Monday, July 30, 2012

Barınma grevi, planlama, doğrudan eylem


Barınma grevi, planlama, doğrudan eylem / Giancarlo de Carlo

Topluluğu yeniden kurmak:
Barınma grevi, planlama, doğrudan eylem
Barınma sorunu çağdaş toplum krizinin temelidir ... Bütün toplumsal
yapımızın bir çözülme durumunda olduğunu ve ancak en radikal, güçlü
çarelerin onu iyileştirebileceğini fark etmek için İtalya'nın etrafını
dolaşıp kasaba ve köyleri gezmek ... insanların nerede doğup, çoğalıp
öldüğünü ve yaşadıkları evleri görmek yeterlidir.

Nüfusun aşırı yoğunlaşması konutun esas işlevini yerine getirmesini
önler, yararlı insan ilişkilerinin gelişebildiği bir ortama son verir
ve fiziki, ahlaki bozulmanın tehlikeli bir aracı, hastalık ve ölümün
bir aracı olur.

1946'da İtalya'daki ortalama çocuk ölüm oranı binde yüz altmış dokuz
iken, barınma koşullarının biraz daha iyi olduğu Fransa'da binde yüz
ondu...

Napoli'de, 1935 ve 1941 arasında yapılmış bir araştırmada, ziyaret
edilen 8.431 çocuktan %16.8'i akciğer veremiydi ve yalnızca %11'i
akciğer ağrıları çekmiyordu. Vakaların %69'unda ev tek gözlü bir
odadan meydana geliyordu, %70'i çoğunlukla ailecek aynı odada, aynı
yatakta hastayla kalıyordu.

Milan'da tüberkülozlu yüz aileden yetmiş altısı bir veya iki odada kalıyordu.

Bu sayılar günümüz konutunun insan hayatına tehlike teşkil ettiğini
göstermek açısından yeterli olacaktır, zira daha fazlasını aktarmaya
burada yerimiz yok. Ancak altı çizilmesi gereken bir önemli olgu daha
var: İtalya'da her 100 işçi sınıfı meskeninden otuz üçü orta ve üst
sınıf evlerle karşılaştırıldığında aşırı kalabalıktır.

Bu yeni bir şey değil. Günümüz yoksullarının evleri, M.Ö üçüncü
yüzyıldaki kölelerinkinden ya da Roma İmparatorluğu'ndaki
pleblerinkinden çok az farklıdır. Bu, kriz momentleri ve devlete karşı
direnişinin zayıflamasıyla çakışan bir fenomendir.

Bağımsızlık duyusunun zayıflaması devletin otoritesini güçlendirir.
Doğrudan eylem dürtüsü azalır, tasnif ve bürokratik ruh zafer kazanır,
eğitim tamamen niceliksel olur, kültür ve sanat yaşamdan koparılır,
hayatın kendisi bölümlere ayrılır ve soyutlama yollarında
zayıflatılır. Aynı zamanda kent kendi doğal fiziksel ve tinsel
yenileme işlevini kaybeder ve insana kendi çöküşü içerisinde acı
çektirerek zarar verici bir organizma olur.

Bugünkü durum yeni bir fenomen değildir ancak daha önce olduğundan
kötüdür, çünkü etkileri daha kapsamlı, daha tüyler ürpertici ve bizim
için işe yarar olabilen teknikteki ilerlemelerden dolayı daha
saçmadır. Yine de günümüz toplumsal organları, kapitalizm ve devlet,
bu çaresiz krizi çözecek bir şey yapmaktan acizdir. Ayrıcalık ve
otorite ilkeleri hüküm sürdüğü müddetçe yeni materyaller, yeni inşa
süreçleri boşunadır.

Kapitalizm imkanları az olan sınıflar için evler inşa etmiyor ve
edemez de, çünkü bu tür yatırım iyi bir geri dönüşüm sağlamaz ... özel
sermaye, yalnızca üst sınıf konuta ve iyi bir geliri garanti eden
(ofis blokları, lüks dükkanlar, sinemalar vb.) bu tip binalara
yatırılır ve yoksullar bütün sonuçları bakımından halen daha fazla
nüfus kalabalığına neden olan eski ve hijyenik olmayan binalarda
barınak bulmaya itilir...

Devlet bu durumu değiştirmek için hiçbir şey yapmaz, yapamaz. Devlet
otoritenin temel nedeni olduğu için -gerçek bir şey gibi görünen ve
somut gerçeklikle hiçbir bağı olamayan bir soyutlama- bir
soyutlamaymış gibi davrandığı ve manipüle ettiği insanın kendisidir.

Ev, insanla doğrudan ilişki içerisinde bir organizmadır. Ev insanın
dışsal çevresi, uzamdaki olumlamasıdır. Dolayısıyla insanı bir
bireyden ziyade, biraz daha büyük bir rakamın kesiri olarak kabul eden
devletle evin hiçbir ilişkisi yoktur.

Devlet bu ilişkileri her ne zaman üstlense sonuçlar korkunç olmuştur.
Bunu doğrulamak için tarihe dönüp bakabiliriz -eski Mısır'ın, Roma
İmparatorluğu'nun, Fransız monarşisinin zalim despot devletleri
yönetimindeki kentleri betimleyebiliriz- ancak bu, günümüzde herhangi
bir İtalyan kentini düşünmek için kafidir... toplu konutlar çok
sınırlıdır ve hedeflenen kitlenin karşılayamayacağı kadar çok
maliyetli olur. Üstelik çirkin ve kötü bir şekilde inşa edilir;
nitekim insanlar için değil de devletin algıladığı soyut insanlar için
inşa edilirler.

Günümüzde belediye konutçuluğu, insanların epey berbat bir şekilde
kafeslendikleri kentlerimizin çevresini tekdüze bir şekilde kaplayan
bakımsız barakalar demektir. Ne nitelik ne de nicelik bakımından konut
sorununu çözmezler, fakat bunlar devletin yapabileceği en büyük
katkıdır.

Konut sorunu yukarıdan çözülemez. Bu halkın sorunudur ve halkın kendi
somut irade ve eylemi dışında çözülmeyecek hatta cesurca
yüzleşilemeyecektir; dolayısıyla şimdiye kadar düşünülen evler için
doğrudan eylem türünün -bina kooperatifleri, boş evlerin illegal
işgali ve barınma grevleri- geçerlilik ve sınırlarını değerlendirmek
faydalı olacaktır.

Bina kooperatifi elbette düşük maliyete evler yaratmada etkili bir
araç ve kolektif eylem biçimleri bakımından kiracılar için değerli bir
deneyimdir. Savaştan beri artan bu kooperatifler, genellikle belirli
sayıda bina teknisyenini görevlendirmek ve belediye girişimleriyle
karşılaştırıldığında -daha etkin iç örgütlenmeleri ve daha adil kazanç
paylarıyla mümkün olan- daireleri rekabete dayalı bir kira bedeline
piyasaya sürme maksadıyla oluşturulur. Ancak kolektif eylemin ilginç
bir örneği olmalarına rağmen, temel barınma sorununu düzeltmek
açısından çok az şey yapabilirler, zira esas amaçları barınma değil iş
sağlamaktır ve iş, rekabete dayalı piyasanın dalgalanmasına göre
taahhüt edilir.

Çok daha az sıklıkla bir araya gelen kiracıların kooperatifleri
belirli sayıda evsize konut sağlamayı amaçlar: Binaların mevcut
fiyatlarla satın alınması ve konut olarak örgütlenmeleri. Eğer
(varlıklıyla sınırlı, kooperasyondan daha ziyade sadece bölünmüş bir
mülk sahipliği ve her türlü toplumsal önemden yoksun olan)
hissedarlığı dışarıda bırakırsak, bu kooperatif tipi ancak dış mali
yardımla var olabilir. Ve çözüm elbette, bazı yerlerde varsayıldığı
gibi, eninde sonunda kooperatif evlerini işgal edecek kiracıların
doğrudan kooperatif toplu konutları değildir. Bu doğrudan eyleme dair
eğitici bir örnek olabilir, ancak neredeyse hiç de pratik bir yöntem
değildir ve çok az somut sonuç verir. Günümüz konutu, modern üretken
tekniklerle güncellenmeyen, geleneksel inşa yöntemlerin masrafından
dolayı maliyetlidir. Genellikle inşaat ustalığında eğitilmemiş ve
uygun alet ve malzemeler verilmemiş kiracıların doğrudan üretimi, çoğu
kez kötü işçilik ve görece yüksek maliyetlerle sonuçlanır.

Çözüm (mevcut toplumsal yapı içersinde hareket edeken) ortak bir mali
mekanizmayla beraber komünal bir eylem programında birleşmiş apartman
ve kiracı kolektiflerinin oluşturulmasındadır. Devletin mali yardımına
... ya da politik eylemden kaynaklanan ve kooperatifleri finansörlerin
çıkarlarına bağlayarak er veya geç kendi tuzaklarını ortaya çıkaran
girişkenlik türüne bel bağlayamayız. Bu nedenle yerel mali durumdan
gelen finansmanın özerk olması gerekir. Nitekim bu özerklik, mesai
harcayan, üretime katkıda bulunan, para yardımında bulunan, hali
hazırda tamamen topluluğa ait olan zenginliği ellerinde
bulunduranlardan yardım isteyen ve belediyelerin zorunlu alanlar ile
temel inşaat malzemelerini bedava ya da düşük maliyete sağlamaya
zorlayan kolektifin üyelerinin mümkün olduğunca karşılıklı
yardımlaşmasına dayalıdır.

