Friday, November 11, 2016

Kıvılcımlı Üzerine Acemice Bir Giriş



Kıvılcımlı’nın, geliştirdiği tarih tezi ile “Türk solu”na bir tarih bakışı kattığı söylenebilir. Bir medeniyetten ötekine geçiş aşamasını önemsediği tarih çalışmalarının anahtar kavramları tarihsel evrim ve sosyal devrimdir. 
Tarihsel devrim, eski egemen sınıfı yıkıp yerine yeni bir sosyal sınıfı geçirmeyi, bir üretim tarzı değişikliğini sağlayamadığından medeniyeti kurtaramaz; sonuç olarak ya medeniyetler yıkılıp yeniden kurulur ya da eski medeniyet Rönesans’a uğramış olur. Modern çağa gelindiğinde tarihsel devrimler süreci sona erer, sosyal devrimler tarihi başlar. Çünkü modernlikle birlikte insanlığın edindiği bilinç ve teknik kazanımlar eski gerici sosyal sınıfı devirip medeniyeti kurtaracak yeni bir sosyal sınıf imkânı sağlayabilmektedir. Kıvılcımlı, bir medeniyetten ötekine geçişi mümkün kılacak unsur olarak üretici güçlere (teknik, coğrafya, tarih, insan üretici güçler) vurgu yapar. Tarihin aydınlığa kavuşabilmesi için, teknik üretici güce yüklenen aşırı önemin kırılması, insan üretici gücün öne çıkması gerektiğini belirtir. Teknikle insan arasında yaptığı ayrım “barbarlık” kavramına verdiği önemde özellikle açığa çıkmaktadır. Kıvılcımlı için barbarlık, belli bir toplumsal aşamaya verilen addan öte ahlaki anlamlarla yüklüdür, birtakım ahlaki özelliklerin bütünüdür. Söz konusu aşamaya geçildikten sonra da bu özelliklerin devam ettiğini düşünür. Bu özellikler; dürüstlük, kendi toplumu içinde (yurttaşına karşı) hoşgörü sahibi olmak, eşitlikçiliktir. Kıvılcımlı, teknik ilerlemeden ziyade, belirtilen “ahlaki özelliklerle yüklü barbarlığın” tarihi belirlediğini, onun “maddesi”ni oluşturduğunu söyler. Yani Kıvılcımlı'nın barbarlığa ahlaki yaklaşımı insan-teknik arasında yaptığı ayrıma açıklık getirmektedir; tersinden söylersek, insanla teknik arasındaki ayrımdan özcü bir ahlaki anlam çıkartmaktan bahsetmemektedir. Türkiye analizleri çerçevesinde “ordu”nun konumunu da bu bağlamda ele alır Kıvılcımlı. Genel olarak üstün ahlaki niteliklere ve ilkel sosyalizm geleneğine sahip “barbar savaşçıları” olarak gördüğü ordunun, bu tarihsel misyonunu modern Türkiye’de sürdürdüğünden bahseder. Dolayısıyla devrim konusunda Türkiye’ye özgü bir değerlendirme sunmaktadır. Kıvılcımlı’ya göre, Türkiye’de ordu, her modernleşme hareketine “motor ve öncü kesilmiştir”. İktidarı alaşağı ederek ama toplumun sınıf yapısını değiştirmeyerek, ordunun yaptığı tarihsel devrimdir. Böylelikle Kıvılcımlı, Türkiye özelinde modern çağda da tarihsel devrimin olabilirliği sonucuna ulaşır. Kıvılcımlı’ya göre, devrimin öz gücü her zaman işçi sınıfı olmakla birlikte, Türkiye söz konusu olduğunda insan