareket içinde yer alma çabaları gözlenmektedir.
Kürt Özgürlük Hareketi, Kemalist rejimin inkâr ve imha politikaları neticesinde son kez isyan hareketi başlatarak otuz yıl içinde verdiği gerilla mücadelesi ile on binlerce gencini yitirmiş ve yine on binlerce direnişçisinin devletin hapishanelerinde tutsak edilmesiyle, yaşlı, çocuk demeden sokak sokak, mahalle mahalle direnerek, gerek “yasal” platformlarda gerekse “yasadışı” sayılan platformlarda öğretici bir mücadele pratiği geliştirmiştir. Bu mücadele pratiği içinde coğrafi koşulları ve halkının kültürel sosyal kodları gereği kendi içinde özgün bir yapı oluşturmuştur. Pek çok farklı siyasi disiplinden (İslam’ı da özü gereği bir siyaset olarak alıyorum) beslenerek, tecrübelerini de gündelik hayatta sınayarak kendine has bir dil ve pratik geliştirmiştir. Bugün bölge insanının yediden yetmişe politik bir bilinç ile durum değerlendirmesi yapabilmesi, hareketin bu denli yoğun örgütlenebilmesi, Kürt Özgürlük Hareketinin, Kemalist elitler gibi ya da Kemalist elitlerin hastalığını devam ettiren sol-sosyalist örgütler gibi, “halk için, halka rağmen” görüşünü bir kenara koyarak, halkın kültürel ve sosyal değerlerini dışlamadan bir ortaklaşma içinde hareket etmesindendir.
Tüm bu tespitlerden sonra söylenebilir ki, Kuzey Kürdistan bölgesinde devletin imha saldırısına karşı topyekûn bir direniş gerçekleştiren bir halk vardır. Anarşistlerin dünyanın hangi bölgesinde olursa olsun, devletin imhası ile karşı karşıya kalmış bir halk varsa o halkın yanında yer alması gerekir.
Fakat bu hissiyatla yola çıkınca ve bir de hareket içindeki birtakım anarşizan söylem ve pratikler de göze çarpınca heyecana kapılarak hareketi anarşist bir hareket olarak görmek ve harekete mutlak bir destek vermek bizi zaman zaman sapmaya düşürmektedir.
Her anarşistin Kürt Özgürlük Hareketi’ne destek vermesi, devletin imhasına karşı elinden geldiği kadarıyla varlığını ortaya koyması gerekmektedir. Burada önemli olan ayrıntı, bu desteği verirken ne Kürt Özgürlük Hareketi’ni kendisine dönüştürmeye çalışmalı ne de kendisini – anarşizmi – bu harekete benzetmeye çalışmalıdır. İkisi de beyhude bir çaba olacaktır.
Anarşistler bu hareketin tarafında kara bayrakları ve iflah olmaz anarşist söylem ve pratikleriyle yer almalıdır. Bunu yaparken Kürt Özgürlük Hareketi’nin anarşist bir yapı olmadığı asla unutulmamalı, beklentiler ve eylemler bu bilinç çerçevesiyle sınırlandırılmalıdır. Aksi halde büyük hayal kırıklıkları yaşamak olasıdır. Öcalan, PKK, KCK veya BDP’nin içindeki politik manevralar, devletle uzlaşma refleksleri, liderlik kültü v.b. gibi konuları ve bir anarşistin gözüyle bulunabilecek eksiklikleri dillendirmek, eleştiri dozunu artırarak hareketi dışlamak, küçümsemek, bunu yaparken de “gündelik politikadan uzak durma” refleksi göstermek anarşistlerin kendi hayal âlemlerinde kapalı kalmasına neden olan tutumlardır. Zira Kürt Özgürlük Hareketi içindeki eksiklikler ve çelişkiler bu hareketi bizatihi yüklenmiş götüren birey ve grupların kendilerinin görmesi, eleştirmesi ve dönüştürmesi gereken durumlardır. Anarşistlerin işi, anarşist olmayan ama bir ceberut devlet karşısında yaşam için direniş mücadelesi veren bir halkın yanında, ilkeli ve tutarlı bir duruş sergilemektir.
Gündelik hayatın içine yayamadığımız, halkın değerleriyle çatıştırdığımız bir anarşizm, kendi içinde çelişki yaşıyor demektir. Anarşizm başka bir gezegendeki canlılar için ortaya atılmış bir görüş olmayıp, bu dünyada yaşayan insanlar tarafından ve yine bu dünya insanları için ortaya atılmış bir görüştür. Kitap, dergi ve web sayfalarından dışarı taşan, halkın özgürlük mücadelesi içinde “biz de varız!” diyen, bunu yaparken de Kemalist ve sol kültürün “elitizm” çukuruna düşmeden varlığını ortaya koyan bir anarşizm.
Özetle, ne Kürt Özgürlük Hareketi anarşist olmak zorunda ne de Kürt Özgürlük Hareketine destek veren anarşistler tamamen akıntıya kapılarak anarşizmden çok uzakta bir direniş içinde kendilerini bulmak zorunda…
Kürt Özgürlük Hareketi kendisi için öğretici olduğu kadar, Kürdistan anarşistleri için de bu süreçte son derece öğretici bir alan açmıştır. Anarşistlerin söylemlerinin pratikle sınanması, gündelik hayatın içindeki varoluş denemeleri bu süreçte kendisini gösterecektir. Elbette hatalar yapılacak, sapmalar olacak, deneye yanıla bir yaşam kültürü gelişecektir.