Doğrudan eylemin bir başka biçimi boş binaların illegal işgalidir. En
önemli örnekler 1914-18 savaşından ve son savaşın hemen ardından
İngiltere'de, birçok ülkede bu tür eylemlere adını vermiş olan
"Gecekonducular" hareketiyle birlikte ortaya çıktı. "Gecekonducular"
aslında barınma için kullanılabilen ev ve binaların işgalinin yanı
sıra, bir başka "illegal" işgal biçimi olan mülk sahiplerinin tebliğ
ettiği tahliye emirlerinin sistematik ve örgütlü reddinden meydana
geliyordu. İtalya'da savaştan hemen sonra yaygın bir "gecekondulaşma"
patlaması oldu. Örneğin Messina'da, insanların aşırı ihtiyacına rağmen
3000 odanın boş olduğu başpiskaposun sarayına evsiz insanlar el koydu.
Çoğu kez tahliye emirlerine karşı evlerin etrafında kiracılardan
oluşan, bireysel ya da kolektif, nöbetçi mangaları aracılığıyla
gösterilen direniş örnekleri çoğaldı.

Barınma grevi, yukarıda vurgulanan anlamda tamamlayıcı, doğrudan eylem
yöntemidir. Daha yüksek ücretler için grev bir barınma grevi olarak
düşünülmediği için, ki haftalık ücretin önemli bir kısmı kiraya gider,
emsal eksikliğinden ötürü yaygın bir şekilde uygulanmamıştır. Kira
ödemeyi kolektif olarak reddetme biçiminde, barınma grevinin önemli
oranda gecekondulaşmaya yardımı olur.

İncelediğimiz doğrudan eylemin yöntemleri, taktik olarak etkili
olmalarına karşın, kesin bir çözüm sağlayamazlar. Barınmanın esas
nedenlerini bulmak ve bunlara makul ölçüde eylemle karşı koymak için
sorunun kökenini doğru kavramamız gerekir.

Ev yalnızca dört duvardan oluşmaz, o aynı zamanda uzam, ışık, güneş
ışığı ve dış çevredir. Beraberinde okul, sağlık hizmetleri, yeşil
ortam, çocukların oynaması için oda, dinlenme tesisleri, eğlenceler,
kültür; başka bir deyişle iş, üretim, mübadele için rahatlık ve
kolaylıklar, ekonomik hayatın araçlarını gerektirir. Ev, aslında
topluluğa doğru genişler. Ev sağlıklı olduğunda insanın emelleri için
etkili bir araçtır ve sağlıklı bir topluluğun yapısına ahenkle uyar.

Çağdaş kent sağlıksız bir topluluğun yanı sıra -ki aslında bu topluluk
bile sayılmaz- yalıtılmış bina ve insanlardan oluşan fiziki bir moloz
yığınıdır. Kapsamlı bir gecekonducular hareketi ve ev inşaatında
devasa bir artış, nüfusun tamamına şimdi zenginlerin tadını çıkardığı
standartta konut sağlasa bile sonuç aynı olacaktır, zira kapitalist
uygarlıkta kent yetersizdir ve onun yapısında ev sağlıklı olamaz.

Evin hastalığı kentinkiyle çakışır.

Ortaçağ cemaatinin parçalanmasından beri, otorite lehine insan
ilkesinden vazgeçme, somut olguların soyutlamalara tabiiyeti ve
soyutlamanın hakikatler dünyasına yüceltilmesi -insanın kendi kolektif
hayatına yeterli toplumsal anlamı verme kabiliyetini kaybetmesi- bu
illetin kökenidir.

Bunun günümüzdeki sonucu, şevki kırılmış ve parçalanmış bir toplumsal
bedendir. İnsani bakış açısından bu yetersizdir çünkü insanı
akranlarıyla, doğayla, kolektif üretken süreçlerle ilişkisiz bir
hayata -hava geçirmez şekilde asfalt ve taşla damgalanmış bir hayata-
indirger. İşlevsel bakış açısından yetersizdir çünkü civarında bulunan
bölgenin aktif merkezi olmak yerine, pahalı bürokratik ve üretken
olmayan yapısından ötürü bölgeden yiyecek soğurarak asalak bir beden
haline gelmiştir.
 Mevcut toplumsal yapıyı kurtarma, hayatın acil gerçekliklerini
mahvetme aracı olarak algılanan kent planlaması, tehlikeli bir düştür.

Ancak farklı bir tarzda, komünal elbirliğinin tezahürü olarak
düşünüldüğünde, insanın hakiki varlığını özgürleştirme gayreti olur.
Doğa, sanayi ve bütün insan etkinliği arasında uyumlu bir bağ
oluşturma çabasıdır ve trafik, ulaşım ya da bina estetiği sorunundan
çok daha fazlasıdır.

Bu nedenle yeni kent planlamacılığı olgusunda kabul ettiğimiz tutum
belirleyicidir.

Karşıt bir tutum benimsemek mümkündür: "İlle de otoriteden doğacak
plan yalnızca zararlı olabilir. Toplumsal hayattaki değişimler planı
izleyemez. Plan yeni yaşam tarzında tali olacaktır." Veya bir katılım
tutumu benimsenebilir: "Plan mevcut toplumsal düzenimizin yönünü
değiştirerek onu 'tasfiye etmenin' fırsatıdır ve değiştirilen bu amaç
devrimci bir toplumsal yapı için zorunlu başlangıçtır."

İlk tutum iki ana argümana dayanır: Birincisi, otoritenin
özgürleştirici bir fail olamayacağıdır -ki bu tamamen doğrudur;
ikincisi, insan özgür olana kadar hiçbir şey yapamayacağıdır -ki bu
yanlış bir görüştür. İnsan özgürleştirilemez, kendisini
özgürleştirmesi gerekir ve bu özgürlük yönündeki her türlü ilerleme
ancak kendi iradesinin bilinçli ifadesi olabilir. Bölge, kent ve
ülkenin sorunlarının sonsuz büyüklüğünün araştırılması böyle bir
faaliyettir. Sorunların doğasını ortaya çıkarmak ve bunların
çözümlerini hazırlamak, otoritenin iktidarını ortadan kaldırıp
iktidarı halka veren doğrudan eylemin somut bir örneğidir. Aslında
"devrimin halletmesi için beklemek" anlamına gelen muhalif tutum,
toplumsal devrimin şimdinin sorunlarından ötürü geleceği düşünmekten
aciz, bezmiş ve güdük insanlarca değil de, temiz eller tarafından
başarılacağı gerçeğini hesaba katmaz. Devrimin özgür bir toplumun
zorunlu koşullarını yaratmak için bu kötülüklerin yok edilmesiyle
başladığı unutulur.

Eğer kent planlamacılığını otoritenin gözü kararmış tekelinden
kurtarmada başarılı olup toplumsal hayatın gerçek sorunlarında komünal
bir araştırma ve inceleme organı yaparsak, devrimci bir silah
olabilir. Bu sorunlar çoktur ve acilen çözülmesi gerekir.

Bölgede, özel mülkiyet keyfi olarak sürülebilir toprağı böldü ve
insanlar ile toprak arasındaki duygusal ve işlevsel ilişkiyi yok
etmenin yanı sıra, topluluğun bütün hayati çıkarlarının yoluna
engeller koydu. Üretim, mübadele, ulaşım, iletişim ve hizmet
sorunlarının hepsi bunları çözecek ne etkiye ne de beceriye sahip olan
ayrıcalıklı azınlıkların ya da devletin ellerindedir.

Kentte ikamet edenlerin aşırı kalabalığı ve katmanlaşması, bireysel ve
toplumsal hayatın bütün yönlerini yok etti ya da yozlaştırdı. Okullar
sağlıksız ve aşırı kalabalık, sağlık hizmetleri yetersiz, trafik
kaotik ve tehlikeli, yeşil alan ise toprak spekülatörleri tarafından
massediliyor.

Evde insan bir hayvan düzeyine düşürülüyor. İnsan ışık, hava, güneş ve
çimden, doğayla ve akranlarıyla bağlantıdan mahrum bir şekilde
bağımsızlığını ve toplumsal hayat yetisini kaybediyor. Halim selim,
yumuşak başlı, disipline ve savaşa yatkın hale geliyor.

Durum tersine çevrilebilir. Eğer yerel sorunlara ilişkin kapsamlı bir
bilgi ve anlayış geliştirip bunları çözmede teknik araçları
geliştirirsek ve daha sonra bu planların uygulamaya konduğunu
ihtiyatla ve bilfiil görürsek, o zaman kent ve ülke planlamacılığı
kolektif doğrudan eylemin en etkin aracı olabilir.

* Giancarlo de Carlo (1919-2005): İtalyan anti-faşist direnişinde ve
savaş sonrası İtalyan anarşist hareketinde aktif olan ünlü bir
mimardı. Mimar çalışmalarının plan ve tasarıların tüketici ve ikamet
edenlerle birlikte oluşturulduğu bir tür "katılımcı mimarlığı"
savunuyordu. Şehirciliği ve mamur çevreyi tartışan küresel bir forum
olarak Spazio e Società ile Uluslararası Mimari ve Tasarı
Laboratuarı'nı (ILAUD, 1974-2004) kurdu. Colin Ward tarafından
çevrilen yukarıdaki parçalar ilk olarak aylık İtalyan anarşist dergi
Volontà'da yayınlanan de Carlo'nun bir makalesinden alınmıştır.
Ward'ın çevirisi Haziran 1948'de İngiliz anarşist gazetesi Freedom'da
yayınlandı.

[İtalyanca aslından yapılan İngilizce çevirisinden Akın Sarı
tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
 

Polise Taş Atan Afrin'le Röportaj-Hülya Yetişen


Polise Taş Atan Afrin'le Röportaj-Hülya YetişenBu ayki röportajımızı 'Taş Atan Çocuklar' dan Amed’li Afrin’le yaptık. Bu yazıda taş atan çocukların, duygularını öfke ve sevinç çığlıklarını duyacaksınız.

Temmuz 2011'de TİHV, İnsan Hakları Derneği, Diyarbakır Barosu ve Diyarbakır Tabip Odası'nın da aralarında bulunduğu 11 sivil toplum örgütü, Kürdistan'da toplumsal olaylarda polise taş attıkları gerekçesiyle yargılanan çocuklara ilişkin bir rapor hazırladı.

