Thursday, December 24, 2015

Irkçılık ve Günümüzde Avrupa’da Irkçılığın Yansımaları - AKADEMİK PERSPEKTİF -



Son dönemlerde özellikle de Avrupa’da yeniden yükselişe geçen ırkçılık tarihsel bağlamda hep karıştırıldığı milliyetçilikten de önce en azından pratikte mevcuttu. Öyle ki milliyetçilik akımı Fransız Devrimi’nin bir sonucuyken ırkçılıkla ilişkilendirebileceğimiz olaylar Eski Yunan’da, Ortaçağ Avrupası’nda hatta daha sonraları bile yaşanmaktaydı. 1600 yılında Shakespeare tarafından kaleme alınmış olan ‘Venedik Taciri’ndeki Yahudi tüccar Shylock tiplemesi iki yüz yıl sonra tam anlamıyla kavramsallaşacak olan ırkçılığın bir hâli olarak nitelendirilebilir.
19. yüzyılda Sanayi Devrimi neticesinde artan hammadde ihtiyacıyla birlikte Avrupalı devletler Afrika, Amerika, Asya ve Okyanusya’yı sömürgeleştirme mücadelesine giriştiler. Bunu yaparken de kendilerine çeşitli argümanlar bulmuşlardı. Sömürgeleştirmenin ait oldukları ‘üstün ırk’ yönetme hakkının bir sonucu olduğunu düşünen sadece devleti yönetenler değildi. Düşünürler, din ve bilim adamları da bu sonucun bir tür ‘doğal durum’ olduğu kanısındaydılar. Örneğin 17. Yüzyılda İngiltere’de yaşamış ve siyasal liberalizmin kurucusu kabul edilen John Locke’un şu sözleri dikkat çekicidir[1]; ‘kişi insandan ziyade bir hayvan gibi davrandığı için yaşama hakkını kaybedip kendini köle olmaya uygun bir duruma getiriyordur’ (BERNASCONI, 2007; 14).
Yukarıdaki görüş elbette sadece Locke ile sınırlı kalan bir düşünce değildir. Kant, Hegel, Leibniz gibi düşünürler kaleme aldıkları eserlerinde benzer fikirleri savunmuşlardır[2]. Yazının ilerleyen kısmında ırk kavramı, gelişimi, 20. yüzyılda yol açtığı sonuçlar ve günümüzde uluslararası ilişkilerde bir güncel sorun olarak Avrupa’da yükselişi ve yabancı düşmanlığı ele alınmaya çalışılacaktır.

 IRKÇILIĞIN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ
Genel bir tanım yapacak olursak ırk; Kalıtımsal olarak ortak fiziksel ve fizyolojik özelliklere sahip insanlar topluluğu[3] şeklinde tanımlanabilir. Irkçılık ise; İnsanların toplumsal özelliklerini biyolojik, ırksal özelliklerine indirgeyerek bir ırkın başka ırklara üstün olduğunu iddia eden düşüncedir. UNESCO’nun 1967’de Paris’te düzenlediği ‘Irkçılığın Tanımlanması Konferansı’ndan çıkan sonuca göre ırkçılık; işgalleri,  köleliği ve sömürgeciliği haklı çıkartmak adına ortaya atılmış bir kuramdır.
Kavramsal düzeyde Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkmış olan ırkçılık Afrikalı köle ticareti, Yahudi ve Çingene düşmanlığı şeklinde yüzyıllardır Avrupa topraklarında var olmuştur.  Irkçılık üzerine araştırmaları ile bilinen Imanuel Geiss ırk kavramının 13. Yüzyıl Roma diline kadar geri götürülebileceğini vurguluyor. İspanyolcada ‘raza’, Portekizcede ‘raca’, İtalyancada ‘raza’. 16. yüzyılda Fransızcadan İngilizceye bir değişikliğe uğramadan ‘race’ geçen kavram, daha sonra Almancaya da aynı şekilde girer. Kant da kavramı bu haliyle kullanır (ÖZBEK, 2012; 14)
Venedik Taciri örneğinde de görülebileceği gibi erken dönemlere dayanan ayrımcılık, kendinden olmayanları aşağı görme veya cezalandırma durumu getto kavramı ile de örneklendirilebilir. Özellikle Ortaçağ’da ticaretin yoğun olduğu şehirlerde yabancıların ikâmet etmek zorunda bırakıldığı ama en çok da Yahudilerin yaşadığı bu periferik bölgeler 20. yüzyıl Nazi Almanyası’nda yeniden karşımıza çıkmaktadır. En gelişmiş örneği Ortaçağ’ın ticaret merkezlerinden olan Venedik’te rastlanan gettonun dışına çıkmaları daha önceden belirlenmiş şartlara bağlı olan Yahudilerin maruz kaldıkları tek ayrımcılık ve aşağılanma bu değildi. Yüzyıllardır Avrupa topraklarında yaşamalarına rağmen yabancı ve öteki olarak kabul edilen Yahudilerin toprak sahibi olmalarına ve yönetim kademelerinde yükselmelerine müsaade edilmemekteydi. Şüphesiz bunda Hıristiyanlık inancında Yahudilerin, ‘Hz. İsa’nın Katili’ olarak görülmelerinin de payı çok büyüktür.
Aydınlanma ile birlikte bu Hıristiyanlık temelli ayrımcılık ve düşmanlığın dönüşümü başlamıştır. 18. yüzyılda yaşamış olan İsveçli doğabilimci Carl Linnaeus insanları deri rengine göre dörde sınıflandırır. Ancak Linneaus’un sınıflandırmasının bilimselliği uzun yıllar tartışılmış ve en nihayetinde de bilimsel açıdan sağlam bir dayanağı olmadığı sonucuna varılmıştır[4]. Linnaeus’un bu çalışmasından yıllar sonra bu kez de Fransız düşünür Arthur de Gobineau yazdığı ‘İnsan Irkının Farklılığı Üzerine Denemeler’ isimli kitabında ırk kavramını biraz daha geliştirdi. Aslında antisemitist olmayan Gobineau’nun görüşleri ileride Naziler tarafından yeniden yorumlanıp ırk politikaları çerçevesinde kullanılacaktı. Gobineau’nun düşüncelerine incelediğimizde bir ırklar sınıflandırması oluşturduğu görürüz[5]. Bu sınıflandırmaya göre tablonun en üstünde ‘beyaz ırk’ yani Avrupalılar yer almaktadır. Aryan ırka mensup olan Avrupalılar; gelişmişliğin, saflığın sembolüydü. Üstün beyaz ırkın ardından Moğol (sarı ırk) ve en aşağı seviyede olan (siyah ırk) gelmekteydi.[6]
O dönemde hız kazanan sömürgecilik yarışında bu tip ayrımlar genel kabul görmüştü. Özellikle de Sosyal Darwinizm[7] ile birlikte girişilen bu sömürgecilik yarışı bir nevi meşruiyet kazanmış oluyordu. Buna göre dünyanın geri kalanını yönetmek Avrupalıların doğal hakkıydı.