2.    İslam ve Anarşizm
 “Sefaletin felsefesi şunu da ortaya koyuyor ki; zenginin hırsı binlerce fakirin emeğini sömürme yolunda koşarken, fakirin hırsı zenginin elinden birkaç lokma fazlasını koparma yolunda emekliyor.” Nurettin TOPÇU – “Ahlâk Nizamı”
İslam dini, diğer iki büyük (tek tanrılı) dinden ayrı olarak toplumsal bir düzen ve siyaset amacı güderek, gündelik hayatın en ince ayrıntılarına kadar kurallar silsilesi geliştirmiştir. O sebeple, gündelik hayatın dışında, bireyin kendisiyle tanrısı arasında yaşayabileceği bir inanç sistemi olmaktan çok uzaktır. Kaldı ki, Batılı Hristiyan ülkeler Rönesanslarıyla birlikte dinle hesaplaşmış ve dini, bir sembol olarak ya da gündelik hayatın dışında tutmaya karar vermişlerdir. Bizde ise siyaset camilerde dile gelmektedir. Laik olduğu söylenen ve kurulduğundan beri 1 gün dahi laik olmayan bir cumhuriyet sisteminde, din her zaman siyasetle içli dışlı olmuştur.
Bu, muhalif/alternatif düşünce sistemlerinin de göz önünde bulundurması gereken bir durumdur. Lakin Kemalizm, “derleyip toplama”, tek tipleştirip, “adam etme” politikası gereği İslam’la dansında her daim ikircikli bir tutum takınmış, ne sözünü dosdoğru söylemiş ne de propagandasını yaptığı gibi inanç özgürlüğü getirmiştir.
Sol-Sosyalist hareketler de yine “kopyala-yapıştır” politikalarından kaynaklı olarak, ihraç ettikleri siyasetleri noktasına virgülüne dokunmadan, bulundukları toplumsal koşulları göz önünde bulundurmadan, dine karşıdan cephe açarak kendi ayağına kurşun sıkmıştır. Sol ve sosyalist hareketleri 3. sapma olarak değerlendireceğimiz başlık altında biraz daha açacağız.
Anarşistlere gelince, genel itibariyle ateist ya da agnostik bireylerden oluşan anarşistler de, başta bahsettiğimiz hatalara düşerek İslam’la ilgili olarak hatalı çıkışlar yapabilmiştir. Lakin anarşistler sol kadar dogmatik bir bakış açısına sahip olmadığından (ve yine sol gibi Kemalizmle ortak bir ruh halini paylaşmadığından) bu durumu çabuk fark etmişlerdir.
Bu durumu fark etmeleri de maalesef bazı anarşistlerdeki 2. sapma olarak belirlediğimiz durumu ortaya çıkarmıştır. Anarko-İslam ya da İslami-Anarşizm diyerek kavramlaştırılan ve oldukça zorlama bir sentez girişimi oluşmuştur.
Bu topraklarda doğan, büyüyen ve devlet tedrisatından geçen her bireyin damarlarına enjekte edilen Kemalizm ve İslami değerlerin sol-sosyalist ya da anarşist bir dünya görüşünü benimsediğinde de yakasını bırakmadığını kendi kısıtlı çevrelerimizde de görebiliyoruz. Bu, söz konusu zorlama sentezin (kişisel) bir bahanesi olarak kabul edilebilir. Birey hem Müslüman olup, hem de Tanrı’dan başka otorite tanımadığını beyan edebilir. Bu durumda bireyin anarşizmin temel değerleri üzerinde bir kez daha düşünmesinde fayda vardır. Yine de (tanrı otoritesi dışında) pek çok konuda ortaklaşılan bir anarşizm söz konusudur. O zaman Müslüman olan ve kendisini anarşist olarak tanımlayan bireylerin varlığı olumlu ve kabul edilebilir bir durumdur. Lakin bunu daha ileri götürerek bir siyaset söylemi olan İslam ile yine bir siyaset olan anarşizmi sentezleme girişimi sapla samanı birbirine karıştırmaktır. “Kuran-ı Kerim” ile “Tanrı ve Devlet” kitabı karşılaştırmalı okunursa bu sentezin neden imkânsız olduğu ortaya çıkacaktır. Faik Bulut’un “Allah Devletinde Demokrasi” kitabında da sahih hadisler ve ayetlerden yola çıkarak bir kitap dolusu somut örnekle vurguladığı gibi “DEVLETSİZ İSLAM OLMAZ!”. Fakat devleti reddeden, tasavvuf felsefesine hâkim Müslüman bireyler olabilir.
Bu sentezleme ihtiyacının ikinci sebebi de, yine anarşizmin (bu topraklarda) kendisini kapattığı sınırlardan kurtarma ve alternatif hareketlerle buluşturma olabilir. Diğer 2 sapmada da geçerli olan bu ihtiyaç, bu topraklardaki anarşistlerin kendilerine yeni alan yaratma ve toplumsal kabul görme ihtiyacıdır. Temelde haklı ve doğal bir itkidir. Lakin yine yöntem konusunda sıkıntı yaşanmaktadır.
İslam dini, pek çok farklı yorumla kendisine farklı mezhepler, cemaatler ve tarikatlar yaratmış bir dindir. Bu yorumlar arasında elbette anarşistlerin de ortaklaşabileceği, eylem birliktelikleri gerçekleştirebilecekleri akımlar bulunmaktadır. Bu akımlarla ortaklaşmak için de asgari ortak ilkelerde birleşmek yeterlidir. Anarşist söylem ve pratiklerimizden ödün vermeden, hak, adalet ve özgürlük temelinde esnek birliktelikler yaşanabilir. Bunun için ne anarşistlerin illa Müslüman olması gerekir ne de İslam’ı anarşist-miş gibi göstermeye, algılatmaya zorlamak gerekir. Tıpkı Roboski katliamına karşı, Kürt halkının yanında yer almak için her anarşistin Kürt olması (ya da Kürt Özgürlük Hareketinin neferi olması) gerekmiyorsa, başörtüsüne özgürlük gibi Müslüman bireylerin haksızlığa uğradıklarını belirttikleri alanlarda da, yanlarında olmak için Müslüman olmak gerekmiyor.
Özellikle, “insanın özü isyandır!” diyerek, hareket felsefesinden yola çıkıp, İslam’ı “hak, adalet, eşitlik ve özgürlük” temelinde yeniden yorumlayan, “İsyan Ahlakı” adlı başyapıtıyla “Anadolu Sosyalizmi” kavramını ortaya atan, bu toprakların en değerli düşünürlerinden Nurettin Topçu gibi bir ekolün; yine kapitalizme karşı sesini yükselten ve son dönemde çevresindeki kitle ile yine “hak, adalet, eşitlik ve özgürlük” temelinde İslam’ı yeniden yorumlayan İhsan Eliaçık’ın fikirlerinden de beslenen anti-kapitalist Müslümanlar gibi gruplar anarşistlerin rahatlıkla ortaklaşabileceği gruplardır.
Fakat tıpkı Kürt Özgürlük Hareketi’ndeki gibi, İslam tandanslı muhalif gruplarla da ortaklaşırken ne bu hareketlerin içinde akıntıya kapılıp, anarşizmin asgari değerlerini eğip bükmeye ne de bu hareketleri zorlama bir çabayla anarşist-miş gibi göstermeye gerek olmamalıdır.
Sisteme her muhalif hareket kendi özgün yapısı, özgün söylem ve pratikleri içinde değerlidir. Öyle de kalmalıdır.