Terörle Mücadele Kanunu'nda geçen yıl yapılan değişikliğin ardından, psikologlar ve sosyal hizmet uzmanlarının gözetiminde cezaevinde tutuklu kalmış 30 çocuk ve aileleriyle yapılan görüşmeler sonucu hazırlanan 8 sayfalık raporda, ‘taş atan çocuklar' ın devlet tarafından bir tehdit olarak algılandığı görüşüne yer verildi.

Diyarbakır'da, 2006 yılındaki olayların ‘milat' olarak gösterildiği raporda, yasa değişikliğinin yapıldığı 25 Temmuz 2010 tarihine kadar 12-18 yaşları arasında 4 bin çocuğun, gözaltına alındığı ya da 2 ay ile 4 yıla varan sürelerde cezaevinde tutuklu kaldıkları bildirildi.

İsrail İnsan Hakları örgütü de İsrail Devleti'nin Filistinli çocuklara karşı işlediği suçlar hakkında 70 sayfalık bir rapor hazırladı. Raporda 2006 - 2011 yılları arasında, 835 Filistinli çocuğun gözaltına alındığı, bunların 34'ünün 12-13 yaşında , 255'inin 14-15, 546'sının ise 16-17 yaşlarında olduğu belirtildi.

İsrail'de gözaltına alınan 800 çocuktan yalnızca biri mahkemede hapis cezasına çarptırıldı. Tutuklanan çocukların yüzde 93'ü cezalarını anlaşmalı çekmek üzere serbest bırakıldı.

Türkiye'de İnsan Hakları Derneği (İHD)'nin mayıs ayında hazırladığı rapora göre, Ocak ve Nisan 2011 arasında gözaltına alınan çocuk sayısı 638, tutuklanan çocuk sayısı ise 211 di. Taş atan çocuklarla ilgili yapılan yasal düzenlemelerin hayata geçmesini takip eden ilk dokuz ayda ise toplamda 424 çocuk gözaltına alındı. İsrail ordusu son beş yılda 835 Filistinli çocuğu göz altına alırken, Türkiye'de ise son 16 ayda 638 Kürd çocuğu gözaltına alındı. Bu rakamlar yıllara vurulduğunda İsrail'den dört kat daha fazla zulüm ediyor.

Pozantı Cezaevi'inde ortaya çıkan çocuk tecavüz olayları da yine bu hükümetin denetiminde gerçekleşiyor.

Adana Valisi İlhan Atış'ın , 'Bu çocukların hepsini birer 'Gül' birer ' Erdoğan' görmek istiyoruz' dediği çocuklara ve ailelerine Adana'da 3 yıldan bu yana 'özel bir politika' uygulanıyor.Çocuklarına sahip çıkmadıkları gerekçesiyle ailelerin yeşil kartları ellerinden alıyor.

Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Hizmetler Bölümü Araştırma görevlisi Sedat Yağcıoğlu 'Taş Atan Çocuklar' la ilgili bir çalışmasında çocukların kendilerini Kürd olma kimliği üzerinden kurguladığını 'Andımız'daki Türklük ya da İstiklal Marşı'ndaki Türk ulusu üzerinden yapılan vurguların Kürd çocukları için herhangi bir duygu ifade etmediğine, görüşme yaptığı Kürd çocuklarının büyük bir çoğunluğunun "Kürd ve çocuk bir arada olmuyor ki", "Kürd çocuk olmak yıkım demek", "Kürd çocuk olmak sürekli dayak yemek"..... dediğini söylüyor.

"Bu çocukları rehabilite edersek, iyi eğitim verirsek gösterilerden kurtarırız" gibi basında çıkan sözler için Yağcıoğlu, görüştüğü bir Kürd çocuğunun konuya ilişkin sözleriyle cevap veriyordu.

' Bize diyorlar ki elin kalem tutsun, yaz oku, büyük adam ol, bu sorunları o zaman çöz; şiddetle çözme. Bizim düşüncelerimize izin veriyor musunuz ki, bizim kendi anadilimizle yazmamıza izin veriyor musunuz ki?.. Evet ben okuyacağım, benim bir elimde kalem olur, öbür elimde taş. Kalemimi ezen elinizi taşımla ezerim." diyor.

Afrin işte bu taş atan çocuklardan biri. 1992 de Diyarbakır'da doğdu.. ilk ve ortaokul Amed'de bitirdi. Liseye başladı. Zindanda bitirdi. Şimdi üniversite sınavlarına hazırlanıyor. Hikâyesini kendi dilinden dinleyelim.


Hülya Yetişen: Sevgili Afrin, Diyarbakır'daki çevreni, aileni ve kendini biraz bize anlatır mısın?

Afrin- Çevremdeki insanlar da benden pek farklı yaşantısı olmayan insanlar. Hepsinin farklı, hepsinin acıklı bir hikâyesi var. Zaten Kürdistan’da yaşamını sürdüren insanların nerdeyse hepsinin hikâyesi hemen hemen aynı; acı, zulüm, gözyaşı… Ailem de Kürdistanlı işte... Acı, zulüm, işkence, gözaltı, faili meçhul cinayetler…

Bu hikâyelerle büyüdüm. Dünyaya geldiğim yıl Kulp merkezi'ne bağlı köydeki evimiz Türk ordusunun 'hayırlı' evlatlarından ‘’Recep Cömert’’ adlı başçavuş tarafından havaya uçuruluyor. Bununla yetinmeyen başçavuş babamı gözaltına alıyor. 47 gün süren işkenceli gözaltı sürecinden sonra 10 ay boyunca kalacağı Amed zindanına yollanıyor.

Yine aynı yıl yani 1992 yılında İstanbul’da çıkan bir çatışmada dayım yaşamını yitiriyor. Bu olaylar tüm şiddetiyle devam ederken ailem Kulp'tan Amed’e göç etme kararı alıyor. Amed'e göç ettikten sonra da sorunlar bitmedi tabi. Tüm bu sorunların üzerine bir de geçim derdi ekleniyor. Tabi Amed'e geldikten sonra da devlet baba bizi yalnız bırakmadı. Sopasını üstümüzden eksik etmedi. Sürekli ev baskınlarına göz altılara maruz kaldık.

1999’da ilkokula başlamadan birkaç ay önce evimiz basıldı hatırladığım ilk ev baskınıydı bu. Kapı ilk çaldığında telaşla uyandım o esnada annem evdeki Özgür Ülke gazetesini saklamaya çalışıyordu. Çünkü o gazeteyi okumak affedilemez bir ‘suç’tu. Annem gazeteyi hemen yok ettikten sonra babam kapıyı açtı. Kapı açıldığı gibi içeri daldılar gelenler bir şeyleri arıyordular. Arama bittiğinde hiç bir şey bulamadıklarından çok öfkelenmişlerdi. Babamı kapının önüne çıkarıp dövdüler tabi o sırada hiçbir şeye anlam veremiyordum. Bu öfke neydi bu kadar pervasızca saldırı ne içindi kavrayamıyordum. Babamı alıp götürdüler. Birkaç saat sonra babam çıkıp geldi. Büyük postanenin önüne götürüp koş demişler koşunca kaçtı deyip sırtından vurma niyetindeymişler babam koşmayınca dövüp bırakmışlar.

İşte böyle bir ortamda büyüdükçe tüm taşlar yerine oturmaya başladı. Zamanla savaşın farkına varmaya başladım. Artık her şey daha anlamlıydı. Bu bir kimlik savaşıydı, onur savaşı, hak ve özgürlük savaşıydı. Ve bu savaş herkesi derinden etkiliyordu ve hâlâ da etkilemekte. Bu savaşla doğdum bu savaşla büyüdüm umarım son nefesimi verdiğimde bu savaş artık bitmiş olur.

Hülya Yetişen: Diyarbakır'da çocuk olmak nasıl bir şey? Diyarbakırlı bir çocuğun hayali nedir? Karşılaştığı ve önünde bulduğu yaşam nedir?

Afrin: Amed’de çocuk olmak daha doğrusu Kürdistan’da çocuk olmak dünyanın en zor işlerinden biri olsa gerek. Çünkü bu coğrafyada doğan her çocuk bir elinde ölüm bir elinde zindanla doğuyor bu şekilde gözlerini açıyor bu hayata. Kısacası diyebiliriz ki bu topraklarda çocuk kavramı anlamını tam olarak karşılayamamakta. Bu sözümü Bağlar'ın ara sokaklarında karşılaştığım 6-7 yaşlarında iki çocuğun arasında geçen kısa konuşma da doğrular nitelikte.

Çocuk polis arabasını görünce arkadaşına dönüp ‘hadi taş atalım’ dedi. Diğeri ‘yok yok atmayalım bizi döverler’ deyince öbürü ‘ bu namussuzlar babamı öldürdü’ deyip eline geçirdiği taşı arabanın camına sallayıp kaçtı. İşte Amed’de büyüyen çocuğun kısa bir portresi. Bu çocuğun hayali ne olabilir? Büyük ihtimalle tüm hayallerinde hiç tanıyamadığı babası vardır, babası ile doyasıya oyun oynamak vardır. Ancak bu hayalinin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğinin farkında olduğundan babasını öldürenlere karşı kin beslemesi ve o kinini taşla dışa vurması kadar doğal ne olabilir ki?

Kürdistan böyle bir yer. Kürdistanlı çocuğun önünde bulduğu yaşam ona kendini, kimliğini ve halkını kanının son damlasına kadar savunmayı öğretiyor. Kürdistanlı çocuk bilinçlidir. Acıyla yoğrulmuştur çünkü. Hayatı çok erken tanımak zorunda kalmıştır.

Hülya Yetişen: Okula başlarken ne tür duygular taşıyordun? Türkçe biliyor muydun? İlkokulda karşılaştığın ve hiç unutmadığın bir anın var mı?