üretici gücün bir unsuru olarak “vurucu güç” de hesaba katılmalıdır. Vurucu güç ile kastettiği ordu tarihsel devrimi gerçekleştirdikten sonra işçi sınıfı ön plana geçer; ve güçlü bir işçi sınıfı mevcutsa tarihsel devrim sosyalist devrime dönüşebilir. Kıvılcımlı’nın 27 Mayıs darbesinden sonra Cemal Gürsel’e çektiği kutlama telgrafını, 12 Mart müdahalesine “Ordu Kılıcını Attı” başlıklı yazıyla verdiği tepkiyi bu açıdan değerlendirmek gerekir. Kıvılcımlı’nın din konusuna yaklaşımı da tarih çalışmalarından bağımsız değildir. Kıvılcımlı’ya göre, din toplumsal bir olaydır. Toplum dini yaratır. Ancak toplum dini etkilediği gibi, din de toplumu etkiler. Böylelikle din, insanların düşünce ve davranışlarına, kişiler üstü güçlerin etkilerinin yorumlanarak uygulandığı teorik bir dünya görüşü ve pratik bir evren düzenine karşılık gelir. Belli bir dinin belli bir toplum tarafından alımlanması belli bir medeniyet düzeyine ulaşmayı gerektirmektedir. Bu açıdan Kıvılcımlı’ya göre, Müslümanlık, Türk toplumunda, sınıfsız toplum davranış ve düşüncelerini, sosyal sınıflı toplum davranış ve düşüncelerine doğru değiştirmiştir. Müslümanlık'la birlikte, yazılmamış Türk Töre’si yerine, sosyal sınıf münasebetlerini haklı çıkarıp düzenleyen yazılı dogmalar geçmiştir. Nitekim Kıvılcımlı Eyüp Sultan Konuşması’nda, Hz. Muhammed’in “ben peygamberlerin sonuncusuyum” sözünün toplumsal düzeni kuran yasaların dünyevileşmesine işaret ettiğini belirtmiştir.
Yukarıdaki açıklamalardan yola çıkarak Kıvılcımlı’nın tezlerini üç eksende toplamak mümkün:
1) Tarih tezi ile sol düşünceye kattığı tarih bakışı, diyalektik materyalizmin temel önermelerinden uzağa düşmemek ve disiplinin içine saplanıp kalmamak kaydıyla ayrıntılı bir antropoloji metodolojisi,
2) Türkiye özelinde orduyu devrim stratejisinin bileşeni olarak konumlandırması (insan üretici vurucu güç),
3) Sol-Müslümanlık bahsi çerçevesinde dine getirdiği sosyalist ve kapsayıcı-kapsamlı yorum.
Doğudan olarak, Kıvılcımlı'nın dava arkadaşı Türkiye solunun bilge ismi Vedat Türkali ile özelde bu üç başlık üzerinden bir söyleşi gerçekleştirdik. Sorularımız, bu üç meseleyi merkeze alarak Kıvılcımlı’nın Anadolu’da yerlici bir direniş kültürünün öznesi olarak görülüp görülemeyeceğini tartışmaya çalışıyor.
Doğudan: Kıvılcımlı’nın örgütçü kişiliğinden ve özel anılarınızdan yola çıkarsak; 27 Mayıs ve 12 Mart'ta onun ordu-siyaset ilişkisine bakışı nasıldı? Kıvılcımlı'nın yukarıda özetlemeye çalıştığımız tezlerini yeniden düşündüğümüzde, bugün onun gözünde ordu yine temel bir önem taşır mıydı? Ordu-sivil ilişkilerine bugün nasıl bakardı? Sizce, alternatif bir çıkış arayacak sol, bugün ordu-siyaset ilişkisine nasıl yaklaşabilir?