3.    Otoriter Sol-Sosyalist Akımlar


Anarşistlerin sol ve sosyalist akımlarla ilişkisini değerlendirmeye geçmeden önce şunu önemle belirtmek gerekiyor. Bu bölümde sol ve sosyalist akımlara yapılacak eleştiriler, TKP’den bugüne, solun bugün hâlâ daha devam ettirmeye çalıştığı genel bir algıya yöneliktir. Sol ve sosyalist yapılar içindeki tek tek bireyler söz konusu edildiğinde, sol gelenekler içinde devletin baskı, zulüm ve zorbalığı sonucunda, idam sehpalarında can vermiş, işkencelerden geçmiş, yıllar boyu devlet hapishanelerinde tutsak edilmiş, bedeniyle ve hayatıyla ciddi bir bedel ödemiş direnişçilerin bu mücadelelerine önem verildiği bilinmelidir.
Fakat sol-sosyalist akımlar yapısal olarak (tek tek bireylerden bağımsız olarak) değerlendirildiğinde, ortaya çok vahim sonuçlar çıkmaktadır. Bu vahim sonuçlar gerek solun kendi içinde, kendisiyle kavga ederek, bölünmelere, gerekse de halk içinde kimi zaman anlaşılamamaya, kimi zaman da itibar yitirmelerine neden olmuştur. Oluşturulan örgütsel yapıların katı otoriter özellikler içermesi, ülke dışındaki sol-sosyalist düşüncelerin ülke içine aktarılırken coğrafi ve toplumsal koşulların/özgünlüklerin göz ardı edilmesi, Kemalizmin “aydınlanmacılık”, “uygarlık” olarak algılanıp sol-sosyalist teorilerin içine serpiştirilmesi, halk için mücadele ederken, halkla bağların koparılması ve hatta nüans farklılıkları nedeniyle sol gelenek içinde yer almasına rağmen diğer sol yapılara düşmanca yaklaşılması v.s. gibi tutumlar solu ve sosyalizmi bu topraklarda anlaşılamaz kılmıştır. Bugün hâlâ daha noktasına virgülüne dokunmadan, dünyanın diğer ülkelerindeki çarpık, kötü “komünist” iktidar deneyimlerine rağmen bu görüşler dogmatik bir şekilde devam ettirilmeye çalışılmaktadır. Sovyetler Birliği (özellikle Stalin dönemi) süreci, Çin’in mevcut durumu (kapitalizmin tek gözlü devi olma yolunda ilerliyor), Kuzey Kore’nin içler acısı “ağlanası” hali, Küba’daki çarpıklıklar (çocuk fuhşunun en yaygın olduğu ülkelerden biri olması bile yeterlidir) v.b. gibi deneyimler göz önünde olmasına rağmen, ülkemizdeki sol-sosyalist kesimlerin büyük bir kısmı hâlâ daha bir âmâya rahmet okutacak şekilde bu bahsi geçen deneyimleri pir-ü pak deneyimler olarak algılayabilmektedir. Diğer bir kısmı da geçmişten devraldıkları Kemalist ruh halini, bugün hâlâ daha inatla yaşatmaya çalışmaktadır. Geçmişte yaşanan “sosyalist devrim” ve “milli demokratik devrim” ayrışması bugün hâlâ daha bir adım ileri gitmeden devam etmektedir.
Bazı anarşistler ise bu süreçte yine yukarıdaki 2 sapmaya neden olan ihtiyaçlardan dolayı (kendine yeni alan yaratma ve toplumsal kabul görme isteği) bir üçüncü sapma olarak otoriter sol ve sosyalist sapmayı gerçekleştirmektedir. Bahsi geçen anarşistlerin sol ve sosyalist yapılardan anarşizme geçişlerinde yanlarında getirdikleri birtakım otoriter eğilimleri anarşist örgütlenmelere dâhil ederek uzaktan bakıldığında anarşiste benzeyen ama içine girildiğinde otoriter bir sol örgütü aratmayan yapılar oluşturabildiği görülmektedir. Mitinglerdeki kortej düzenlemesinden, diğer anarşist yapılara karşı geliştirdikleri zehirli ve düşmanca dilden, kendi içlerinde oluşturdukları bireyin özgür iradesine aykırı birtakım kural ve koşullara kadar görülebilen özelliklerle kendi “disiplinli” ve “güçlü” ‘anarşi’lerini yaratmaya çalışmaktadırlar.
Yine burada bir kez daha belirtmekte fayda var: Sol-sosyalist yapılar (her ne kadar tarihte anarşistler bu yapılardan sürekli zarar görmüş ve ihanete uğramışsa da) devlet denilen zor aygıtının karşısında muhalif/alternatif yapılardır. Hedefleri her ne kadar devlet erkini ele geçirmek olsa da, anarşistlerle ortaklaştıkları pek çok konu (en azından söylemde) bulunmaktadır. O nedenle sol-sosyalist yapılar içinde veya esnek birlikteliklerle ortak eylem pratikleri olmalıdır. Siyasi parti dışındaki sendika, dernek, kongre gibi çeşitli sivil toplum platformlarında anarşistler de var olmalı ve asgari değerler üzerinden ortak hareket edebilmelidir.
Bunu yaparken anarşizmden ödün vererek, anarşizmi sola çekmek ya da solu anarşizme benzetmeye çalışmak beyhude çabalardır. Anarşistler örgütlü devlet yapısı karşısında sol-sosyalist yapılarla ortak hareket edebilmelidir (sola eleştiri hakları saklı kalmak üzere), gündelik hayatın içinde yansımasını bulan eylem ve etkinliklerde ortaklaşmalıdır. Bu ortaklaşmaya karşı çıkmak, anarşizmi saf bir düşünce sistemi halinde kendi camdan fanusu içinde saklama egosuyla “gündelik politikaya karşıyız” gibi söylemlerle ya da solu eleştirip, solla hareket edilmemesi sonucunu çıkartarak anarşizmi ortak eylem alanlarından uzaklaştırmaya çalışmak da en az anarşizmin içine otoriter sol gelenekleri entegre etmeye çalışmak kadar kötücül bir durumdur.
Netice
“Bugün yüz yüze olduğumuz ve yakın gelecekte çözülecek mesele, bir insanın hem başka insanlarla birlikte olduğunu derinden hissedip, hem de bireyin bütün karakter özelliklerini benliğinde barındırması, hem kendisi olup, hem başkalarıyla birlik olabilmesidir.” Emma Goldman
Yazının buraya kadar olan sürecinde, dile getirilen eleştiriler, saptamalar ve önermelerin hepsi eleştiriye açıktır. Başta da belirttiğimiz gibi mutlak doğrular değildir. Tamamen iyi niyetle, samimi bir yol açma, alternatif sunma girişimidir. Hiçbir politik yapı veya anarşist yapıyla polemik yaratma amacı güdülmemiştir. Devlet denen zorba aygıta, tahakküm ilişkilerine karşı verilen her türlü mücadelenin hakkı teslim edilmekle birlikte, elbette kendi durduğumuz noktadan eleştiriler getirilmiştir.
Neticede, Emma Goldman’ın da neredeyse 100 yıl öncesinden belirttiği üzere “birey hem kendisi olurken, hem de başkalarıyla birlik olabilmelidir”. Bu birliktelik için ne bireyin kendi karakteristik özelliklerinden vazgeçmesi ne de diğer bireylerin karakteristik özelliklerini değiştirmeye çalışması şart değildir. Aslolan temel, asgari değerlerdir. Temel, asgari değerlere sahip tüm birey ve gruplarla anarşistlerin kendi karakteristiklerini yitirmeden ortaklaşmasını savunuyoruz.
Anarşistlerin Anadolu topraklarında anarşizm-dışı politik grupların içinde akıntıya kapılması ile “gündelik politikadan uzak durma” adına anarşizmi camdan bir fanusa kapatarak, izole bir halde, gündelik hayatın çok uzağına savurması arasındaki ince çizgi anarşistlerin ana hattını oluşturmalıdır.