Afrin: Okula başlarken biraz korku vardı içimde acaba nasıl bir yer ne olacak ne yapacaklar gibi sorularla dolmuştu kafam. Sınıfa ilk girdiğimde herkes Türkçe konuşuyor tabi ben çok az Türkçe biliyorum bi an durup öğrencilere baktım hiçbir zaman unutamadığım şu cümle geçti kafamdan ’’zimanê xwe nizanin çi zarokên kundirin lo’’ ( Daha dillerini bilmiyorlar. Ne kabak kafalı çocuklar!!) Yani o an Türkçe konuşmalarını çok garipsemiştim. Tabi mutlaka onlar da Türkçe bilmediğimi garipsemişlerdir. İleride bunu bir felaket olarak yaşayacağımdan haberim yoktu.

Türkçe'yi öğrenmede epey sıkıntı çektim. Okula başlayana dek çevremde Türkçe konuşan çok az insan vardı. Hep Kürdçe konuşmuştum ama şimdi Türkçe konuşmak zorundaydım. Okula başladığım ilk dönem sadece Türkçe öğrenmeye çalışıyordum. Bu durum dersleri de etkiliyordu ama çabuk atlattım. İlkokulun üstünden epey zaman geçtiğinden pek bir şey hatırlamıyorum. 

Hülya Yetişen: Polise taş attın diye yakalanıp gözaltına alındın, bir yıl hapis yattın. Polis'te ve cezaevinde yaşadıklarından biraz söz eder misin?

Afrin: 2009’da yakalandım. Çıkan olaylardan sonra herkes kaçışmaya başlamıştı. Ben de o kargaşada kendimi kapısını açık bulduğum binaya attım. Ne yapıp edip polise yakalanmamalıydım. Çünkü yakalandığımda ne bir şey yapmadığımı kanıtlayabilirdim ne de feci şekilde dövülmekten kurtulabilirdim. Ki kurtulamadım da zaten. Binanın içine girdiğimde en üst kata kadar koştum. En üst katta bir evin kapısını çaldım kapıyı küçük bir çocuk açtı ancak kapıda zincir olduğundan kapı açılmadı. Bir an ayak sesleri duydum arkama baktığımda iki yunus polisi ellerinde akrep diye tabir edilen silahlarla yukarı çıkıyordular. Beni gördüğü gibi mermiyi namluya sürüp yat yere diye bağırmaya başladı. O an buraya kadar dedim, her şey bitti son nefesleri veriyorum diye düşündüm. Ellerimi kaldırdım tam yere yatacakken dipçiği tüm gücüyle kafama indirdi.

O darbeyle kendimi kanlar içinde yerde buldum. Bina içerisinde hatırladığım son şey polisler tarafından öldüresiye tekmelendiğim. Aşağıya nasıl indirdiler? Karakola nasıl götürüldüm? hiçbir şey hatırlamıyorum. Ara sıra kısa süreli de olsa kendime gelebiliyordum. Bi an kendime geldiğimde kendimi kırmızı bir Toros Arabanın içinde buldum ön koltukta oturan polis durmadan “o pis kanını koltuklara sürme” deyip kafama vuruyordu. Tekrar kendime geldiğimde çarşı karakolundaydım. Orada toplam dört kişiydik. Yakalananlardan ikisi 30 yaşlarında, öbürü ise yaklaşık 10-12 yaşlarındaydı. Bir metre genişliğinde, sağımız, solumuz ve önümüzün duvar olduğu dar bir yere konulduk. Yaşı büyük olan iki kişi birbirine kelepçeli şekilde önümüzdeydiler. Ben ve öbür çocuk ise onların arkasındaydık.

Darbeler hız kesmeden sürekli iniyordu. Öndekilere ulaşamadıklarından salladıkları darbeler dipçiğin etkisiyle kafamda açılan yaraya geliyordu. Yanımdaki çocukta çok küçük olduğundan fazla dövmüyordular. Yani o sırada dayağın hemen hemen hepsini ben yedim diyebilirim. Bizi orda bir müddet beklettikten sonra nezarethanelerin önünde yüzümüz duvara dönük diz çöktürdüler. Dayak faslı orda da bitmedi tabi. Aradan on dakika falan geçmişti ki koridorun başında bağırarak küfürler savuran komiser göründü. Yanındaki polise isimlerimizi sordu. Polis tek tek isimlerimizi okuduktan sonra komiser ‘Afrin hangisi lan?’ diye sordu. Poliste ‘en sondaki’ diye yanıtladı. Komiser diğerlerini şiddetli bir şekilde tekmeleyerek yanıma çömeldi. İsmimin Kürdçe olması onu epey bi kızdırmıştı. Sürekli ‘demek Afrin ha?’ deyip duruyordu. Gözleri ayakkabıma takıldı. Adidas yazısını yüksek sesle okuduktan sonra ‘lan senin örgütün kapitalizme karşı sen kapitalizm malı kullanıyorsun’ dedi. O laftan sonra çok ağır küfürler edip hızla kalktı ve var gücüyle sırtıma tekme attı. O an elimi duvara dayamasam beyin kanaması geçirmem kaçınılmazdı.

Orda yaklaşık bir saat kaldık. Komiser tekrar göründü. Bu defa elinde kâğıtlarla geldi. Kâğıtları masanın üzerine vurup beni işaret ederek getirin şunu dedi. Kelepçemi açıp beni yanına götürdüler. Kalemi önüme bırakıp imzala lan dedi. Bende kalemi elime alıp okumaya başladım okuduğumu fark edince kafama şiddetli bir darbe indirdi. İndirdiği darbenin etkisiyle suratım kâğıdın üstüne indi. Kâğıt kan içinde kalınca deliye döndü. Beni yere atıp delice tekmelemeye başladı. Yeni kâğıt gelene kadar durmak bilmedi. O tekmeleri yerken bakalım buradan sağ çıkabilecek misin diye soruyordum kendime, bu cehennemden çıkabilecek miyim? Yeni kâğıt geldiğinde beni yerden kaldırıp tekrar sandalyeye oturttular. İmzala hemen demesiyle ellerimi masanın üzerine koyup okumak istiyorum dedim. Sözümü bitirdiğim gibi sağlam bir yumruk çenemde patladı. En son kafama yediğim tekmeyi hatırlıyorum.

Ondan sonra orda ne olup bittiği hakkında hiçbir fikrim yok. Kendime geldiğimde kolumda iki polisle birlikte dışarı çıkıyorduk. Çevik kuvvet otobüsüne bindirildik ve fakülteye doğru gidiyorduk. Tabi dayak faslı burada da son bulmadı. Önce iki polis gelip tekme tokat dövüyordu hemen ardından ‘iyi’ polis gelip “kurtarıyordu” bizi. Dayaktan sonrada kurtarıcı polisimiz küfre başlıyordu. Kapatılan DTP milletvekillerine, Kürd halkının değerlerine ağza alınmayacak küfürler yağdırıyordu. Fakülteye ulaştığımızda yaşı büyük olan arkadaşlardan birini indirip götürdüler. Polisler geri geldiğinde götürdükleri arkadaş yoktu. Sonradan yediği dayaktan dolayı kaburgasının kırılıp ciğerine batmasından ötürü iç kanama geçirdiğini öğrendim.

Oradan devlet hastanesi acil bölümüne geldik bizi indirip doktorun yanına götürdüler. Doktorun odasında ufak bi ayna asılıydı dönüp aynaya baktığımda bu ben miyim? Diye sormaktan kendimi alamadım yüzümün şekli çok fazla değişmişti. Doktor yüzünü ekşitip bir şeyin var mı? Diye sordu. O an ne diyeceğimi bilemedim. Bende yüksek sesle halimden hiç belli olmuyor değil mi? diye sordum. Tabi polisler de tepkisiz kalmadı yanımdaki polis kolumu var gücüyle sıkmaya başladı. Doktor yaraları temizleyip kafama birkaç dikiş attıktan sonra baştan sağma bir raporla işiniz tamam dedi. Oradan çıkıp çocuk şubeye geldik. Beni oranın polislerine teslim edip gittiler. Oraya girdiğimde yeni bir dayak faslının başlayacağı kanısındaydım ama öyle olmadı.

Sadece hakaret vardı onun dışında herhangi bir şiddete maruz kalmadım. Orda kaldığım dört gün boyunca yüzüme yediğim darbelerden dolayı sadece sıvı tüketmek zorunda kaldım. Üçüncü günün sonunda Terörle Mücadele Şubesi'ne götürüldük. Orada sürekli küfürlere maruz kalıyorduk. Arada iz bırakmamaya özen göstererek dövüyordular. Parmak izimiz alındıktan sonra geri çocuk şubeye götürüldük. Dördüncü günün sonunda ise adliyeye götürüldük. Polislerle birlikte savcılığa çıktık. Savcı ifademi alırken hakaret edip “ bir suçun yoksa niye kaçıyorsun polisten lan” dedi. Oradan nöbetçi mahkemeye sevk edilip tutuklandım. Ve hapishane hayatım başlamış oldu. Tabi sorunları da…

Hapiste başlıca sorunlardan biri ve hâlâ devam ettiğini düşündüğüm sağlık sorunu. Ağır hasta olan arkadaşlarımız vardı o dönem. Bir arkadaşımız bacağından mermi yarası almıştı. Geceleri çok ağır ağrılar çekmesine rağmen ilgilenilmiyordu. Sadece ağrı kesici iğne yapılıp gönderiliyordu. Hamam böcekleri de apayrı bir sorundu zaten. Defalarca bu durumu idareye bildirdik aldığımız cevap hepimizi şoka uğrattı “sorunu kendiniz yaratıyorsunuz hamam böceği falan yok.” Diye bir cevap aldık. Arkadaşlarla bazen şakalaşırdık bunun üstüne. Dolaplarımızdan böcekler döküldüğü zaman, arkadaşlar “bak yine yaratmışsın böcekleri” diye takılırdılar. Birde kocaman farelerimiz vardı. Amed zindanının fareleri meşhurdur zaten. Bazen havalandırma duvarının üzerinden geçtiklerinde acaba kedi mi bu yoksa fare mi diye anlamaya çalışırdık. Hapishane sorunsuz olur mu hiç?

Hülya Yetişen: Çocuklar Polise niye taş atıyor? Polise taş atmak onlar için neyi ifade ediyor? Hangi duygularla hareket ediyorlar?