Ancak Herbert Spencer ve Arthur de Gobineau’nun da dikkat çektiği bir nokta vardı o da bu üstün ırkın saflığını korumasının gerekliliğiydi. Öyle ki girişilen bu sömürgecilik mücadelesinde ‘üstün ırk’ın saflığı korunmalı yerli ırklarla evlenip karışılmamalıydı. Zira öncelik bu ırkları ‘medenileştirme yolunda yönetmekteydi’. Ancak bu işgaller sömürgeleştirme ve yönetme ile sınırlı kalmayıp ırklar skalasının en alt katmanını oluşturan Afrikalıların köleleştirilmesi ile devam etti. Bunun yanı sıra gidilen yeni coğrafyalarda Avrupa kültürünün bir parçası olan Hıristiyanlık da misyonerler aracılığıyla yayılmış oldu.
Albert Memmi, ‘Sömürgecinin Portresi Sömürgeleştirilenin Portresi’ isimli kitabında girişilen bu sömürgeci ırkçılık üç belli başlı ideolojik bileşenden oluştuğunu savunmaktaydı. Bu bileşenler;
Sömürgeciyle sömürgeleştirilen arasındaki farkları keşfetmek ve ortaya koymak.
Bu farkların kolonyalist yararına ve sömürge halkı aleyhine değerlendirilmesi.
Varsayılan bu farklılıkların kesin olduğunu ileri sürerek ve kesin olması için hareket ederek, bunları mutlaklaştırmak. (MEMMI, 2002; 83)
Netice itibariyle 20. yüzyılın ortalarına kadar süren bu sömürgecilik döneminin sonucunda Amerika Birleşik Devletleri’nde ırk ayrımı ve kölelik, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde ise apartheid gibi sonuçlar ortaya çıkmıştır.
19. yüzyıldan itibaren sömürgecilikle kendine yeni bir hüviyet kazanan ırkçılığın Sosyal Darwinizm dışında Öjenik (Eugenic) ile de kendini kurumsallaştırdığını görürüz. Kökeni Antik Yunan’daki şehir devletlerinden biri olan Sparta’ya dayanan Öjeni daha sonraları Nazi Almanyası’nda da kendine uygulanma alanı bulacaktı.
Temel olarak ‘saf ırkın’ arınması anlamına gelen Öjenik kavramı, bu uğurda toplumda yer alan sakat bireylerin ‘ayıklanması’ fikrini savunuyordu. Avrupa ülkelerinde ve Amerika Birleşik Devletleri’nde sağır, âmâ ve zekâ özürlü bireylerin kısırlaştırılması, toplumdan uzak kamplarda tutulmaları uygulanan Öjenik politikalardan birkaçıydı. 20. yüzyılda dahi uygulanan bu politikalar tahmin edileceği üzere en çok da Adolf Hitler ve Benito Mussolini’nin ilgisini çekmiştir. Aryan Irk’ın ıslahını sağlamanın bir aracı olan bu politikalar her iki lider tarafından desteklemiştir. Ancak bu iki liderin politikalarına daha sonra değinilecektir.

IRKÇILIĞIN EKONOMİK KÖKENLERİ
Elbette ırkçılığın toplumsal ve tarihsel köklerinin yanı sıra ekonomik kökenleri de mevcuttu. Bu uzun süreçte ırkçılığa maruz kalan veya sömürülen yerli halkların ya da azınlıkların dikkat çekici bir şekilde toplum ekonomik statü açısında hep en alt katmanında yer aldıklarını görürüz. Bu konuda özellikle Marksist teorisyenler ırkçılığın kapitalizmin dünya ölçeğinde üretim tarzı olmasıyla ortaya çıktığını vurgularlar. Irkçılığın ortaya çıkışı, 17. ve 18. Yüzyıllarda köle emeğinin kullanılma sürecine bağlıdır. Özellikle bu dönemde sömürgelerdeki plantajlarda önemli bir işçi yoğunluğu yaşanıyor. Irkçılık da plantaj aristokrasisi denebilecek bir sınıfın ideolojisi olarak şekillenmeye başlıyor. Yenidünya’da sistemli kölecilikle, ırkçılık bu açıdan yan yana gidiyor[8] (ÖZBEK, 2012; 58).
‘Üstün beyaz ırk’ın doğal bir hakkı olan yönetmek haliyle Avrupa’nın ve Amerika Birleşik Devletleri’nin zenginleşmesine ve halk nezdinde belirgin bir ekonomik refahın oluşmasını sağladı. Bu durum Batı ile diğerleri arasındaki farkın git gide daha da artmasına yol açtı. Oysaki Sosyal Darwinizm’in de hep savunduğu argümana göre diğerlerini yönetme durumu, yönetilen bu unsurların ‘medenileşmesi’ amacıyla yapılmaktaydı.
Pratiğe baktığımızdaysa özellikle Afrika topraklarından alınan insanların İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, İspanya, Portekiz ve Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkelere götürülüp köleleştirildiğini görürüz. Üstelik bu insanlar hâkim olan ırkçı görüş çerçevesinde toplumsal haklardan mahrum, herhangi bir güvenceye sahip olmadan geldikleri topraklara ait olan tüm bağları kopartılarak uzun yıllar vatandaş statüsü dahi elde edemeden yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Bu konuda Güney Afrika Cumhuriyeti de özel bir yere sahiptir. Asli unsur olan zencilerin[9] ülkeye sömürme amacıyla gelen Avrupalı yönetici zümre tarafından baskı altında tutulduğu bir zamanlar kendilerine ait topraklarda işçi köle statüsünde herhangi bir hakka sahip olmadan çalıştırılmaktadır.
Sanayileşme ile birlikte artan işçi ihtiyacını neredeyse sıfır maliyetle karşılamanın bir yolu hâline gelen köle çalıştırmak iş piyasasındaki dengelerin zamanla bozulmasına yol açmıştır. Herhangi bir ücret veya sosyal güvence olmaksızın zorla çalıştırılan köleler karşısında Amerikalı, Fransız, İngiliz işçiler iş bulamaz hale gelmiştirler. Bu da 20. yüzyıla gelindiğinde iyice belirginleşip ırkçılığın ‘yabancı düşmanlığı’ şekline dönüşmesine yol açacaktır. Kölelik sona ermiş olsa da benzer düşmanlıkların ve ayrımcılığın bu kez de göçmenler üzerinden gerçekleştirildiğini görmekteyiz.