Monday, February 18, 2013

Giancarlo de Carlo: Barınma Grevi, Planlama, Doğrudan Eylem



Topluluğu Yeniden Kurmak: Barınma Grevi, Planlama, Doğrudan Eylem
Barınma sorunu çağdaş toplum krizinin temelidir … Bütün toplumsal yapımızın bir çözülme durumunda olduğunu ve ancak en radikal, güçlü çarelerin onu iyileştirebileceğini fark etmek için İtalya’nın etrafını dolaşıp kasaba ve köyleri gezmek … insanların nerede doğup, çoğalıp öldüğünü ve yaşadıkları evleri görmek yeterlidir.
Nüfusun aşırı yoğunlaşması konutun esas işlevini yerine getirmesini önler, yararlı insan ilişkilerinin gelişebildiği bir ortama son verir ve fiziki, ahlaki bozulmanın tehlikeli bir aracı, hastalık ve ölümün bir aracı olur.
1946’da İtalya’daki ortalama çocuk ölüm oranı binde yüz altmış dokuz iken, barınma koşullarının biraz daha iyi olduğu Fransa’da binde yüz ondu…
Napoli’de, 1935 ve 1941 arasında yapılmış bir araştırmada, ziyaret edilen 8.431 çocuktan %16.8’i akciğer veremiydi ve yalnızca %11’i akciğer ağrıları çekmiyordu. Vakaların %69’unda ev tek gözlü bir odadan meydana geliyordu, %70’i çoğunlukla ailecek aynı odada, aynı yatakta hastayla kalıyordu.
Milan’da tüberkülozlu yüz aileden yetmiş altısı bir veya iki odada kalıyordu.
Bu sayılar günümüz konutunun insan hayatına tehlike teşkil ettiğini göstermek açısından yeterli olacaktır, zira daha fazlasını aktarmaya burada yerimiz yok. Ancak altı çizilmesi gereken bir önemli olgu daha var: İtalya’da her 100 işçi sınıfı meskeninden otuz üçü orta ve üst sınıf evlerle karşılaştırıldığında aşırı kalabalıktır.
Bu yeni bir şey değil. Günümüz yoksullarının evleri, M.Ö üçüncü yüzyıldaki kölelerinkinden ya da Roma İmparatorluğu’ndaki pleblerinkinden çok az farklıdır. Bu, kriz momentleri ve devlete karşı direnişinin zayıflamasıyla çakışan bir fenomendir.
Bağımsızlık duyusunun zayıflaması devletin otoritesini güçlendirir. Doğrudan eylem dürtüsü azalır, tasnif ve bürokratik ruh zafer kazanır, eğitim tamamen niceliksel olur, kültür ve sanat yaşamdan koparılır, hayatın kendisi bölümlere ayrılır ve soyutlama yollarında zayıflatılır. Aynı zamanda kent kendi doğal fiziksel ve tinsel yenileme işlevini kaybeder ve insana kendi çöküşü içerisinde acı çektirerek zarar verici bir organizma olur.
Bugünkü durum yeni bir fenomen değildir ancak daha önce olduğundan kötüdür, çünkü etkileri daha kapsamlı, daha tüyler ürpertici ve bizim için işe yarar olabilen teknikteki ilerlemelerden dolayı daha saçmadır. Yine de günümüz toplumsal organları, kapitalizm ve devlet, bu çaresiz krizi çözecek bir şey yapmaktan acizdir. Ayrıcalık ve otorite ilkeleri hüküm sürdüğü müddetçe yeni materyaller, yeni inşa süreçleri boşunadır.
Kapitalizm imkanları az olan sınıflar için evler inşa etmiyor ve edemez de, çünkü bu tür yatırım iyi bir geri dönüşüm sağlamaz … özel sermaye, yalnızca üst sınıf konuta ve iyi bir geliri garanti eden (ofis blokları, lüks dükkanlar, sinemalar vb.) bu tip binalara yatırılır ve yoksullar bütün sonuçları bakımından halen daha fazla nüfus kalabalığına neden olan eski ve hijyenik olmayan binalarda barınak bulmaya itilir…
Devlet bu durumu değiştirmek için hiçbir şey yapmaz, yapamaz. Devlet otoritenin temel nedeni olduğu için -gerçek bir şey gibi görünen ve somut gerçeklikle hiçbir bağı olamayan bir soyutlama- bir soyutlamaymış gibi davrandığı ve manipüle ettiği insanın kendisidir.
Ev, insanla doğrudan ilişki içerisinde bir organizmadır. Ev insanın dışsal çevresi, uzamdaki olumlamasıdır. Dolayısıyla insanı bir bireyden ziyade, biraz daha büyük bir rakamın kesiri olarak kabul eden devletle evin hiçbir ilişkisi yoktur.
Devlet bu ilişkileri her ne zaman üstlense sonuçlar korkunç olmuştur. Bunu doğrulamak için tarihe dönüp bakabiliriz -eski Mısır’ın, Roma İmparatorluğu’nun, Fransız monarşisinin zalim despot devletleri yönetimindeki kentleri betimleyebiliriz- ancak bu, günümüzde herhangi bir İtalyan kentini düşünmek için kafidir… toplu konutlar çok sınırlıdır ve hedeflenen kitlenin karşılayamayacağı kadar çok maliyetli olur. Üstelik çirkin ve kötü bir şekilde inşa edilir; nitekim insanlar için değil de devletin algıladığı soyut insanlar için inşa edilirler.
Günümüzde belediye konutçuluğu, insanların epey berbat bir şekilde kafeslendikleri kentlerimizin çevresini tekdüze bir şekilde kaplayan bakımsız barakalar demektir. Ne nitelik ne de nicelik bakımından konut sorununu çözmezler, fakat bunlar devletin yapabileceği en büyük katkıdır.
Konut sorunu yukarıdan çözülemez. Bu halkın sorunudur ve halkın kendi somut irade ve eylemi dışında çözülmeyecek hatta cesurca yüzleşilemeyecektir; dolayısıyla şimdiye kadar düşünülen evler için doğrudan eylem türünün -bina kooperatifleri, boş evlerin illegal işgali ve barınma grevleri- geçerlilik ve sınırlarını değerlendirmek faydalı olacaktır.