Vedat Türkali: 27 Mayıs’ı, o günkü bütün sol gibi coşkuyla karşıladı Doktor Hikmet... Daha ilericisini de bekler oldu. ‘58 Yılında, ben Sultanahmet Cezaevi’nden, o günkü infaz yasası gereği, Ankara Yarı Açık Matbaa Cezaevi'ne gönderileceğim sırada yaptığımız uzun konuşmada, ülke için beklentileri konusunda, “Bu heriflerin (Ankara’daki yöneticileri diyor) iki temel sorun var başlarında; biri ordu, öteki Kürt sorunu... Türkiye’de bir şey patlak verecekse, bu iki yerden verecektir.” demişti. Ordudan gelmiş biri olarak benim olası görmediğim 27 Mayıs, onun beklediği bir olaydı yani. Bu bekleyiş, onun tarih araştırmalarından, özellikle de Osmanlı toplum yapısına bakış açısından kaynaklanıyordu. Sonraki ilerici bekleyişi de, salt 27 Mayıs coşkusundan doğan umma, bekleme olgusu değildi. Burada bir anımı daha anlatacağım: Yeni Anayasa hazırlıklarının yapıldığı günlerde, bir gün heyecanla Nişantaşı, Şair Nigâr Sokak’ta oturduğumuz eve geldi. Ona göre, askerleri gene kandırıyorlardı! Yaptırılmak istenen Anayasa, finans kapitale bağımlı, tefeci-bezirgân düzeni emperyalist Batı’ya entegre etme çabasındaki bir NATO oyunuydu. Ankara’daki Milli Birlik Komitesi’nin başındaki Cemal Gürsel’e gidip tutulan yolun yanlış olduğunu anlatacak, Vatan Partisi çizgisindeki “doğru yol”u gösterecektik onlara! Teorik açıdan nice doğru olursa olsun, böyle bir girişimin boşuna olacağını ne kadar söylediysem de dinletemedim. Ankara’ya bir başkasıyla gidip, orada benim en eski arkadaşım, Doktor’a da çok saygılı olan Sefer Aytekin’i alıp birlikte Cemal Gürsel’e çıkmışlar. Kapısında saatlerce bekletilmişler. İzzet Cebe, ‘51 TKP davasının başyargıcı ve MİT sorumlusuydu, gelip girmiş Gürsel’in odasına... Bunlara da yol görünmüş; eli boş dönmüşler sonunda. Yazılarını okuduysanız, finans kapital-tefeci-bezirgân egemenliğine karşı zaman zaman ilerici adımların, bir yanıyla halk kökenli silahlı örgüt olarak “ordu”ca atıldığının vurgulandığını görürsünüz. Ancak onun da çok iyi bildiği gibi, o “ilericilik” Kemalizmce yıllar yılı çarpıtılarak sömürülmüştü. Böylece Kemalist ideolojinin, ülkenin temel sorununu, “laik-şeriatçı” kavgası biçimindeki uyutma kalıbına indirgeyen beyin yıkamalarından geçirilmiş bir ordu vardı karşımızda. Bu ordu, daha sonra bir de, Soğuk Savaş dönemindeki Amerikan (NATO) damgalı anti-komünist eğitimin ağır baskısı altında ne duruma gelmişti; bunu da özellikle göz önünde tutmak gerekiyordu.
Bütün bunlara karşın, çeşitli renkleriyle Türk Solu genel olarak yeni bir ilerici girişimi (Bu herhalde sosyalizm olacaktı!), 27 Mayıs’ın getirdiği coşkuyla ordudan bekliyordu. Bu olgu yadsınamaz. Doğan Avcıoğlu’sundan en keskin goşist atılımcıya kadar hemen herkesin ilk günlerde en azından bilinçaltında bu vardı. Aslında, ordunun hiç değilse “tarafsız hayırhahlığını” sağlayamamış (yani, en azından orduyu nötralize edememiş) hiçbir devrimci devinimin başarı şansının olmadığı bilinir. Bugün Güney Amerika'da bile, seçimle iktidar olmuş Şavez’i (Chavez), sarayı basıp istifaya çağıran “karşı-devrim” yıkamamışsa, bunu ordunun desteği sağladı. Ancak, 27 Mayıs'ta -bir anlamda- gafil avlanmış bizdeki karanlık güçler, ordudaki çatlağı kapatma yollarını düşünmeye başlamışlardı. 12 Mart, öyle anlaşılıyor ki, ordudaki Kemalist “sol!” güçlerle birlikte “ilerici darbe” düşüne kapılanların başarısızlıklarının doğurduğu bir “karşı-darbe”dir. Böylece, emekçi sınıfların, katmanların yeterince bilinçli, örgütlü olmaması, sol ideoloji, teori alanındaki terslikler, yanlışlar, dağınıklıklar, (Dahi bolluğu!!!) “12 Mart”, onun peşinden gelen “12 Eylül” rövanşlarına da ortam hazırladı. Devrimi vuruştukları dağlardan kentlere indirecekleri inancıyla yiğitlikle ortaya atılan gençlerimiz, tarihsel-sosyal yapımızın ordu-köylü kayasına çarptılar. Bir yanıyla kazanım sayılabilecek ‘61 Anayasası kaldırıldı. Daha geri bir anayasa getirildi. Soygun, sömürü düzeni, orduda temellenmiş Kemalist gelenekle tam aldatıcı bir “dinli-dinsiz” çatışması biçimine sokularak bereketli biçimde sürdürüldü, sürdürülüyor...