20. YÜZYILDA IRKÇILIK
Tarihin gördüğü en büyük iki kitlesel savaşın yaşandığı 20. yüzyılı tarihçi Eric Hobsbawm ‘Aşırılıklar Çağı’ olarak tanımlar. 28 Temmuz 1915’te Avusturya’nın Sırbistan’a savaş ilân etmesi ile 14 Ağustos 1945’te Japonya’nın ilk nükleer bombanın patlamasından dört gün sonra kayıtsız şartsız teslim olması arasında geçen otuz bir yıllık dünya çatışması sırasında, her ne kadar bazı kritik anlar olduysa da insanlık sona ermedi (HOBSBAWM, 2012, 26)
Hobsbawm’ın dediği gibi insanlık sona ermedi ama çok büyük yıkımlar yaşadı. Her ne kadar Birinci Dünya Savaşı konumuz dışında kalsa da yarattığı sonuçlar itibariyle İkinci Dünya Savaşı’nın nedenleri arasında yer alması bakımından önemlidir.
Hiç kuşkusuz Nazizm ve Faşizm’in yükselişinde Birinci Dünya Savaşı sonrasında imzalan Versailles Anlaşması’nın yarattığı sonuçların payı büyüktür[10]. Anlaşma gereğince Almanların kontrolündeki AlsaceLorraine bölgesi Fransız yönetimine bırakılacaktı[11]. Birinci Dünya Savaşı’ndaki mağlubiyet sonrası yıkılan Alman İmparatorluğu’nun yerine kurulan Weimar Cumhuriyeti büyük zorluklarla karşı karşıyaydı. En önemli gelir kaynaklarını kaybeden ordusu lağvedilen Almanya’da bu durum halk nezdinde büyük tepki topladı[12]. Dünya ekonomisinin 1929’da yaşadığı ‘Büyük Buhran’dan çok daha önce iktisadi krizler yaşayan Almanya enflasyon artışının bir türlü önleyemiyordu[13]. İşsizlik had safhadaydı[14] Bu koşullar altında ülkede radikal oluşumlar dikkat çekmeye ve ön plana çıkmaya başladı. Özellikle Alman ulusunun hakarete uğrayıp ezildiğini düşünenlerin çokluğu aşırı sağın güçlenmesine uygun zemin yaratmaktaydı. Nitekim de öyle olmuştu.
Avusturya doğumlu olan ve başarısızlıkla sonuçlanan bir ressamlık kariyeri sonrası savaşta aldığı başarı madalyası ile birlikte Münih’e gelen Adolf Hitler başlarda istihbaratın bir muhbiri olarak aşırı fraksiyonların toplantılarına katılıp raporlar yazmaya başlamıştı. Zamanla Münih’teki bira salonlarındaki bu söyleşilerde söz de almaya başlayan Hitler gün geçtikçe daha büyük kitlelere hitap etmeye başlamıştı. Nihai ismi Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterparei[15] olan NSDAP’nin 1921’de başına geçen Hitler, parti programında belirgin değişikliklere gitti. Nazizm adını alan görüşler her ne kadar başlarda sokak aralarında destek bulsa da seçimlerde beklediği başarıyı gösteremedi[16].  Aynı dönemde General Ludendorff ile birlikte bir darbe teşebbüsünde bulunulsa da beklenen desteğin gelmemesi sonucu girişim başarısızlıkla sonuçlandı ve Hitler kısa bir süre hapis cezası aldı. Ancak bu süre zarfında parti, saldırı birlikleri (SA) ve güvenlik birimleri (SS) gibi yapılanmalarıyla güçlü bir organizasyon oluşturarak güç toplamaya başladı.
NSDAP bu dönemde halk nezdinde bilinirliğini artırmak ve görüşlerini anlatmak için Volkisher Beobachter isimli bir gazete yayınlamaya başladı. Gazetede genelde Versailles Anlaşması, ekonomik kriz, işsizlik ve partinin kurtuluş reçeteleri yer almaktaydı. Bu çerçevede Hitler hayatını ve doktrinlerini anlattığı ‘Mein Kampf’ (Kavgam) isimli kitabı kaleme aldı. Kitapta aynı dönemde bir benzeri de İtalya’da ortaya çıkan Nazizm’in[17] temel ilkeleri de yer almaktaydı. Siyaset skalasının aşırı sağ ucunda yer alan partinin görüşleri 1929’da ülkeyi etkisi altına alan kriz ile birlikte toplumun genelinde ilgi görmeye başladı. Özellikle bu dönemde artan işsiz sayısı partinin aldığı oy oranı ile doğru orantılıydı.

31 Temmuz 1932’de yapılan seçimlerde NSDAP geçerli oyların %37.4’ünü elde etti[18]. Başbakanlık koltuğuna oturan Adolf Hitler, Cumhurbaşkanı Hindenburg’un 2 Ağustos 1934 vefat etmesi üzerine cumhurbaşkanlığı görevini de üstlendi. Böylece Almanya’da Hitler diktatoryası[19] başlamış oldu. Daha öncesinde Katolik Klisesi[20] ile anlaşıp Milletler Cemiyeti’nden ayrılma kararı alan Hitler’in bu dönemdeki ikinci ses getiren ve gelecekte yaşanacaklara dair ipucu veren uygulaması Reichtag Yangını sonrası Komünist Partisi’ni kapattırması oldu. Böylece muhalefetin parlamento ayağı susturulmuş oldu.
Öte yandan yine 1933’te Dachau’da ilk toplama kampı açıldı. Açılma nedeni olarak siyasi suçluları barındırılması olarak beyan edilse de kampa getirilenlerin çoğunun Yahudi olması bir tesadüf değildi.
Hitler gençlik yıllarını yaşadığı Viyana’da antisemitist fikirlere ilgi duymaya başlamıştı. Wilhelm Marr’ın eserlerini okuyan ve bunlardan oldukça etkilenen Hitler bu sayede antisemitizmin kavramsallaşmış haliyle tanışmış oldu. Sonraki dönemlerde Alman besteci Wagner’in Parsifal[21] isimli operasıyla tanışan Hitler, üstün Alman Irkı kavramından etkilendi. Şüphesiz Hitler’in ırkçı ve antisemitist fikirlerinin oluşmasındaki tek etken bu sanat yapıtı değildi. Olayın toplumsal temeli çok daha derine dayanmaktaydı. Yüzyıllardır Avrupa’da değişik şekillerde varlık gösteren antisemitizm’in Marr’ın kavramsallaştırması ve bundan etkilenen Hitler’in bunu tatbik edecek güce erişmesiyle birlikte tarihin gördüğü en büyük ve sistematik soykırımına dönüştü. 1933’te Dachau Toplama Kampı’nın açılması ile başlayan süreç 10 Kasım 1938 gecesi Kristallnacht[22] olarak adlandırılan pogrom sonrasında terminolojide geçen şekliyle Holocaust boyutuna ulaştı. Bu süreci hızlandıran etkenlerden biri de 15 Eylül 1935’te kabul edilen Nürnberg Yasaları[23] olmuştur.