Afrin: Aylarca gündemde kaldık “TMK mağduru çocuklar” diye. TV programlarında hep tartıştılar “TMK mağduru çocukları” ama hiç kimse sizin sorduğunuz bu soruyu akıl edip sormadı ya da işlerine gelmedi. Ben bu soruya karşılık kendi yaşadığım bir anımı anlatayım, kararı sizler verin. Küçükken haftanın üç-dört günü nenemlere giderdim. Bizim aileden 8 kayıp var bu savaşta yaşamını yitiren. İkisi faili meçhul cinayette diğer altısı PKK gerillasıyken yaşamını yitirdi. Hepsinin resimleri duvarda asılıydı. O resimlerin çok erken farkına vardım. İlkokula yeni başladığım dönemdi. Ninemi çağırıp tek tek sordum resimleri. En başta dayım vardı. Nene bu kim? Diye sordum, dayın dedi, peki ne oldu? Nenem polisler öldürdü dedi. Peki ya öbürü? Diye sordum. O da dayın dedi. Ona ne oldu? Polisler öldürdü. Öbürü? Annenin amcası. Ona ne oldu? Polisler öldürdü. Böyle tek tek sordum hepsini ya polis ya da asker öldürmüş. Orada boğazım düğümlendi konuşamadım. Nenem ağlamaya başladı.

Canlarını, evlatlarını kaybetmiş nasıl ağlamasın ki. “Ağlama nene ben de onları öldüreceğim”. Dediğimi hatırlıyorum. En yakın aile fertlerimi sadece resimlerinden tanıyordum. Kürdistanda ki neredeyse her çocuk benim yaşadığım bu anı bir nebze de olsa yaşamıştır. Mutlaka ya abisini ya babasını ya da herhangi bir akrabasını sadece resminden tanıyordur. Hepsinde benimkine benzer bir duygu muhakkak ki vardır. O yaşta bunun dışa vurumu nasıl olur sizce? Elbette ki taşla… Elinden başka bir şey gelmez çünkü. Yapabileceği tek şey taş atmak. Az da olsa canlarını yakmak ister abisini babasını, dayısını öldürenlerin. Tüm bunları yaşayan bi çocuk niye taş atmasın? Evi yakılıp toprağından edilmiş, nerdeyse ailesinin tümü yok edilmiş ailesi işkencelerden geçirilip yaşamları darmadağın edilmiş. Böyle bir çocuğun taş atmasından daha doğal ne olabilir? Bu çocuğun büyüdüğünde çekip dağa çıkmasından daha doğal ne olabilir?

Taş atarken karşısındakini insan olarak görmez. o çocuğun gözünde karşısındaki düşmanıdır artık. İntikam duygusuyla hareket eder. Babasının abisinin dayısını öldürenler vardır karşısında. O küçük elleriyle kocaman taşları sallamaya başlar. Tüm kinini dökmeye çalışır ama öyle bir kindir ki bu. Bitmek tükenmek bilmez. Çünkü tüm hayatına mal olmuştur. Ve hayatını etkilemeye devam etmektedir. Bu sorun gerçekten çözülmek isteniyorsa bu realiteler görülmek ve çözümlenmek zorunda.


Hülya Yetişen: Cezaevinde bir koğuşta kaç kişi kalıyordunuz? Ne zaman tahliye oldun? Mahkemen devam ediyor mu?

Afrin : Koğuşumuzda 15 ranza bulunuyordu. Yani 30 yatak. Ama bazen 36 kişiye çıktığımız oluyordu. Böyle durumlarda maalesef arkadaşlardan bazıları yerde uyumak zorunda kalıyordu. Tutukevi olduğundan sayımız sürekli değişiyordu.

2009’da yakalandım 2010’da tahliye oldum. Mahkemem sürüyor.

Hülya Yetişen: Cezaevine girdiğinde ve çıktığında duyguların neydi? Gelecekle ilgili hayal ve düşüncelerinde nasıl bir değişiklik oldu?

Afrin: Başta kullandığım bir cümle vardı; Kürdistan’da doğan her çocuk bir elinde zindan bir elinde ölümle doğuyor. Bende bunlardan biriyim işte. Eninde sonunda bu ikisinden biri karşıma çıkacaktı çok iyi biliyordum. Devlet “baba”da gereğini yaptı zaten. Tüm yaşadıklarıma rağmen kendimi hala şanslı hissediyorum. Uğur’a Şilan’a Enes’e… oranla daha şanslıydım. İşte bunların farkında ve bilincinde olduğumdan hapishane beni duygusal anlamda etkilemedi. Hayallerimle ilgili pek değişiklik olmadı, çünkü benim ve tüm Kürdistanlıların en büyük hayali özgür bir ülkede yaşamak … Çocukların ölmeden özgürce büyüyebileceği özgür bir ülke…

Hülya Yetişen: Okula devam ediyor musun? Sabıkalı olmak insanda nasıl bir duygu yaratıyor? Rehabilitasyon projesi senin için ne ifade ediyor?

Afrin : Okulu hapishanede bitirdim. Şimdi ise dershane öğrencisiyim. Üniversiteye hazırlanıyorum. Sabıka lı olma duygusunu yaşamıyorum. Çünkü İçinde bulunduğum toplum bana hiçbir zaman sabıkalı gözüyle bakmadı. Sadece sistem öyle görüyor.

Rehabilitasyon projesi eğer doğru ellerde doğru şekilde uygulanırsa çok faydalı olacağına inanıyorum. Kürdistan’ın çok fazla yarası var. Gerek fiziksel, gerek ruhsal yönden çok detaylı bir çalışmayı gerektiriyor.

Hülya Yetişen: Savaş seni nasıl etkiliyor? Bir gün bu savaşın biteceğine inanıyor musun?

Afrin : Bu soruyu daha önce hiç sormamıştım kendime. Ama şimdi bir an düşündüm de, savaş beni her yönden etkilemiş. Benden çok şey almış. Ailemi aldı benden, en çok sevdiğim kardeşimden ayırmadığım kardeşlerimi aldı benden. Sadece benden değil tüm Kürdistanlılardan aynı şeyleri aldı. Hep katledildik hâlâ da katlediliyoruz. Roboski ve çelê en yakın örnekler.

Bu savaşın biteceğine dair inancım öyle yüksekti ki, habur karşılaması, PKK ile yapılan görüşmeler… Her taraftan barışa yeşil ışık yanıyordu. Habur görüntülerini izlerken gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum. Gerilla şehre gelmişti. Bu barışın gelmesiyle aynı şeydi. Bir sürü hayal kuruyorduk koğuşta. Dağdaki gerillalar inecek, cezaevleri boşalacaktı. Demokratik özerk Kürdistan’ımız olacaktı. Ama yine her şey tersine döndü. Süreç böyle güzel giderken tekrar siyasi ve askeri operasyonlar başladı. Tutuklama furyaları aldı başını gitti.

Barışa olan inancım her geçen gün azalıyordu. Gün yoktu ki ölüm ve operasyon haberi gelmesin. Önce çelê geldi 36 gerillayı kimyasalla silahlarla paramparça ettiler. Barışa olan inancım uçurum eşiğindeydi, arkasından roboski geldi, 35 gencecik insan bilinçli bir şekilde bombalandı paramparça edildi. Son umudum roboski’li anaların gözyaşlarıyla birlikte akıp gitti. Hıçkıra hıçkıra ağlayan, şok olmuş gözlerle etrafa bakan o anayı hiçbir zaman unutmadım unutmayacağım da. Roboskiden birkaç gün sonra arkadaşımın haberini aldım. Oda bizim gibi “TMK mağduruydu”. Huzurevlerinde ev baskını sırasında polisler tarafından balkondan atılmışlar. Düştükleri yerde polisler kafalarına birer mermi sıkmış. Silahsız iki insan sorgusuz sualsiz katledildi. Bu olay bardağı taşıran son damlaydı artık. Barışa zerre kadar inancım kalmadı.

Hülya yetişen: Gelecekle ilgili ne düşünüyorsun?

Afrin: Gelecekle ilgili şu an için bir şey düşünemiyorum. Dava süreci hâlâ devam ediyor. Hukuk devleti TC ne zaman ne yapar hiç belli olmuyor. Anlayacağınız geleceğimizin önüne set kurulmuş. Ama hayallerimize dokunamazlar. Onlar her zaman taptaze duruyor. Bir gün özgür olacağız. Belki biz görmeyeceğiz o günleri ama buna inanıyorum haklı mücadelemiz galip gelecek. Eğer o günü görebilirsem işte o zaman bu soruyu tam anlamıyla cevaplayabilirim…

Saturday, July 28, 2012

At arabanın önüne

Dünyadaki birçok örnek, silahlı çatışmayı bitiren esas dinamiğin, devlet politikalarındaki değişim olduğunu teyit ediyor

At arabanın önüne
Meksikalı gerillalar.



Türkiye siyasal tarihinin temel dinamiklerinin başında hiç şüphesiz şiddet geliyor. Osmanlı’nın çöküş döneminden itibaren şiddet bu topraklarda siyasetin önemli araçlarından biri oldu. Bu dinamiğin son 30 yıldır yakıcı bir biçimde somutlandığı alan ise elbette Kürt sorunu…
Bu konuda soğukkanlı bir değerlendirmeye ihtiyacımız var. Sanki şiddetin kötü/iyi fikirlerden kaynaklandığına dair bir algı var: Kötü fikirler lanetlenirse şiddetin de son bulacağı gibi bir yanılsama içinde olanlar bir yanda, şiddeti yüceltenler de diğer yanda… Oysa şiddeti tarihselleştirmek ve bağlamına oturtmak gerekiyor. Şiddet son tahlilde politik, hukuksal ve kültürel bir inşadır.
Sosyal bilimlerin -özellikle tarihsel sosyolojinin- bu konudaki bulgularının önemli olduğunu düşünüyorum. Bu bulguların başında şu gelir: Şiddet, kötü fikirlerden kaynaklanmaz. Ve birçok toplumsal olgu gibi ilişkiseldir. Şiddeti dönüştürmek istiyorsanız, öncelikle ilişkiyi dönüştürmeniz gerekir: Esas olarak da -yazıda göstermeyi umduğum gibi- devletle girilen/girilemeyen ilişkiyi…
Siyasal rejimler, siyasal taleplerin dillendirilme biçimleri arasında izin verdikleri vermedikleri, hoşgördükleri görmedikleri veya özellikle teşvik ettikleri biçimleri öne çıkarmalarıyla şiddetin temel belirleyenidir. Böylelikle, şiddet içeren etkileşimlere ya da tam tersine, barışçıl alternatiflerin ortaya çıkmasına zemin hazırlarlar. 