Doğudan: Kıvılcımlı bugün yaşasaydı, ordunun genel eğilimlerine baktığında, devrim stratejisinde “vurucu güç” rolü atfettiği bu kurumu nasıl değerlendirirdi?
Vedat Türkali: “Dr. Hikmet yaşasaydı bugün nasıl düşünürdü?” sorusu formel mantıklı spekülasyonlara yol açar. O günlerden bu yana ülkede, dünyada, baş döndürücü bir hızla o kadar çok şey değişti, öyle altüstlükler, zıddına dönüşler oldu ki, bu konuda yargıya varmak kolay değil, doğru da değil. Ancak, Kıvılcımlı'nın temel tanılarındaki saptamalar; din “İslam” olgusuna, Kürt Sorunu’na bilimsel yaklaşımlarındaki doğruluk bugün her günden daha açık seçik ortaya çıkmış durumda. Hele Kürt Sorunu'nda, bırakın benim sözünü ettiğim cezaevi konuşmasını, 70 yıl önce yazdığı, “Yedek Güç Milliyet (Doğu)” bugünleri nasıl da bildirir nitelikte![1]
Ülkemizin yapısı konusunda benim düşüncelerim, Yalancı Tanıklar Kahvesi[2] adlı son romanımda belirlenmiş gibidir. “Sol-sağ”, “ileri-geri” kavramları, dinsel inançlara göre değil, bu karmaşık sömürü düzeninde halkları soyanlarla, soyulan sınıflar, katmanlar arasındaki temel çelişkiye göre belirlenip kullanılmalıdır. Tarihin bugünkü “globalist” aşamasında (ki finans-kapital emperyalizminin vardığı son duraktır bu), Türkiye’nin bu sisteme “entegre” olmaya elverişli “tefeci-bezirgân-finans kapital saltanat’lı” yapısı ülkemizin emekçi sınıflarının acılarını olduğu kadar aldatılma grafiğini de yükseltiyor. Soyulan, sömürülen, acılar içinde kıvranan insanları dinsel ya da din karşıtı masallarla kandırmaya kalkışanlar, bu Müslüman halka önerecek “derde deva” bir şey bulamazlar, gerçek kurtuluş yolunu gösteremezler. Başını örtenle örtmeyen, namaz kılanla kılmayan, birbirlerine saygılı biçimde soyguna, sömürüye karşı yan yana savaşmanın bilincine vardığı gün, kurtuluş yolumuz açılmış olacaktır. Bizlere Türkiye’de bu tarihsel doğruyu, Marksizm’in Leninist bilimsel çizgisinde yürüyen Dr. Kıvılcımlı öğretti.
Bugünkü basında vardı; “refah ülkesi!” Amerika’da tam 50 milyon insanın aç olduğunu resmen açıkladılar. Bu sayılar, emperyalizmin yağma, soygun alanındaki İslam dünyasında daha da korkunçtur. Türkiye’mizde kimileri “...doyuncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya …kadar” yerken, kaç milyon aç insanımız var, düşündünüz mü? Yazgı mı bu? İnsan onuruna yakışmayan bu yazgıyı kim yazıyor? “Tanrı” diyorsanız, sizin kutsal Tanrı inancınıza da kuşkuyla bakarım, insanlığınıza da! Tanrı'ya nasıl yakıştırabilirsiniz bunu! “Dinli-dinsiz”, “gâvur-Müslüman” sorunu değil, “soyan-soyulan” sınıflar sorunudur bu. Dinsel inanç dedikleriniz, bu soygunun sürüp gitmesine mi yardımcı oluyor, yoksa insan onuruna yakışır bir dünyayı mı savunuyor? Ölçü, odur.