İbranice Ha-shoa (Felaket) olarak adlandırılan Holocaust 1945 yılında Almanların teslim olmalarına kadar devam etmiştir. Dachau ve Auschwitz gibi toplama kamplarında altı milyona yakın Yahudi’nin yanı sıra, Çingeneler, eşcinseller, muhalifler, komünistler öldürülmüştür. Sistematik bir biçimde gerçekleşen bu katliamların yanı sıra Nazi Öjenizmi ile birlikte Alman olmalarına rağmen ‘Ari Irkın Saflaştırılması’ çerçevesinde özürlüler de bu kamplarda öldürülmüşlerdir.
Savaşın hemen ardından Ekim 1945’te Nürnberg’de kurulan savaş ve insanlık suçları mahkemesinde sağ yakalanan Nazi Almanyası Dönemi yöneticilerinin çoğu idam cezasına mahkûm edilirken bir kısmı da ömür boyu hapis cezası aldı. Berlin’in düşmesinden hemen önce intihar eden bu olayların baş sorumlusu Adolf Hitler ise yargılamadan kurtulmuş oldu. Bin yıllık Reich’ı ilân eden Hitler sonrası dönemde Almanya ikiye ayrıldı 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ile gerçekleşen birleşmeye kadar Federal Almanya ve Demokratik Almanya olarak ikiye ayrılan ülkede derin ekonomik ve kültürel farklılıklar oluştu.
Seçimlerle iktidara gelen, halkın büyük desteğini alan Hitler güttüğü ırkçı politikalar sonucu hem kendi ülkesinin hem de Avrupa’nın neredeyse tamamının harabeye dönmesine neden oldu. Elde edilen bulgulara göre savaşta 60 milyondan fazla insan hayatını kaybetti. Irkçılığın ulaştığı boyutlar neticesinde dünyada buna karşı refleksler oluşmaya başladı. Savaş sonrası Avrupa’nın belli başlı ülkeleri kolonyal ve ırkçı geçmişleri ile bir şekilde hesaplaşma yoluna gitti. Britanya ve Fransa uzun yıllardır kontrol ettikleri sömürgelerinden yavaş yavaş çekilmek zorunda kaldılar.
Özellikle savaşın ve yakımın baş sorumluları olan Almanya ve İtalya’da uzun yıllar boyunca aşırı sağ oluşumlar hem yasal hem de halk nezdinde engellendi. Faşist eğilimli partiler kurulsa da kısa sürede kapatıldı.

GÜNÜMÜZ AVRUPASI’NDA IRKÇILIK
Tarihin gördüğü en büyük yıkımlarından birine sahne olan İkinci Dünya Savaşı sonrasında Japonya’dan Fransa’ya kadar geniş bir dünya coğrafyası kalkınmaya yöneldi. Özellikle Avrupa hem kendi öz kaynakları hem de Amerika Birleşik Devletleri’nden gelen Marshall yardımları ile bir kalkınma hamlesi başlattı[24].
Harabeye dönen şehirlerin yeniden imarı için gereken insan gücünün karşılanması noktasında çeşitli sorunların baş göstermesi üzerine başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesi misafir işçilere kapılarını açtı[25]. Özellikle ulus devletleşme ve sömürgelere sahip olma yarışında geride kalan Almanya’nın tek çaresi kapılarını bu işçilere açmak oldu.
Bu dönemlerde özellikle inşaat sektörü ve fabrikalarda istihdam edilen bu yabancı işçilerin geldikleri ülkelerde kalıcı olmaya başlamaları ile birlikte bir entegrasyon sorunu ortaya çıktı. Entegrasyon konusunda yaşanan sorunlar özellikle 90’lı yıllarda uyanışa geçen ve aşırı sağ uçlarda toplanmaya başlayan ırkçıların kendilerine yeni bir hedef seçmelerine neden oldu. Bu noktada iki ayrım yapmak gerekmektedir. Birincisi doğrudan fiziki saldırı şeklinde sonuçlanan ırkçı şiddet[26]; ikincisi de sırf göçmen olmaları sebebiyle kişileri işe almama, ona ait iş yerinden alışveriş yapmama, okulda dışlama gibi daha düşük yoğunluklu ırkçı yaklaşımlar. Nüfusa oranlandığında Avrupa’nın en yoğun göçmen topluluklarına sahip olan Fransa, Almanya, İngiltere, İsviçre, Avusturya, Hollanda, Belçika, İsveç ve Danimarka gibi ülkelerde bu dönemlerde değişik isimler altında ırkçı eğilimli gruplar partileşme süreçlerine girdiler[27]. Irkçı şiddetin hedeflediği etnik gruplar da ülkeden ülkeye farklılıklar gösteriyor. Bazı ülkelerde eski sömürgelerden gelen azınlıklar hedefleniyor. Fransa’daki Cezayirli asıllılar, İngiltere’deki Asya ve Karayip kökenliler ırkçı saldırıların ana hedefi oluyorlar. Kimi ülkelerde göçmenler ve aileleri, Almanya’da Türkler, Belçika’da Türk ve Faslılar hedefteki unsurlardır (TAŞ, 1999, 91).
Bu saldırılar karşısında aşırı sağcı partilerin takındıkları tutum mevcut gerilimi azaltmaya yönelik olmayıp tam tersi saldırganları savunma eğilimindedir. Örneğin Şubat 1995 yılında Fransa’da, Kamerun asıllı İbrahim Ali isimli bir Fransız vatandaşının öldürülmesi ülke gündemini meşgul ederken Ulusal Cephe lideri Le Pen olaya farklı bir açıdan yaklaşır. Le Pen, bu ırkçı saldırıların Fransa’nın fazla mülteci bulundurmasından kaynaklandığını savundu. Bu algıyı aşırı sağcı liderlerin tamamında görmemiz mümkündür. Bir kıyaslama yapacak olursak günümüzün ırkçı liderlerinin Hitler’in söylemlerine yakınlık arz ettiğini görürüz. Ekonomik ve güvenlik odaklı argümanlar yabancı düşmanlığı (xenophobia), islamophobia[28] gibi günümüzün ırkçı sorunlarının altında yatan nedenlerdir.
IRKÇI SALDIRILARIN NEDENLERİ
İkinci Dünya Savaşsı sonrası Avrupa’da kesintiye uğrayan ırkçı eğilimler 90’lı yıllardan itibaren artış göstermeye başladı. 1930’lardaki antisemitist yapısının dışına da çıkan günümüz ırkçı eğilimleri özetle ‘o ülkeden olmayan’ ama genelde de ‘Avrupa kültürü’ dışındakileri tehdit etmektedir[29]. Irkçı saldırıların artma nedenlerini üç ana başlık altına toplayabiliriz. Göçmenlerin niceliksel artışları, yaşanan ekonomik kriz, ülkelerin ulusal kimlik (TAŞ, 1999; 93 – 4).