Bina kooperatifi elbette düşük maliyete evler yaratmada etkili bir araç ve kolektif eylem biçimleri bakımından kiracılar için değerli bir deneyimdir. Savaştan beri artan bu kooperatifler, genellikle belirli sayıda bina teknisyenini görevlendirmek ve belediye girişimleriyle karşılaştırıldığında –daha etkin iç örgütlenmeleri ve daha adil kazanç paylarıyla mümkün olan- daireleri rekabete dayalı bir kira bedeline piyasaya sürme maksadıyla oluşturulur. Ancak kolektif eylemin ilginç bir örneği olmalarına rağmen, temel barınma sorununu düzeltmek açısından çok az şey yapabilirler, zira esas amaçları barınma değil iş sağlamaktır ve iş, rekabete dayalı piyasanın dalgalanmasına göre taahhüt edilir.
Çok daha az sıklıkla bir araya gelen kiracıların kooperatifleri belirli sayıda evsize konut sağlamayı amaçlar: Binaların mevcut fiyatlarla satın alınması ve konut olarak örgütlenmeleri. Eğer (varlıklıyla sınırlı, kooperasyondan daha ziyade sadece bölünmüş bir mülk sahipliği ve her türlü toplumsal önemden yoksun olan) hissedarlığı dışarıda bırakırsak, bu kooperatif tipi ancak dış mali yardımla var olabilir. Ve çözüm elbette, bazı yerlerde varsayıldığı gibi, eninde sonunda kooperatif evlerini işgal edecek kiracıların doğrudan kooperatif toplu konutları değildir. Bu doğrudan eyleme dair eğitici bir örnek olabilir, ancak neredeyse hiç de pratik bir yöntem değildir ve çok az somut sonuç verir. Günümüz konutu, modern üretken tekniklerle güncellenmeyen, geleneksel inşa yöntemlerin masrafından dolayı maliyetlidir. Genellikle inşaat ustalığında eğitilmemiş ve uygun alet ve malzemeler verilmemiş kiracıların doğrudan üretimi, çoğu kez kötü işçilik ve görece yüksek maliyetlerle sonuçlanır.
Çözüm (mevcut toplumsal yapı içersinde hareket edeken) ortak bir mali mekanizmayla beraber komünal bir eylem programında birleşmiş apartman ve kiracı kolektiflerinin oluşturulmasındadır. Devletin mali yardımına … ya da politik eylemden kaynaklanan ve kooperatifleri finansörlerin çıkarlarına bağlayarak er veya geç kendi tuzaklarını ortaya çıkaran girişkenlik türüne bel bağlayamayız. Bu nedenle yerel mali durumdan gelen finansmanın özerk olması gerekir. Nitekim bu özerklik, mesai harcayan, üretime katkıda bulunan, para yardımında bulunan, hali hazırda tamamen topluluğa ait olan zenginliği ellerinde bulunduranlardan yardım isteyen ve belediyelerin zorunlu alanlar ile temel inşaat malzemelerini bedava ya da düşük maliyete sağlamaya zorlayan kolektifin üyelerinin mümkün olduğunca karşılıklı yardımlaşmasına dayalıdır.
Doğrudan eylemin bir başka biçimi boş binaların illegal işgalidir. En önemli örnekler 1914-18 savaşından ve son savaşın hemen ardından İngiltere’de, birçok ülkede bu tür eylemlere adını vermiş olan “Gecekonducular” hareketiyle birlikte ortaya çıktı. “Gecekonducular” aslında barınma için kullanılabilen ev ve binaların işgalinin yanı sıra, bir başka “illegal” işgal biçimi olan mülk sahiplerinin tebliğ ettiği tahliye emirlerinin sistematik ve örgütlü reddinden meydana geliyordu. İtalya’da savaştan hemen sonra yaygın bir “gecekondulaşma” patlaması oldu. Örneğin Messina’da, insanların aşırı ihtiyacına rağmen 3000 odanın boş olduğu başpiskaposun sarayına evsiz insanlar el koydu. Çoğu kez tahliye emirlerine karşı evlerin etrafında kiracılardan oluşan, bireysel ya da kolektif, nöbetçi mangaları aracılığıyla gösterilen direniş örnekleri çoğaldı.
Barınma grevi, yukarıda vurgulanan anlamda tamamlayıcı, doğrudan eylem yöntemidir. Daha yüksek ücretler için grev bir barınma grevi olarak düşünülmediği için, ki haftalık ücretin önemli bir kısmı kiraya gider, emsal eksikliğinden ötürü yaygın bir şekilde uygulanmamıştır. Kira ödemeyi kolektif olarak reddetme biçiminde, barınma grevinin önemli oranda gecekondulaşmaya yardımı olur.
İncelediğimiz doğrudan eylemin yöntemleri, taktik olarak etkili olmalarına karşın, kesin bir çözüm sağlayamazlar. Barınmanın esas nedenlerini bulmak ve bunlara makul ölçüde eylemle karşı koymak için sorunun kökenini doğru kavramamız gerekir.
Ev yalnızca dört duvardan oluşmaz, o aynı zamanda uzam, ışık, güneş ışığı ve dış çevredir. Beraberinde okul, sağlık hizmetleri, yeşil ortam, çocukların oynaması için oda, dinlenme tesisleri, eğlenceler, kültür; başka bir deyişle iş, üretim, mübadele için rahatlık ve kolaylıklar, ekonomik hayatın araçlarını gerektirir. Ev, aslında topluluğa doğru genişler. Ev sağlıklı olduğunda insanın emelleri için etkili bir araçtır ve sağlıklı bir topluluğun yapısına ahenkle uyar.