Ayaklanma nedenleri
Dünyadaki bazı deneyimlerin bu söylediklerimi örnekleyeceğini umuyorum. Bu yazıda yararlandığım J. Goodwin’in ‘No Way Out’ kitabında uzun süren silahlı ayaklanmaları incelerken El Salvador (1980-1992), Guatemala (1980-1996) ve çatışmanın hâlâ sürdüğü Kolombiya örnekleri üzerinde durur. Neden bazı ayaklanmalar bu kadar uzun sürüyor? Bir yanıt, elbette sahip oldukları kitle desteğidir. Peki ama kitle desteği neden uzun süre devam ediyor? Ayaklanmanın etnik olup olmadığına bakmak da soruyu yanıtlamıyor. Uzun süren El Salvador ’da etnik boyut yoktu. Öte yandan yenilen Malaya ayaklanmasında etnik mesele kritikti. Başka bir ihtimal, dış yardımların varlığı/yokluğu. Bu dinamik de açıklayıcı değil. Venezuela devrimcilerine (1960-68) Küba ve Çin’den ciddi miktarda dış yardım vardı ama yenildiler. Öte yandan, Guatemela ve Peru’da ayaklanmacılar dış yardım görmediler ve uzun süre mücadelelerini sürdürebildiler.
Genel seçimlerin düzenli olarak yapılıp yapılmaması bir diğer açıklama olabilir. Bunun birçok durumda gerçekten de çatışmaların sona ermesinde rol oynadığını görüyoruz. Fakat genel seçimlerin varlığının, muhalif grupların devletin baskısı olmaksızın siyasal taleplerini özgürce yaptıkları anlamına gelmediğini bilmek gerekiyor. Sistemli bir devlet baskısının eşlik ettiği seçimler, ne ayaklanmacıları ne de destekçilerini etkiler. Üstelik devletin ulaşamadığı sınır bölgeleri varsa bu baskılar, ayaklanmacılar için çok daha geniş bir kitle desteği anlamına gelir. El Salvador ve Guatemala ’da 1980’lerde genel seçimler yapılmaya başlandıktan sonra da ordunun insan hakları ihlalleri, siyasal cinayetler devam etti. Bu ülkelerde tek bir ordu mensubu bu konularla ilgili ceza almadı.
Bu silahlı ayaklanmaların nasıl sona erdiğine bakmadan önce devlet şiddeti ile silahlı ayaklanmanın sürekliliği arasındaki ilişkinin en önemli örneği olan Kolombiya’ya bakalım. Güney Amerika ’nın ilk anayasal rejimini kuran, çok partili bir ülkenin, dünyanın en uzun süreli silahlı ayaklanmalarından birine tanıklık etmesi şaşırtıcı gelebilir. Oysa bu ülkede bir yandan seçimler yapılırken bir yandan da Amerika destekli paramiliter gruplar ve ordu, gerillaları destekledikleri için binlerce köylüyü öldürüp yüz binlercesini yerinden ediyordu. Sonuçta 2000’e gelindiğinde gerilla örgütü FARC 15 bin kişilik bir güce ulaştı. 

Kolombiya ve El Salvador
El Salvador ’da başarılı olan barış müzakereleri, Kolombiya’da başarısız oldu. Bunun temel nedeni, gerillanın silahı bırakıp müzakereye başladığında hapse gireceklerini düşünmeleriydi. Zira 1980’lerdeki barış görüşmeleri sırasında gerillaların desteklediği parti siyaseten imha edilmişti. Görüşmeler sürerken Union Patriotica partisinin 3500 üyesi öldürülmüş ya da kaybedilmişti. Gerillaların barış görüşmelerine inanmamalarının temel nedeni buydu.
El Salvador ’da da devletin insan hakları ihlalleri, cinayetleri seçim dönemlerine eşlik etti. Sonuçta, tıpkı Kolombiya’daki gibi genel seçimlerin varlığına rağmen gerilla hareketi de büyüdü. Ta ki 1992’ye kadar… Bu tarihten sonra iki ülkenin yolları ayrılıyor. Barış anlaşmasıyla birlikte silahlı çatışma El Salvador ’da sona erdi. FMLN gerillalarının silah bırakması, sosyal adaletin tesis edilmesi ya da toprak reformu gibi temel taleplerin karşılanması nedeniyle olmadı. Birincisi her iki taraf da savaşı kazanamayacaklarını kabul etti. Ama çok daha önemlisi, hükümet ordusunu radikal bir biçimde yeniden düzenlemeyi kabul etti. Askerlerin sayısı azaltıldı, korucular kaldırıldı, Savunma Bakanı ile birlikte yüze yakın subay ordudan atıldı, Hakikat Komisyonu kuruldu, eski gerillaların da başvurabilecekleri yeni polis kuvvetleri kuruldu. Bunların hiçbiri toplumsal adaleti sağlayacak düzenlemeler değildi, ama FMLN militanlarının ve destekçilerinin devlet baskısı olmaksızın siyasal faaliyetlerde bulunabilecekleri ortamı hazırlayacak düzenlemelerdi.
Sınıfsal yapı, gerillaların silahlı mücadelesi vs. açılarından birbirlerine çok benzeyen El Salvador ve Kolombiya’nın arasındaki temel fark, devletin tutumundaki radikal değişiklikti. Sonucu da bu fark belirledi. 

Şiddetin bitmesi için
Silahlı çatışmayı bitiren esas dinamiğin devlet politikalarındaki değişim olduğunu diğer örnekler de teyit ediyor. Filipinler’deki Huk Ayaklanması (1946-1954), 1950’de iktidara gelen hükümetin orduyu denetim altına alması ve gerillaların yeni yasal yapıların içinde siyaset yapabilmeleriyle sona erdi. 1960’lardaki Venezuela ayaklanması da 1970’de benzer biçimde bitti. 1969’daki yeni hükümet, gerillaların silah bırakmaları karşılığında bütün yurttaşlık haklarını tanıdı, birçok eski gerilla parlamentoya girdi.
Bu kısa tarih parçalarının söylediği, silahlı ayaklanmaların ana nedeninin yoksulluk, sömürü, eşitsizlik olmadığıdır. Yoksulluk, sömürü, eşitsizlik dünyanın birçok coğrafyasında var. Fakat ancak küçük bir bölümünde silahlı ayaklanmalar var ve çok daha küçük bir bölümünde bu ayaklanmalar devam ediyor. Ana neden, Goodwin’in şu saptamasında söylediğidir: “Silahlı ayaklanmalar, somut sorunları olan ve ayaklanma kapasitesi olan insanların barışçıl siyasal faaliyetlerinin devlet tarafından şiddetle bastırılması sonucunda oluşur.”
Şiddet ilişkisel ise öncelikle ilişkinin devlet kısmının dönüşmesi gerekiyor. Dünyadaki tecrübelerin bize gösterdiği şudur: Silahlı çatışmanın son bulması için o çatışmayı sürdürenlerin taleplerinin bütünüyle karşılanması gerekmiyor. Ama şu gerekiyor: O taleplerin siyasal alanda ve geçmişte elinde silah tutanların da dahil olduğu sivil politik yapılarda dillendirilebilir olması... Daha ilk başta silahın ortaya çıkış nedeni, o taleplerin sivil zeminlerde dillendirilememesi ise şiddeti sona erdirecek olan ana dinamik de işte bu ilksel zeminin dönüşümüdür. Bunun gereklerini yaparak yol haritasını çizen devletlerde silahlı çatışmalar bitti; çizemeyenlerde ise devam ediyor.

Friday, July 27, 2012

Tarkovsky’nin Şiirsel “Ayna”sı

Sanatçı, babası Arseny Tarkovsky’nin (savaş zamanında evi terk eden babanın sanatçının yaşamında ve filmlerinde büyük etkisi olduğu görülür) şiirleriyle öyküye etkili bir lirizm katmakta, şiirin yarattığı büyü ile öykünün anlatımına özel bir derinlik sağlamakta ve izleyiciyi “Ayna’nın ötesindeki ülkeye” doğru yolculuğa çıkarmaktadır:

İnceleme: Ömer Osmanoğlu


Bir Ustayı Anlamak: Tarkovsky’nin Şiirsel “Ayna”sı
 Ayna, çok yönlü bir sanatçı olarak Andrei Tarkovsky’nin, kendi kişisel tarihine tuttuğu bir aynada gördüklerinin, o aynaya yansıttığı “görüntüler”in, “anlar”ın şiirsel bir anlatımıdır. Ayna`da kurulan örgünün kişiselliği ve filmin bir şiir olarak okunabilme hususiyetini içermesi, ilk bakışta izleyici açısından çok yönlü zorlukları doğuruyor gibidir. Tarkovsky’nin Ayna’sı, hem karmaşık bir geçmişe sahip olan sanatçının coşkusuna, hüznüne, yalnızlığına ve çocukluğuna hem de sanatçının nezdinde insan oluşumuza tutulmuştur. Dünyadaki varlığımıza, şimdi-burada oluşumuza, geçmişimize tutulan ve yaşamın kimyasını ve içerdiği mucizevi unsurları bize gösteren büyülü bir Ayna.