1.  Göçmenlerin Niceliksel Artışları
Günümüz Avrupası’nda ırkçı eğilimler ve saldırıların gözle görülür biçimde artışının altında yatan nedenlerden biri bu ülkelerdeki göçmenlerin sayısındaki artıştır. Bu göçmen gruplar içinde akademisyenden, taksi şoförüne, parlamenterden inşaat işçisine veyahut devlet yardımı ile geçinen mültecilere kadar çok geniş bir yelpazede insanlar yer almakta. Avrupa nüfusunun yaşlanan bir grafikte seyretmesi bu sonucu kaçınılmaz kılıyor. Bu konuda yaygın görüş göçmenlerin kalkınma açısından önemli olduğu ama sayılarının kontrol altında tutulması gerektiğidir.
Avrupa’da en yoğun göçmen nüfusa sahip ülke olan Almanya ırkçı saldırıların da en fazla yaşandığı yer konumunda. Aşırı sağ parti üyeleri ya da neo-nazi[30] sempatizanları olarak tanımayabileceğimiz bu kişiler 19993 yılında Almanya’nın Solingen şehrinde bir Türk ailesinin evini ateşe verdiler. Olayda aynı aileden beş kişi yaşamını yitirdi.
30 Nisan 1994 tarihinde Köln’ün Nippes semtindeki bir okulda, Türk çocuklar için özel derslerin yapıldığı sınıf tahrip edilmiş, Türkçe kitap ve bayraklar yırtılmış, Atatürk resimleri parçalanmış, ders malzemeleri tahrip edilmiş ve duvarlara gamalı haç işaretleri çizilmiştir. 9 Haziran 2004 tarihinde, Nasyonal Sosyalist Yeraltı adlı neo-Nazi örgütünce Köln’ün Mülheim semtindeki Türk kökenli esnafların ağırlıklı olarak bulunduğu Keup caddesinde bombalı saldırı gerçekleştirilmiştir. Saldırıda biri ağır olmak üzere 22 kişi yaralanmıştır. 20 Mart 2008 tarihinde Diyanet İşleri Türk İslam Birliği Idstein Camiinin duvarına neo-Nazi simgeleri çizilmiş ve ırkçı sloganlar yazılmıştır. 2010 yılında Berlin’in en büyük camisi olan Şehitlik Camiine yönelik dört kundaklama girişimi yapılmıştır. Caminin bir bölümünde maddi hasar meydana gelmiştir (TBMM İHİK, 2012; 31).

2001
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
Avusturya
291
301
261
264
189
188
204
280
333
356
Almanya
10054
10902
10792
12051
15361
17597
17176
19894
18750
Fransa
207
198
173
148
461
419
301
247
129
181
İsveç
566
392
324
448
306
283
272
387
667
538
Yukarıda yer alan tabloda[31] 2000 – 2009 yılları arasında Avrupa’nın en fazla göçmene sahil dört ülkede ırkçı motifli saldırıların yıllara göre sayısı yer almakta. Görüldüğü üzere Almanya’daki saldırılar karşılaştırma yapılan diğer ülkelere oranla bir hayli fazla. Yine bu dönemde artık Avrupa beslenme kültürüne de yerleşmiş olan döner satan lokantalara da söz konusu.
2. Ekonomik Krizler
NSDAP’ın Almanya’daki kriz ortamından doğup oylarını büyüttüğünü hatırlayacak olursak benzer bir durumun o boyutlara ulaşmasa da 90’lar sonrasında da yaşandığını söyleyebiliriz. Ancak ırkçılığın kriz sonrası dönemlere denk gelen artış trendi, bu düşüncenin kökleşmiş olduğu yerlerde görülmekteydi. Örneğin Danimarka’da yaşanan ekonomik durgunluğun müsebbibi olarak göçmenler gösterilmezken Almanya’da bu tarz bir korelâsyonun kurulmuştu. Almanya’da yapılan kamuoyu araştırmalarında özellikle genç nüfus arasında işsizliğin ve krizin nedeni olarak göçmenler görülmektedir.
3.  Irkçı Şiddet ve Ulusal Kimlik
Burada karşımıza özellikle Almanya ve Avusturya’daki bir anlamda kökleşmiş olan ırkçı düşünce çıkıyor. Kullanılan başlık itibariyle bir genelleme içeriyor gibi gözükse de tarih ve güncel istatistikler bu yargıyı doğrular nitelikte. Modern anlamda kavramsallaşmış ırkçı düşüncelerin ortaya çıktığı bu coğrafya haliyle günümüzde de bu fikriyatın taraftar bulmasına neden oluyor. Yine de primitif manada Avrupa’nın geneli için benzer şeyleri de söylememiz mümkün. Ortaçağ boyunca Avrupa’nın genelinde Yahudilerin ve Çingenelerin yaşadığı zorluklar, günümüzde pek dile getirilmese de İspanya’da Endülüs Araplarının tıpkı Yahudiler gibi maruz kaldıkları şiddet daha sonraları bu coğrafyalarda girişilecek olan homojenleştirme ve uluslaştırma politikalarının ve onun doğal sonucu olan ırkçı yaklaşımların doğmasına neden oldu.
AVRUPA’DAKİ AŞIRI SAĞCI PARTİLER
Ülke
Parti
Son seçimde aldığı oy oranu
İsviçre
İsviçre Halk Partisi
%29
Norveç
İlerici Parti
%29
Finlandiya
Gerçek Finlandiyalılar Partisi
%19
Fransa
Ulusal Cephe
%18
Avusturya
Avusturya Özgürlük Partisi
%17,5
Macaristan
Jobbik, Daha İyi Bir Macaristan Hareketi
%17
Hollanda
Özgürlükler Partisi
%15
Danimarka
Danimarka Halk Partisi
%12,3
Yunanistan
Altın Şafak
%7
Yukarıdaki tabloda[32] 2012 yılında Avrupa genelinde yapılan yerel, genel veyahut cumhurbaşkanlığı[33] seçimlerinde aşırı sağcı partilerin aldığı oy oranları görülmektedir.
 Avusturya Özgürlük Partisi
1999 seçimlerinde %27 oy alarak zirveye çıkan parti, 2008 seçimlerinde bir önceki seçime göre oy oranını artırarak %17,5 oy almıştır. Üçüncü parti konumundaki AÖP son yapılan kamuoyu yoklamalarında ise ülkedeki birinci parti olarak görülmektedir. Neo-Nazi söylemleriyle bilinen bir parti olan AÖP, yabancı düşmanlığı ve İslam karşıtlığını ön planda tutmaktadır.
Danimarka Halk Partisi
2011 seçimlerinde 430 bin oy ile %12,3 oranında oy alan Danimarka Halk Partisi aşırı sağcı bir parti olarak tanımlanmaktadır. Yabancı karşıtlığını açıkça dile getiren parti, çok kültürlü topluma karşı çıkmakta ve yabancıların asimile edilmesi gerektiğini savunmaktadır.