Çağdaş kent sağlıksız bir topluluğun yanı sıra -ki aslında bu topluluk bile sayılmaz- yalıtılmış bina ve insanlardan oluşan fiziki bir moloz yığınıdır. Kapsamlı bir gecekonducular hareketi ve ev inşaatında devasa bir artış, nüfusun tamamına şimdi zenginlerin tadını çıkardığı standartta konut sağlasa bile sonuç aynı olacaktır, zira kapitalist uygarlıkta kent yetersizdir ve onun yapısında ev sağlıklı olamaz.
Evin hastalığı kentinkiyle çakışır.
Ortaçağ cemaatinin parçalanmasından beri, otorite lehine insan ilkesinden vazgeçme, somut olguların soyutlamalara tabiiyeti ve soyutlamanın hakikatler dünyasına yüceltilmesi -insanın kendi kolektif hayatına yeterli toplumsal anlamı verme kabiliyetini kaybetmesi- bu illetin kökenidir.
Bunun günümüzdeki sonucu, şevki kırılmış ve parçalanmış bir toplumsal bedendir. İnsani bakış açısından bu yetersizdir çünkü insanı akranlarıyla, doğayla, kolektif üretken süreçlerle ilişkisiz bir hayata -hava geçirmez şekilde asfalt ve taşla damgalanmış bir hayata- indirger. İşlevsel bakış açısından yetersizdir çünkü civarında bulunan bölgenin aktif merkezi olmak yerine, pahalı bürokratik ve üretken olmayan yapısından ötürü bölgeden yiyecek soğurarak asalak bir beden haline gelmiştir.
Mevcut toplumsal yapıyı kurtarma, hayatın acil gerçekliklerini mahvetme aracı olarak algılanan kent planlaması, tehlikeli bir düştür.
Ancak farklı bir tarzda, komünal elbirliğinin tezahürü olarak düşünüldüğünde, insanın hakiki varlığını özgürleştirme gayreti olur. Doğa, sanayi ve bütün insan etkinliği arasında uyumlu bir bağ oluşturma çabasıdır ve trafik, ulaşım ya da bina estetiği sorunundan çok daha fazlasıdır.
Bu nedenle yeni kent planlamacılığı olgusunda kabul ettiğimiz tutum belirleyicidir.
Karşıt bir tutum benimsemek mümkündür: “İlle de otoriteden doğacak plan yalnızca zararlı olabilir. Toplumsal hayattaki değişimler planı izleyemez. Plan yeni yaşam tarzında tali olacaktır.” Veya bir katılım tutumu benimsenebilir: “Plan mevcut toplumsal düzenimizin yönünü değiştirerek onu ‘tasfiye etmenin’ fırsatıdır ve değiştirilen bu amaç devrimci bir toplumsal yapı için zorunlu başlangıçtır.”
İlk tutum iki ana argümana dayanır: Birincisi, otoritenin özgürleştirici bir fail olamayacağıdır –ki bu tamamen doğrudur; ikincisi, insan özgür olana kadar hiçbir şey yapamayacağıdır –ki bu yanlış bir görüştür. İnsan özgürleştirilemez, kendisini özgürleştirmesi gerekir ve bu özgürlük yönündeki her türlü ilerleme ancak kendi iradesinin bilinçli ifadesi olabilir. Bölge, kent ve ülkenin sorunlarının sonsuz büyüklüğünün araştırılması böyle bir faaliyettir. Sorunların doğasını ortaya çıkarmak ve bunların çözümlerini hazırlamak, otoritenin iktidarını ortadan kaldırıp iktidarı halka veren doğrudan eylemin somut bir örneğidir. Aslında “devrimin halletmesi için beklemek” anlamına gelen muhalif tutum, toplumsal devrimin şimdinin sorunlarından ötürü geleceği düşünmekten aciz, bezmiş ve güdük insanlarca değil de, temiz eller tarafından başarılacağı gerçeğini hesaba katmaz. Devrimin özgür bir toplumun zorunlu koşullarını yaratmak için bu kötülüklerin yok edilmesiyle başladığı unutulur.
Eğer kent planlamacılığını otoritenin gözü kararmış tekelinden kurtarmada başarılı olup toplumsal hayatın gerçek sorunlarında komünal bir araştırma ve inceleme organı yaparsak, devrimci bir silah olabilir. Bu sorunlar çoktur ve acilen çözülmesi gerekir.
Bölgede, özel mülkiyet keyfi olarak sürülebilir toprağı böldü ve insanlar ile toprak arasındaki duygusal ve işlevsel ilişkiyi yok etmenin yanı sıra, topluluğun bütün hayati çıkarlarının yoluna engeller koydu. Üretim, mübadele, ulaşım, iletişim ve hizmet sorunlarının hepsi bunları çözecek ne etkiye ne de beceriye sahip olan ayrıcalıklı azınlıkların ya da devletin ellerindedir.
Kentte ikamet edenlerin aşırı kalabalığı ve katmanlaşması, bireysel ve toplumsal hayatın bütün yönlerini yok etti ya da yozlaştırdı. Okullar sağlıksız ve aşırı kalabalık, sağlık hizmetleri yetersiz, trafik kaotik ve tehlikeli, yeşil alan ise toprak spekülatörleri tarafından massediliyor.
Evde insan bir hayvan düzeyine düşürülüyor. İnsan ışık, hava, güneş ve çimden, doğayla ve akranlarıyla bağlantıdan mahrum bir şekilde bağımsızlığını ve toplumsal hayat yetisini kaybediyor. Halim selim, yumuşak başlı, disipline ve savaşa yatkın hale geliyor.
Durum tersine çevrilebilir. Eğer yerel sorunlara ilişkin kapsamlı bir bilgi ve anlayış geliştirip bunları çözmede teknik araçları geliştirirsek ve daha sonra bu planların uygulamaya konduğunu ihtiyatla ve bilfiil görürsek, o zaman kent ve ülke planlamacılığı kolektif doğrudan eylemin en etkin aracı olabilir.
İlk olarak sendika.org’da yayımlanmıştır.