Bir sinema filmi olarak Ayna, yaşamın karmaşık, renkli, açık ya da bizzat onu yaşayan kişi tarafından bile anlamlandırılamayan dokusunu, şiirsel ve görsel açıdan olağanüstü bir biçimde anlatan bir başyapıttır. Sanatın amacını kendine ve çevresine, insanın varlığının anlamını açıklamak ve dünyadaki var oluş nedenlerini göstermek olduğuna inanan bir yönetmenin yapıtı olarak Ayna, yaşamın hem olağan akışına hem de kişiselliğine göndermeler yapar.

İnsan, yaşamın durağanlığına ve akışkanlığına anlam verme ve onu ifade etme eğilimi gösterir. Sinema ve şiir, yaşananları, düşleri ve rüyaları, sonsuzluğu ve aşkı, kısacası insanın kendisini anlatmak için kullandığı ifade biçimlerinin başında gelir. Şiiri var etme ve bir sinema filmi yapma, zamanın ve hareketin içindeki insan var oluşunu aşma çabası ya da daha açık bir ifadeyle, bağlı bulunduğumuz doğal veya suni kurallar silsilesinin dışına çıkma çabasıdır aynı zamanda. Şiir ve sinema, insanın var oluşunu, var oluş hallerini ifade ettiği en özel keşifleridir. Ayna, şiirsel bir söyleyişi önceleyen bir sinema filmi olarak, yaşamın hem tüm insanlık için süre giden olağan akışını hem de sadece bir birey olarak sanatçının bakışını büyük bir titizlikle buluşturmuş ender yapıtlardandır.

Tarkovsky, “görüntülerin şairi” olarak anılır ve kendisini, şiirsel mantık aracılığıyla düşüncelerin oluşturulmasını ve geliştirilmesini önemseyen bir yönetmen olarak öne çıkarır. Şiirsel mantığı, “hem düşünce geliştirmenin yasalarına hem de genel olarak yaşamın yasalarına klasik dramatürjinin mantığından çok daha yakın" [1] bulan ve klasik dramın uzun yıllar dramatik çatışmaları ifade etmenin yegane yolu olarak gösterilmesini eleştiren yönetmen, Ayna’da şiirsel mantığın imkanlarından alabildiğine yararlanır. Sanatçı, babası Arseny Tarkovsky’nin (savaş zamanında evi terk eden babanın sanatçının yaşamında ve filmlerinde büyük etkisi olduğu görülür) şiirleriyle öyküye etkili bir lirizm katmakta, şiirin yarattığı büyü ile öykünün anlatımına özel bir derinlik sağlamakta ve izleyiciyi “Ayna’nın ötesindeki ülkeye” doğru yolculuğa çıkarmaktadır: “Buluşmalarımızın her anını/Bir mucize gibi coşkuyla kutlardık/Yeryüzünde yalnız biz vardık/ Sen bir kuş kanadından daha hafif ve inceydin/ Bir hayal gibi, merdivenleri uçarak/ Yağmurlarla ıslanmış/ Leylakların arasından/Geçirip, aynanın ötesindeki/ Ülkene götürürdün beni.

Evini terk eden babanın geride kalan çocuğu ve bir eş ve anne olarak ardında bıraktığı kadının hikayesi olarak ifade edebiliriz Ayna’yı. Çocuğun büyümesi, yetişkin bir adam olması, babasına duyduğu özlem ve evi terk etme gerekçelerine duyduğu merak, bağlılıkları, annesi, annesinin politik sorunlardan dolayı karşılaştığı durumlar ve ortaya koyduğu mücadele, babanın evi terk edişi ve sonrasında savaş sırasında dağ evinde zor şartlarda sürdürülmeye çalışılan günler, babasızlığın anne-çocuk ilişkisi üzerindeki derin etkileri, babanın çocuğun zihni/bilinci üzerindeki etkisi gibi hususlar irdelenir filmde. (Filmde, ölüme yakın bir ruha hali içindeki orta yaşlı bir adamın bazen kendisinin de içinde çıkamadığı hatıralara uzanması, annesi ile eşini aynı kadın olarak düşlemesi, parçalı ve öksüz bir çocukluk ve ilişkilerinde başarısız dalgın bir orta yaş döneminde kendisini sürekli hissettiren gariplik duygusu dikkat çeker) Filmde çocukluk dönemine daha çok yer verildiğini görüyoruz. Şiire en yakın şeyin çocukluk olduğunu ve yönetmenin de buradan hareketle çocuk dünyasına daha fazla yer verdiğini söyleyebiliriz. Çocukluk, kişiliğin beslendiği, gelişip serpildiği ana çıkış noktası olarak kabul edilmiş gibidir. Filmdeki genel rüya havasına da uygun bir durumdur bu. Bu rüyamsı anlatım, rüyalara ve çocukluğa duyulan özlemin dışa vurumudur aynı zamanda: “Sonra kederlenip rüyayı görmek için sabırsızlanıyorum. Beni her şeyin mümkün olduğuna inandığım çocukluğuma ve mutluluğa götürecek rüyayı..."


Film, ziyadesiyle kişiseldir. Doğrusu, bir Tarkovsky tarihi okuruz filmde. Ayna’da her ne kadar sanatçının özel hatıralarına şahit tutulsak da yaşadığı coğrafya, sancılı Rusya ve devrim Ayna’dan yansıyan kaçınılmaz gerçeklerdir. Filmde Rusya ile ilgili Puşkin’den uzun alıntılar sunar izleyiciye yönetmen. Sanatçının, ülkenin kaderiyle ilgili apaçık sıkıntıları vardır. (Tarkovsky’nin hayat hikayesine baktığımızda bunu daha somut görebiliriz. Birçok politik engelle karşılaşmış bir yönetmendir Tarkovsky).

Film belli bir noktada bir belgesele dönüşür. Ayna’daki lirizm, bir süreliğine yerini epik/didaktik bir anlatıma bırakır. Dünya savaşları ve sonrasında Rusya’da meydana gelen değişimler gösterilir izleyiciye. Rus askerlerinin çamurlar içinde bata çıka, şanlı zaferler ve devrim uğruna, sefil bir şekilde uçsuz bucaksız sapsarı arazide anlamsızca yürüdüğü bir sahne vardır ki bu, oldukça sarsıcı ve çarpıcı bir biçimde sunulmuştur. Burada, Tarkovsky filmlerindeki politik içeriği tartışabiliriz. Tarkovsky, her ne kadar tamamen karmaşık politik içerikleri olan filmler yapmayı hedeflememişse de devrimi, bilimi, modern yönelimleri, dini inançları, insanlığın gidişatını sık sık sorgulayan bir tavır sergiler. Tarkovsky’nin, insanlıkla ilgili sorunlara bir toplumbilimci, bir filozof gibi yaklaştığını ve “büyük politik gerçekler uğruna heba edilen” insanlığımızın anlamlı resimlerini çekerek şaşırtıcı bir kurguyla izleyiciyi düşünmeye sevk ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. “Yüksek sanat, salt kutsal ahlak ve öğretiyi kuşanmış birey olgusunu didakte etmesi” [2] anlamında Tarkovsky ve filmleri eleştirebilir. Ama bir sanatçı olarak ortaya koyduğu duyarlılık gözden kaçırılmaması gereken hususların başında gelmektedir.

Politik şartlanmışlıklardan bağımsız olarak Tarkovsky’nin bakış açısının temelde insanın ruhsal dünyasını ve gelişimini önceleyen bir özelliğe sahip olduğunu, kullanılan dilin ahlakın kutsallığına ve insanın değersizleştirilmesiyle birlikte gelen çöküşe vurgu yaptığını belirtmeliyiz. Bu bağlamda, değersizlikten ve anlamsızlıktan kurtulmak ve ruh mükemmelliğine ulaşmak için Ayna’ya bakmayı, orada görülen tabii derinliğe sahip çıkmayı önerir bize Tarkovsky. Ayna bize sırların kapısını açacak ve gerçek yüzümüzü bize gösterecektir.

Ayna’da Tarkovsky, insanın bu dünyadaki varlığını deşer sürekli: “İnsanın bedeni/ Tıpkı yalnızlık gibi/ Kulakları ve gözleri kocaman/ Bulutlar çizer /Artsız arasız ruhumuz/ Ve derinin üstünde/ Eldiven gibi giyilmiş/ Yara yara üstüne/ Engellerin arasından/ Gökyüzüne yükselir.” İnsanın bedensel ve ruhsal varlığını, hem kişisel tutanaklar olarak bölük pörçük anıların çerçevelediği bir alanda hem de genel olarak tabiat karşısındaki durumuyla ilişkilendirilerek ortaya koyar Tarkovsky. Baş döndürücü bir hızla gelişen ve doğal ilgi alanlarından kopan insanı gösterirken, Tarkovsky’nin kamerası ağırlaşır, nesneler üzerinde, insan yüzleri üzerinde uzun uzun durur o kamera. Doğayı gösterir bize sanatçı, doğal olandan kopuşun tehlikelerine karşı uyarır izleyiciyi: “… burada çok ilginç şeyler var. Kökler, çalılar... Hiç, bitkilerin hissedebildiklerini, hatta algılayabildiklerini düşündünüz mü? Ağaçlar, bu fındık ağacı, şu kızılağaç, hiçbirinin acelesi yok. Oysa biz etrafta koşturup, yaygara koparıyoruz ve sıradanlığımızı haykırıyoruz. Çünkü iç doğamıza güvenmiyoruz. Sürekli şüphe içindeyiz ve telaşlıyız. Durup düşünmeye zamanımız yok.”

Film,şiirsel ve bazen gittikçe ağırlaşan bir zeminde, geçmişin kapılarını aralayıp çocukluğun coğrafyasını, ergenliğin ve bir adam olmanın anlamlarını yoklayan bir genel bir tutuma sahiptir. Ağırdır Ayna, evet, zordur ama bu ağırlığa ve karmaşaya rağmen kendi yüzümüze çekinmeden bakmaya çağırır bizi. Bir de biz bakmak isteriz kendimize o aynadan. Ne gösterecek bize, nasıl göreceğiz kendi gerçekliğimizi? “Ruhumuz bedensiz / Bir günahkâr sanki/ Ve sanki cevapsız bir bilmece… / Ve ben rüyamda/ Bana bir başka kılıkta /Başka bir ruh gibi görünürüm / İnançsızlıktan, umuda koşar.”