Ulusal Cephe (Fransa)
Jean-Marie Le Pen tarafından kurulan parti 1986’ya kadar Meclis’te idi. Ancak baraj sistemi ile bu tarihten  sonraMeclis’e girememiştir. Partinin  temel politikası göçmen karşıtlığı üzerinedir.  Nitekim Le Pen ırkçı söylemleri nedeniyle çok defa ceza almıştır. Parti son yıllarda söylemini “İslam karşıtlığı” üzerine kurmuştur. Partinin yeni lideri Jean-Marie Le Pen’in kızı Marine Le Pen 22 Nisan 2012 yılında ilk turu yapılan Fransa Cumhurbaşkanlığı seçiminde 6 milyon oy ile %18 oranında oy alarak üçünü sırada yer almıştır. 2007 genel seçimlerinde partinin oy oranı %4,3 idi.
Özgürlükler Partisi (Hollanda)
Liderliğini aşırı sağcı Geert Wilders’ın yaptığı Özgürlükler Partisi söylemleriyle İslam, Türkiye ve yabancı düşmanlığını öne çıkarmaktadır. 2006 seçimlerinde %6 oy alan parti, 2010 yılı seçimlerinde %15 oranına tekabül eden 1,5 milyon oy ile üçüncü büyük parti konumuna yükselmiştir.
İsviçre Halk Partisi
Parti son seçimlerde aldığı %29 oy oranı ile birinci sıradadır ve İsviçre tarihinde tek başına en çok oy almış parti konumundadır. Yabancılara yönelik sert kısıtlayıcı önlemleri savunan parti 2009 yılında minare yasağının da mimarıdır. Parti ülkede ırkçılığın cezalandırılmasına karşı çıkmakta ve ırkçılığa karşı mücadele komisyonunun kaldırılmasını savunmaktadır.
Jobbik (Daha İyi Bir Macaristan Hareketi)
Parti, söylemleri ve taraftarlarının eylemleri nedeniyle Çingene ve eşcinsel düşmanı olarak tanımlanmaktadır. Partinin oy oranı 2006 yılında %2 iken 2010 yılı genel seçimlerinde  %17’ye yükselmiştir. Parti ülkenin en büyük üçüncü partisidir.
İlerici Parti (Norveç)
Ülkenin en büyük ikinci partisi  olan İlerici Parti %29 oranına sahiptir. Parti yabancı sığınmacılara karşı sert önlemler alınmasını ve yabancıların aile birleşimlerinin kısıtlanmasını savunmaktadır.
Altın Şafak (Yunanistan)
Avrupa ülkelerinin parlamentolarındaki en aşırı sağcı parti olarak nitelenen Altın Şafak Partisi, neo-Nazi ve faşist olarak tarif edilmektedir. Parti taraftarlarının zaman zaman göçmenlere ve etnik gruplara karşı şiddet içerikli eylemlerine rastlanmaktadır. Amblemi Nazi sembolünü çağrıştıran Parti, 2012 yılı Mayıs ayında yapılan genel seçimlerde ekonomik krizin de etkisiyle %7 oy ile 21 sandalye alarak ilk kez parlamentoya girmeye hak kazanmıştır[34].
SONUÇ
Modern egemenlikten emperyal egemenliğe geçişin bir göstergesi, toplumumuzda ırkçılığın biçiminde görülen değişimdir. Her şeyden önce ırkçılığın genel çizgilerini tespit etmenin giderek güçleştiğini belirtmek zorundayız. Aslında politikacılar, medya ve hatta tarihçiler sürekli olarak modern toplumlarda –köleliliğin sona ermesinden kolonyalizme karşı mücadelelere ve sivil haklar hareketlerine giden dönemde- ırkçılığın hızla azalmakta olduğunu anlatırlar. Irkçılığın belli özgün geleneksel pratikleri kuşkusuz azalmıştır ve Güney Afrika’da apartheid yasalarının kaldırılması bütün bir ırk ayrımı çağının simgesel kapanışı olarak görmek cazip gelebilir. Gelgelelim, bize göre ırkçılık gerilememiştir, tam tersine çağdaş dünyada hem genişlik hem de şiddet bakımından fiilen ilerlemeler kaydetmektedir. (HARDT – NEGRI, 2012; 200)
Yukarıda “İmparatorluk” adlı ortak çalışmalarında Hardt ve Negri ırkçı düşüncelerin pratikte azalma göstermediğini savunmaktalar. Elimizdeki verilere bu argümanları destekler nitelikte. Üstelik eskiden ırkçılık Avrupa merkezli bir yaklaşımken günümüzde dünya geneline yayılmış durumdadır. Bilindiği üzere ırkçılık ve daha sonraları bunun değişik modellere evrilmiş halleri yüzyıllardır Avrupa’da ve Avrupalıların hâkimiyet kurduğu Amerika, Afrika, Asya ve Okyanusya’da derin yaralar açmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde Klu Klux Klan gibi örgütlerin Afro-Amerikanlara uyguladığı şiddet ve uzun yıllar boyunca köleliliğin hukuken ortadan kaldırılmasına rağmen devlet tarafından güdülen ayrımcı politikalar günümüzde azalma yaşasa da Kennedy dönemi öncesindeki olayların günümüzde de tekrarlanmadığı anlamına gelmiyor. Devletin bu ayrımcı tutumu terk etmesi bireysel ırkçı şiddettin ve yabancı düşmanlığın önüne geçilmesinde tek başına yeterli olmamaktadır. Tabii daha öncesine baktığımızda Amerika kıtasının genelindeki yerlilere karşı İngiliz, İspanyol, Portekiz ve Fransız gibi Avrupalı sömürgecilerin uyguladıkları katliamlar da ırkçı hareketler olarak kabul edilebilir. Benzer katliamlar ve ayrımcılıklar Güney Amerika Cumhuriyeti’ndeki apartheid uygulamaları ile görmemiz mümkündür.
Bu önemli sorunun çözülmesinde tarihin utanç dolu dönemlerine bakılması, eğitim ve bu eğitim ile birlikte diyalogun sağlanması önemli yer tutmaktadır.
 Gün TAŞ

KAYNAKÇA
ALPKAYA, Gökçen – ALPKAYA Faruk, “20. yy Dünya ve Türkiye Tarihi” Tarih Vakfı Yayınları 2004
BALIBAR, Etienne – WALLERSTEIN, Immanuel,  “Irk, Ulus, Sınıf”  Metis Yayınları 2007
BEREND, Ivan,  “20. Yüzyıl Avrupa İktisat Tarihi” İş Bankası Kültür Yayınları 2011
BERNASCONI, Robert,   “Irk Kavramını Kim İcat Etti?”  Metis Yayınları 2007
HARDT, Michael – NEGRI, Antonio,   “İmparatorluk”  Ayrıntı Yayınları 2012
HOBSBAWM, Eric,   “Milletler ve Milliyetçilikler”  Ayrıntı Yayınları 2010
HOBSBAWM, Eric,  “Kısa 20. Yüzyıl 1914 – 1991 Aşırılıklar Çağı”  Everest Yayınları 2012
HEYWOOD, Andrew,   “Siyaset”  Liberte Yayınları 2006
KULA, Onur Bilge,  “Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi” İş Bankası Kültür Yayınları 2010
MEMMI, Albert,  “Sömürgecinin Portresi Sömürgeleştirilenin Portresi” Versus Yayınları 2009
MICHEL, Henri,   “Faşizmler”  İletişim Yayınları 2011
ÖZBEK, Sinan,   “Irkçılık”  Notos Kitap 2012
SAID, Edward,  “Şarkiyatçılık”  Metis Yayınları 2010
STRAUSS, Claude-Levi,   “Irk, Tarih ve Kültür”  Metis Yayınları 2007
TAŞ, Mehmet,  “Avrupa’da Irkçılık”  İmge Kitabevi  1999
TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu  “2000-2006 Yıllarında Almanya’da Neo-Nazilerce İşlenen Cinayetler Hakkında İnceleme Raporu” 2012
THEMA Larousse,   ” Siyaset”   Cilt 1,  Milliyet Yayınları 1994

[1]  Robert Bernasconi’nin ‘Irk Kavramını Kim İcat Etti’ kitabındaki bu alıntıyı John Locke’un ‘Yönetim Üzerine İki İnceleme’ adlı eserinden yapmıştır.