İng.Çev.: güvencesiz çevirmen

·         Giancarlo de Carlo (1919-2005): İtalyan anti-faşist direnişinde ve savaş sonrası İtalyan anarşist hareketinde aktif olan ünlü bir mimardı. Mimar çalışmalarının plan ve tasarıların tüketici ve ikamet edenlerle birlikte oluşturulduğu bir tür “katılımcı mimarlığı” savunuyordu. Şehirciliği ve mamur çevreyi tartışan küresel bir forum olarak Spazio e Società ile Uluslararası Mimari ve Tasarı Laboratuarı’nı (ILAUD, 1974-2004) kurdu. Colin Ward tarafından çevrilen yukarıdaki parçalar ilk olarak aylık İtalyan anarşist dergi Volontà’da yayınlanan de Carlo’nun bir makalesinden alınmıştır. Ward’ın çevirisi Haziran 1948’de İngiliz anarşist gazetesi Freedom’da yayınlandı.

Saturday, February 9, 2013

Delfi'deki Sisifos



Sisyphos
Sisifos bir gün tanrılardan cezasına bir süre ara verilmesini ister. Tanrılar bu isteğini yerine getirip ona bir hafta izin verirler. Sisifos taşını sırtına yükler ve geçmişi, şimdisi ve geleceğine dair sorularını cevaplamak üzere Delfi’nin yolunu tutar.
Sisifos’un geleceğini ve ayrıca onun “geleceğini” çoktan bilen Delfi Kahini onu kapıda karşılar. Ve daha sonra celse başlar…
Sisifos: Ey Kahin!
Neden başkalarının duyduğu sesler Müzlerin gülüşlerinden örülü,
Cennete yürüdükleri yollara neden altın tozları serpili,
Ve benimkiler neden dikenli ve çamurlu?
Karlı yamaçlarda boy veren bir kardelenim,
Neden böyle benim kaderim?
Kahin: Bir soru sorulduğunda cevap çoktan verilmiştir,
Aradığın şey cevapta değil, soruyu anlamakta gizlidir.
Sisifos: Birisinin gün doğumunda orman dediği yerde,
ben çiğ damlalarından yansıyan ışık hüzmelerini görüyorum…
Sağır kulaklara düşmeyen kıpırtılarını kalbin, konuşmalarda,
yalanı ve doğruyu ele veren itirafını duyuyorum…
Sanki burdayım, ama burdan değilim,
Yürüsem de sanki karanlık bir çöldeyim…
Evrene bakışımı dosdoğru anlatamayan dilimin,
Etrafımda yarattığı hayalet denizi ile çevriliyim…
Kahin: Yıldızları karanlık gece değil mi parlatan?
Uzak ve dingin ruhları kırılır mı hiç yalnızlıktan?
Maskelerin takıldığı ışıltılı şehirler azaltır sayılarını ama,
Engin göklerde onlar her zaman fazladır birden, ikiden, ondan…
Sisifos: Peki şimdi ne yapacağım?
Sırtımda yaşamın yükü bu taş, hep o bildik tepeyi arşınlayan şu ayaklarım,
Yalnızlık, aynılık, anlaşılamamışlık ve tüm bunların üstüne farklılığım,
Hades’in cehenneminden beter bu mahkumiyetten nasıl kurtulacağım?
Kahin: Ey Mutlu Sisifos!
Nasıl ki güneş vurduğunda açılır Apollon Tapınağı’nın kapıları,
Işık girsin diye kenara çekilen perdeler gibi kurtulacaksın dertlerden,
Genç bir kısrak gibi zincirlenemez iraden,
Seni ilk defa kendi tepen yerine buraya getiren,
Cevaplar soruda çoktan verilmiştir, bakış aynada çoktan yansımıştır,
Tüm evrenini yeniden,
Aldığın taşla inşa edeceksin
YERDEN!…
Tüm evrenini yeniden,
Attığın taşla inşa edeceksin
YOKTAN!
Sisifos taşını yeniden sırtına yüklenir ve cezasını çekmek üzere yola koyulur. Artık yüzünde bir gülümseme vardır; mutludur
ALINTI