Ayna’daki buğuyu eliyle sildiğinde karşılaştığı dağınık yüzler, zihninde savrulan olaylar, nesneler, kişiler ve dağınık akış, sonradan onları bir araya getirip anlamlı bir bütünlüğü kavuşturma etkisi verir izleyiciye. Bu, bir rüyadan uyandığınızda, daha uyanır uyanmaz, orda görülen karmaşık resimleri birbirine eklemek suretiyle rüyanın derlenip toparlanmasına ya da çocuklukta yaşanılan olayların sonradan hatırlanıp yeniden inşa edilmesindeki çabaya benzer biraz da. Kendi anlarından örülü olan ve bizzat kendi varlığının derinliklerinde bulunan bu serbest akışın içine daldığında orada insanı bekleyen şey, bu karmaşanın açıklığa kavuşturulmasıdır. Tarkovsky’nin Ayna’da yapmak istediği şey, derinlerdeki karmaşık anlara anlam vermektir bir bakıma. Bunun kişisel olduğunun farkındadır sanatçı ama onun hedefi tam da kişisellikten beslenen karmaşanın ortaya konmasıyla ilgilidir. Zira “karmaşık bir düşünce ve şiirsel bir dünya görüşü, asla, ne pahasına olursa olsun fazla açık, herkesçe bilinen olgular çerçevesine sıkıştırılmamalıdır." [3]
Şiirin yaratım sürecinde yaşanan sancılara benzeyen ya da bir şiiri okurken yaşanan sarsıntıları anımsatan duygu yoğunluğu yaşar izleyici Ayna’ya bakarken. Yüksek perdeden şiirler okur bize Tarkovsky Ayna'da. Bunu hiç elden bırakmaz. Bu anlamda film, resimli bir şiir kitabı gibidir. Bir şiiri göstermek, görüntülere başvurarak göstermek zordur. Şiirin resimlerini, görüntülerini verir film bize. Büyük bir şiirin anahtarıdır aslında her plan. Şiir olan bir senaryonun görüntüye aktarılmış haliyle karşı karşıyadır izleyici. İnsan hayatının ancak şiirsel araçların yardımıyla yansıtılabileceğini savunan bir yönetmen olarak Tarkovsky, “şiirsel mantığın yerine kaba bir tutuculukla teknik yöntemleri kullanmakta ısrar eden” yönetmenlere ve onların “rüyaları somut bir yaşam fenomeninden modası geçmiş film hileleri karmaşasına dönüştürmelerine” şiddetle karşı çıkmaktadır. Ayna, sadece şiirle ifade edilebilir anların ortaya konması ve bunun bir şiir gibi, acele etmeden, harici bir kaygıdan uzakta, kah yükselen kah alçalan bir sesle, acının ve sevincin, hüznün ve kederin, aşkın ve yalnızlığın, kısacası insanın en değerli hallerinin sinemaya aktarılması açısından kusursuz sayılabilecek bir filmdir.

Ayna’nın en gizemli yanı, arka plandaki anlatıcının varlığıdır. Anlatıcı, sanatçının bizzat kendisidir aslında. Gerçekte, öyküyü eni konu anlatan bir anlatıcıdan söz etmiyoruz burada. Varlığını hissettiğimiz, derinliklerine kendi gözleriyle şahit tutulduğumuz, bazen şiir okuyan, bazen annesiyle garip ve hüzünlü telefon konuşmaları yapan, bazen de anılara dalan, öykünün asıl kahramanı, içine ayna tutulan sanatçıdır bu.

Tarkovsky’nin Ayna’da yaptığı şeyi “değerli olan anların şiirsel renklerle süslenmesi” olarak özetleyebiliriz. “Anlara bu derinlemesine dalış” bir taraftan filme, genel anlamda bir şiir kıvamı verirken diğer yandan anların “somut kaynağıyla yeniden karşılaşma” sonucunda onların “şiirsel niteliğinin zedelenmesi” sonucunu da doğurur. Bu karmaşık yapı Ayna’nın “en orijinal ilke”sidir bir bakıma. Bu İlkeyi şu şekilde ortaya koyar yönetmen: “Olayların mantığı, kahramanın eylem ve davranış tarzı görünürde bozulur; sonra da bundan kahramanın düşünceleri, anıları ve düşleriyle ilgili bir öykü çıkartılır. Kahramanın hiç, daha doğrusu geleneksel dramatürjiden alışıldığı şekliyle ortaya çıkmadığı durumlarda bile bu, olağanüstü bir etki yaratmamıza, oldukça özgün bir karakter geliştirmemize, bu kahramanın iç dünyasını gözler önüne sermemize yarayabilir. Kahramanın kendisi hiç ortalıkta görünmez. Ancak onun neyi nasıl düşündüğü konusunda çok açık, sınırları belli bir fikir edinmemizi sağlar.”[4]

Tarkovsky, “rüyanın öyküsü”nü, hayatın görünür ve doğal biçimlerine sadık kalarak perdeye yansıtma çabasında olan bir yönetmen olarak farklı teknikler kullanır. Ayna’daki yapı, bildik tekniklerin ötesinde bir yapıya ve kurguya sahiptir. Salt kurguyu önemseyen bir sinema anlayışından farklı olarak yönetmen, izleyicinin sunulan öyküden yola çıkarak gördükleri ile kendi tecrübelerini bağdaştırmasını ister gibidir. Böylece yönetmen, izleyicinin, sınırlarını aşmasına yardım etmiş ve filmini, sadece bulmacalardan kurulu bir öyküden ziyade insanın duygu yoğunluğuna seslenen ve eline alıp kendi yüzüne bakabileceği bir “ayna” haline getirmiş olur. Ayna, insanın sadece entelektüel yanına hitap eden ya da benzetme ve imgelerden kurulu bir sinema filmi değildir. Dolayısıyla Ayna’ya bakan izleyici, klasik bir kurgudan ve takip edebileceği bir senaryodan yoksundur. Tarkovsky, öyküyü ortaya koyarken diğer filmlerinde olduğu gibi özel yöntemler kullanır: Şiirsel anlatım, ani geçişler, geriye dönüşler, anların ağır çekim rüya görüntüleriyle zenginleştirilmesi ve böylece zaman/mekan kavramlarının silikleştirilmesi, etkileyici müzikler, kendisini sürekli hissettiren dramatik hava, kameranın lirik gücü, düşlerde yapılan yolculuklar, siyah-beyaz ve renkli görüntülerin ahengi. Olayların ard arda akışından ziyade kamera görüntüleri ön plandadır Ayna’da. Kamera teknikleri ve geçişler kusursuzdur. Bir rüyada olduğunu ya da bir bambaşka bir gerçeklikle yüzleşmek durumunda kaldığını hisseder izleyici.

Ayna’da, üzerinde durulması gereken en önemli mesele, filmdeki “zamansızlık” ya da “tüm-zamanlılık”tır. İzleyici zaman kavramından yoksun bırakılmıştır. (Bir aynaya uzun süre baktığınızda söz edilen duyguya kapılır insan). Bunun, “anların zamansız oluşu” ile yakın ilgisi vardır, zira “anlara dalışta” zamanın ve hareketin kurallarından bağımsızlaşır insan zihni. Örneğin, annenin saçlarını yıkarken saçlarından suyun süzülmeye başlamasıyla birlikte yukarıdan, evin tavanından ve duvarlarından sular akmaya başlar; böylece zaman, mekan ve hareket ortadan kaldırılmış olur ya da masadaki kahve fincanının buğusunun buharlaşmasıyla akıp giden ve buharlaşan zaman gösterilir bize veya uzaktaki çayırlarda ve yapraklarda esen rüzgarla kalbimizde hükmünü icra eden aşkın sonrasızlığına şahit tutuluruz. Bunu yaparken kullanılan mekanlar, anlara dalıştaki zamansızlığı ve mekansızlığı daha da güçlendirir. Filmin lirik akışına, pastoral bir anlatım katılmış olur böylece. Tarkovsky’nin yaptığı “özgün, bireysel bir zaman akışı yaratmak” ve kendi içinde “var olan dalgın, hayallere kapılmışlık ritminden taşan, coşan, hareket ritimlerine kadar uzanan tüm özgün zaman duygusunu yansıtmaktır.”[5]
Böylece Ayna’da Tarkovsky, aynanın yüzeyinde zamansızlık ve mekansızlıktan ötürü oluşmuş olan buğuyu silerek orada karşılaşılan görüntüler aracılığıyla izleyicinin kendi gerçekliği ile yüzleşmesine imkan vermiş ve onu “gerçek hayatın kesintisizliği ve beklenmedikliği” üzerinde düşünmeye yöneltmiş olur. Sanatçı, Ayna’ya bakan izleyiciyi “filmin ardında başka hiçbir gizli, şifrelenmiş bir gaye yatmadığına ikna etme”nin güç olduğunun farkındadır. Ona göre Ayna’nın, “gerçeği söylemekten” başka bir amacı yoktur; dolayısıyla “gizler, simgeler, gayeler, peşinde koşmak” Ayna’daki gerçeklikten uzaklaşmak anlamına gelecektir. İlk bakışta zor gibi görünen bir durumdur bu fakat “görüntüsel şiire alışık” olanlar ve Tarkovsky bakışını, Tarkovsky dilini bilenler, gerçeklikle ve kendileriyle ilgili bu örtüyü nasıl kaldıracaklarını ve örtü kalktığında neyle karşılaşacaklarını bilirler.

[1] Andrei Tarkovsky, Mühürlenmiş Zaman
[2] Mehmet İşliyen, Ayna: Andrei Tarkovsky
[3] Andrei Tarkovsky, Mühürlenmiş Zaman
[4] Andrei Tarkovsky, Mühürlenmiş Zaman
[5] Andrei Tarkovsky, Mühürlenmiş Zaman