[2]   Bu konuda ayrıntılı bilgi edinmek için Onur Bilge Kula’nın ‘Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi’ isimli kitabına bakılabilir.
[3]  Türk Dil Kurumu sözlüğündeki tanım esas alınmıştır.
[4]  Bitkilerden hayvanlara dek uzanan bütün canlılar âleminin sınıflandırılmasında, insan kuşkusu, basamakların zirvesine oturtuluyor. Ama Linnaeus’nin bu en üst basamağa yerleştirdiği insan da çeşitli cinslere ayrılıyor. Linnaeus, homo bölümlemesini ‘Geceinsanı’ (orangutan) ve ‘Gündüzinsanı’ (homo sapiens) olmak üzere ikiye ayırıyor: Vahşi, Avrupalı, Amerikalı, Asyalı, Afrikalı ve hilkat garibesi (homo monstruosus). (ÖZBEK, 2012; 21)
[5] Genel kanının dışına çıkan Claude Levi-Strauss, Gobineau’nun tezleri hakkında şu görüşü dillendirmektedir. ‘Tarihin ırkçı kuramların atası durumuna getirdiği Gobineau’nun, aslında ‘ırkların eşitsizliği’ni niceliksel olarak değil niteliksel olarak ele aldığı unutulmamalıdır. Ona göre başlangıçta ilkel denmeksizin insanlığı oluşturan ilk büyük ırklar –beyaz, sarı, siyah- mutlak değerde, özgün yeteneklerinin farklılığı kadar eşitsiz değillerdi’ (STRAUSS, 2007, 21)
[6]   Bu gibi düşünceleri, aslında başka fikirleri genel kabul görmüş filozofların yazılarında da görmemiz mümkündür. Örneğin David Hume, 7148’de yazdığı ‘Ulusların Karakterleri’ denemesinde, ‘siyajlar ve öteki yaratıklar doğal olarak beyazlardan daha aşağıdır’ deişti. Immanuel Kant, 1764’te ‘Yüce ve Güel Olanı Hissetme Üzerine Gözlemler’ başlıklı eserinde, Afrika siyahlarının doğadan zekâ almadıklarını ileri sürmüştür. Hegel, siyahların insanlığın yüzkarası olduğunu ve Afrika’nın dünya tarihinin bir parçasını oluşturamayacağını çünkü bu yönde herhangi bir gelişme sergilemediğini ‘Tarih Felsefesi’ başlıklı yapıtında savunmuştur (TAŞ, 1999; 40)
[7]  Her ne kadar Darwin ile anılsa da Sosyal Darwinizm’in önderleri Herbert Spencer ve Thomas Malthus’dur.
[8] Sinan Özbek’in ‘Irkçılık’ isimli kitabında dile getirdiği bu görüşler günümüzün önemli Marksist teorisyenlerinden olan Alex Callinicos’a aittir. Bu bağlamda Callinicos 19. yüzyıldaki köleleştirme hareketlerinin ırkçılık ve kapitalizmin doğası ile alâkalı olduğunu savunmaktadır.
[9] Türkçede genel manada Afrikalıları tanımlamada kullanılan zenci, Batı’da kullanılan ‘negro’dan farklı olarak herhangi bir ırkçılık ya da aşağılama anlamı taşımaz.
[10]  Versailles Anlaşması Almanya’yı ekilebilir arazilerinin %15’inden, demir cevherlerinin %75’inden ve kömür kaynaklarının %26’sından mahrum bırakmıştı. Üretim kapasitesi demirde %44, çelikte %38 azalmış; Almanya, ticaret filolarının yaklaşık %90’ını, tüm donanmasını, demiryolu taşıtlarının büyük bölümünü ve yabancı yatırımlarının tümünü kaybetmişti. 1919 yılına gelindiğinde, Alman sanayisinde üretim, 1913 yılı veriminin üçte birinden biraz fazlaydı. 1923’te tüm sınai üretim, hâlâ savaş öncesi düzeyin yarısına erişememişti (BEREND, 2011; 69)
[11]  Tarih boyunca Fransız – Alman çekişmesinin en yoğun olarak yaşandığı bölge olan AlsaceLorraine zengin yer altı kaynakları nedeniyle de daima elde tutulması gereken bir bölge konumunda olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sırasında yeniden Almanya’nın kontrolüne geçen bölge, savaş bittikten sonra nihai olarak Fransızlara verilmiştir.
[12]  Weimar Cumhuriyeti’nde hemen hemen bütün Almanlar, komünistler dahil, Versailles Anlaşması’nın dayanılmaz adaletsizliğine yürekten inanırdı ve bu anlaşmaya karşı mücadele bütün partilerde kitleleri harekete geçiren elli başlı dinamiklerden biriydi. (HOBSBAWM, 2010; 172)
[13]   1923’te Alman Markı aşırı değer kaybetmişti. Öyle ki Ekim’de aylık enflasyon %29.500’e varmıştı. Bu dönemde günlük eflasyon %20.9 olarak kaydedilmiştir. Bu da bir ürünün fiyatının üç günde katlanması anlamına gelmekteydi.