Wednesday, February 6, 2013

Devlet Tiyatroları belgesel Macide tanır



Macide Tanır hayatını
Tiyatronun en tatlı cadısını kaybettik
07/02/2013
Türk tiyatrosunun dev isimlerinden biriydi, ömrünü sahnelere adamış, tiyatroyu her şeyin üstüne koyan bir kadın... Bir süredir tedavi görmekte olan Macide Tanır, 91 yaşında veda etti.

Tiyatroya giden yolu, babasının, Erenköy Kız Lisesi’ni birincilikle bitirdiği vakit kurduğu “Bu memleketin mektepli sanatçıya ihtiyacı var, olabiliyorsanız olunuz” cümlesiyle açılan bir isim, Macide Tanır... 1922 doğumlu sanatçı, Galatasaray Lisesi’ndeki sınavı kazanır, Ankara ’da konservatuvar yılları başlar. Devlet Konservatuvarı Tiyatro ve Opera Bölümünü’nden üç yılda mezun olur ve 1943’te Devlet Tiyatrosu oyuncusu olarak sahneye çıkar. Tanır’ın hayatını şekillendiren; yeteneği kadar, disiplinli kişiliği de olmuştur. Kendisini eleştirmekten sakınmayan, oyunları kapalı gişe oynarken dahi başrole kendisini değil tiyatronun kendisini koyan bir genç kadındır...
Tanır, 1985’e kadar sahnelerde kaldı. Sanat yaşamı boyunca sayısı 50’yi aşan eserde başrol oynadı. Tiyatro seyircisi onu en çok ‘Ağaçlar Ayakta Ölür’ ile TV izleyicisi ise ‘Şehnaz Tango’ dizisinden tanır. 1991’de aldığı Devlet Sanatçısı Ödülü ve 1997’de aldığı Afife Tiyatro Ödülü başta olmak üzere çok sayıda ödülün sahibidir.
1985’te Devlet Tiyatrosu sanatçılığından yasa nedeniyle mecburen emekli olduğunda hislerini “Bana artık tiyatro yapma diyorlar, bana artık nefes alma diyorlar” sözleriyle dile getirmişti Tanır. DT’nin ardından sahne hayatı Nedim Saban’ın davetiyle Tiyatro Kare’de devam etti.
Sanat serüvenini anlatan ‘Tiyatronun Cadısı’ adlı anı kitabında toplamıştı. Onu sinemada ‘Yer Demir Gök Bakır’, ‘Yengeç Sepeti’, ‘Cumhuriyet’ gibi filmlerde seyrettik. Tanır, bir ömre yayılan sanat serüvenini ‘Tiyatronun Cadısı’ adlı kitabında toplamıştı. Son günlerini hasta yatağında geçirmişti, tiyatro severler için ise ‘ağaçlar gibi’ ayakta veda etti...
‘Artık çok az kişi kaldık’

 Genco Erkal:Türk tiyatrosu efsane oyuncularından birini kaybetti. Macide Tanır’ı büyük rollerinden birinde bir kez seyretmiş olan onu unutamaz. Hayattaki duruşuyla hep örnek bir sanatçı oldu. Çağdaş Türkiye ’nin gurur duyacağı bir Cumhuriyet kızıydı. Onun gibi insanlara çok rastlanmıyor artık. Güle güle sevgili dost.
Şebnem Bozoklu: Bir ikondu. Hakkında anlatılanlar efsane gibi bir üst jenerasyona iletilir. Yaşamı ve oynadığı karakterler unutulmayacak.
Ayşenil Şamlıoğlu: Ustamdı, dostumdu. Ömrü boyunca mesleki yaşamda nasıl durulması gerektiğinin dersini verdi. Kendisiyle kurmuş olduğum dostluktan, onun beni yaşdaşı kabul edip kurduğu diyaloglardan o kadar çok beslendim ki ömrümün sonuna kadar onun bana verdikleri benimle birlikte gelecek. Meslekte doğru yolda olduğumun işaretiydi.
Orhan Alkaya: DT ekolünün sembol oyuncularının başındaydı. Çok büyük bir oyuncuydu. Kaybı son derece üzücü…
Işıl Kasapoğlu: Artık çok az kişi kaldık. Büyük insanlar gidiyor yerine yenileri yetişmiyor. O da büyük oyunculardandı. Çok büyük bir oyuncuyu kaybettik ve görüyorum ki yakın sürede gerçek oyuncu kalmayacak.