[14]    1929 yılında Almanya’da 1.500.000 olan işsiz sayısı 1932’de 6.000.000 civarındaydı. (MICHEL, 2011; 46)
[15]     Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Paritisi
[16]    1924’teki seçimlerde NSDAP oyların yüzde altısını alabilmişti. 1928’de yüzde 3.5 seviyesine indi. (MICHEL, 2011; 46)
[17]  Nasyonal Sosyalizm, faşizmin tarihsel olarak kendisinden daha önce olmasına, onun kimi kurallarını ödünç almasına ve Hitler’in her zaman Mussolini’ye hayranlık duymasına rağmen, bir örnek oluşturmasının dışında faşizme fazla bir şey borçlu değildir. Faşizm ancak geç bir dönemde antisemit olmuştur, toplama değil ama tutuklama kampları açmış, SS’e benzer bir örgüt oluşturamamıştır ve Kilise’yi egemenliği altına almaya kalkışmamıştır. Esasen demokrasi ve Marksizm düşmanlığında birleşmelerine ve Versailles Antlaşmaları’nın gözden geçirilmesi için mücadele etmelerine rağmen bu iki totaliter devlet, ittifak yapmadan önce uzun süre birbirlerine karşı düşmanlık –özellikle Avusturya meselesinde- beslemişlerdir. Genellikle huzursuz bir ittifakları olmuş ve son tahlilde yardımına koşmakla birlikte onu küçümseyen Alman Nazizsmi, Faşizmin kalıntısı olan Salo Cumhuriyeti’ni tümüyle emri altına almıştır. (MICHEL, 2011; 43)
[18]   31 Temmuz 1932’de yapılan seçimlerden birkaç ay sonra 5 Mart 1933 tarihinde halk yeniden sandık başına gitti. Bu seçimlerde NSDAP oyların %43.9’unu kazanmıştır.
[19]  Avrupa’daki diktatörlükler Orta ve Doğu Avrupa ile sınırlı değildi. 1926’da Portekiz’de Salazar askeri bir diktatörlük kurdu. İspanya 1936’da iç savaşın ardından Franco diktatörlüğü altında yönetilmeye başlandı. Bu iki ülkede de diktatörlükler 1970’lere kadar devam edecekti. Savaştan sonra kurulan Baltık devletlerinden Litvanya’da 1926’da, Letonya ve Estonya’da 1934’te diktatörlük rejimleri kuruldu. (ADALI, BARLAS, TEKELİ, TİMUR, 2004; 111)
[20]   Almanya’nın dinsel dağılımına baktığımızda ülkenin Katolik ve Lutherci yani Protestanlığa inandığını görmekteyiz. Başlarda NSDAP genellikle Lutherci, kırsalda yaşayan orta halli vatandaşların oylarını almaktaydı.
[21]   Wagner’in 1882’de bitirdiği eser, Parzival isimli şovalyenin ‘Kutsal Kâse’yi arayışını anlatmaktadır.
[22]         Naziler tarafından 10 Kasım 1938 tarihinde Yahudilere karşı başlatılan saldırılar sonucunda çok sayıda ev ve işyeri kullanılamaz hale getirildi. 3 gece süren bu olaylar sonrasında 91 Yahudi öldürülmüş, 7500 dolayında işyeri yağmalanmış, yüzden fazla da sinangog yakılıp yıkılmıştır. Olayların başlamasının nedeniyse Polonyalı Yahudi bir gencin Paris’teki Alman Büyükelçiliği^ne saldırıp önüne çıkan ilk kişi olan konsolos yardımcısını vurması olarak gösterilmiştir. Bunun üzerine Goebbels halkı galeyana getirecek demeçlerde bulunmuştur. Olaylar esnasında herhangi bir güvenlik gücünün, itfaiye veya ambulansın müdahale etmemiş olması pogromun devlet destekli olduğunu kanısını güçlendirmiştir.
[23]       Nürnberg Yasaları ile birlikte Alman – Yahudi ırk ayrımı kesin çizgilerle belirlenmiş oldu. Buna göre Yahudilerin, Almanlarla evlenmeleri, doktor, eczacı gibi meslek gruplarında çalışmaları yasaklanmıştı.
[24]    Dönemin Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı olan George C. Marshall’ın geliştirdiği plan çerçevesinde aralarında Türkiye, Almanya, Britanya, Fransa, Belçika, Hollanda, Danimarka, Portekiz, İtalya ve Yunanistan başta olmak üzere 16 ülkeye ekonomik yardım öngörülüyordu. Marshall, 1948’de Harvard Üniversitesi’ndeki konuşmasında, Avrupa’nın yeniden inşasına ve ‘ekonomik sağlığının yeniden normale dönmesine’ yardım etmek için 13 milyar dolarlık bir yardım paketinin, yani Marshall Planı’nın duyurusunu yaptı (BEREND, 2011; 261).
[25]      Almanca Gastarbeiter olarak adlandırılan misafir işçiler 1950’li yıllardan itibaren başta Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve İspanya’dan Federal Almanya Cumhuriyeti’ne geçici olarak gelen işçileri tanımlamak için kullanılmaktaydı. Başlangıçta geçici bir süreliğine buraya gelen işçilere zaman içinde ailelerini bulundukları yere getirme izni verildi. Böylelikle aile birleşimleri gerçekleşti ve bu işçiler başta Almanya olmak üzere diğer işçi kabul eden ülkelerde de kalıcı oldular. Bugün o işçilerin torunları konumunda olan üçüncü jenerasyon bulundukları ülkelerin ekonomilerinde, yönetimlerinde ve sanat alanlarında önemli konumlara gelmiş durumdadırlar.
[26]     Herhangi bir saldırıda hedeflenen kişi eğer etnik kimliği, dini inançları, milliyeti ve kültürü dikkate alınarak seçilmişse bu eylem ırkçı eylem kategorisine girer. Irkçı saldırı özünde kişiye değil kişinin bağı olduğu topluluğa ve bu topluluğa ait binalara ve mallara yöneliktir (TAŞ, 1999; 90)
[27]    Bu dönemde faşist geçmişi olmasıyla birlikte belirgin bir göçmen nüfusa sahip olmayan İtalya’daki ırkçı oluşumlar genellikle otoriteryenlik, Roma İmparatorluğu geçmişine bağlılık ve anti-komünizm ilkeleri etrafında toplanmıştır. Ancak yine de ülkedeki mültecilerin ırkçı saldırılardan nasibini aldıklarını belirtmekte fayda var.
[28]          İlk kez 1991’de tanımlanan ancak 11 Eyül’de New York’taki ikiz kulelere gerçekleştirilen saldırılar sonrasında Batı’da yükselişe geçen temelinde İslâm korkusu ve düşmanlığı yatan fikir.
[29]      Bu düşünceyi etnosentrisizm şeklinde tanımlayabiliriz. Etnosentrisizm; İnsanın kendi kültüründen gelen değerleri ve teorileri diğer gruplara ve insanlara uygulaması (onlar, bu değerler ve teorilerle değerlendirmesi);  etnosentrisizm tarafgirliliği veya çarpıtmayı ima eder (HEYWOOD,  2006; 34)
[30]             Savaş sorması Avrupa’da yeniden ortaya çıkan ırkçı eğilimleri bir çatı altında toplayan genel tanım.
[31]    Kaynak; AB Temel Haklar Ajansı 2010 verileri.
[32]    Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Hakları İzleme Komisyonu’nun 2012 yılında kaleme aldığı rapora ait tablo.
[33]    Fransa’ya ait veri yapılan son Cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçlarını yansıtmaktadır.
[34]  Listede yer alan bütün partilere ait son veriler TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’nun 2012 yılında yaptığı çalışmadan alınmıştır.