Doğudan: Kıvılcımlı, İslam düşüncesi ve İslam tarihi kaynaklarıyla yakından ilgileniyor. 15 Ekim 1957 tarihinde Eyüp Meydanı’nda yaptığı, İslamî motifler taşıyan seçim konuşmasında dine sosyalist bir yorum getiriyor. Örneğin bu konuşmada Kıvılcımlı, "kıyamete kadar yaşayacakmış gibi çalış, yarın ölecekmiş gibi ibadet et"; “insan için, çalışmaktan, emekten başka her şey yalandır” gibi sözlerden hareketle Vatan Partisi’nin kendini hak ve çalışmak gibi iki prensip üzerine kurduğundan bahseder. Ayrıca Hz. Muhammed’in sonuncu peygamber oluşunun, artık kanunları insanların yapacağı anlamına geldiğini; camilerin siyasi meselelerin konuşulduğu toplantı ve hesaplaşma yerleri olduğunu hatırlatarak bunlardan dersler çıkarılması gerektiğini belirtir. Bir yandan yaşamının sonuna kadar kendisini bir Kuvay-ı Milliyeci olarak gören, diğer yandan sosyalist düşünceye yakın duran Kıvılcımlı’nın İslamî düşünce ile ilişkilenme tarzını siz nasıl değerlendirirsiniz? Eyüp Konuşması’ndan yola çıkarak, sol-İslam bağlantısını bugünkü sol açısından nasıl değerlendirirsiniz? Kıvılcımlı bugün Eyüp'te konuşsa, neler diyebilirdi?
Vedat Türkali: Eyüp Konuşması'na dayanarak sözünü ettiğiniz dinsel alıntılar üstünde durmak, âyetleri yorumlayarak çıkarsamalara kalkışmak uzun, ayrıntılı çalışma gerektirir. Dr. Hikmet’in Eyüp Konuşması'nda, âyetlerden, hadislerden alıntılarla vurguladığı noktalar, onun Marksist yöntemle İslam’a bakışının özeti gibidir. Sözünü ettiğim romanım Yalancı Tanıklar Kahvesi’nde benim İslam’a, bir İslam ülkesi olarak toplumumuza yaklaşımım da bu çizgidedir. Doktor yaşıyor olsaydı ne derdi? Ne diyecek; “dediklerimi hâlâ mı anlamadınız? Hırsızın, sömürücünün dinlisine- dinsizine değil, sınıflarına bakın; sizi Allah, Peygamber değil, mala, mülke tapan Ebu Süfyan tayfası soyguncular ayırıyor” derdi herhalde! Biz de onu diyoruz bugün...
Doğudan: Kıvılcımlı sağ ve sol cenahlarda bugüne kadar farklı şekillerde algılandı. Örneğin onu, Marksizme “büyük katkı sağlayan düşünür” olarak görenler; “burjuva teorileri” ürettiğini söyleyerek eleştirenler; milliyetçilik, etnik ve cinsel ayrımcılık, muhafazakârlık, korporatizm, darbecilik vb.’nin şekillendirdiği Türk solu geleneği ile bu gelenekten kopuşun tam arasına konumlandıranlar; tezini değil de “mücadele azmi”ni önemseyenler, aynı şekilde, “Türkiye’nin orijinalitesi” diye sunduğu şeyi değil de Türkiye’nin özgül koşullarını değerlendirmeye dönük çabasını övenler; dini siyasete alet ettiği gerekçesiyle suçlayanlar ya da düşüncelerini hiç dikkate almayanlar oldu. Bu algılamaların sizce sorunlu yanları nelerdi, Kıvılcımlı'nın sol ile Müslümanlık arasında kurmaya çalıştığı bağlantılar, dönemi açısından nasıl değerlendirilebilir? Sağda ve solda Kıvılcımlı'nın anlaşılamamasının arkasındaki etkenler neler olabilir?
Vedat Türkali: Sergilediğiniz, Dr. Hikmet’e yönelik eleştirel düşünce akımları toplumumuzdaki kara sataşmalar, saldırılardır. Yeri geldikçe açıklamalar yaptığımız için, bunların üzerinde tek tek durup yanıtlamaya kalkmak zaman kaybı olur. Özetle şu denebilir: sol, -Marksist Sol da içinde- Sosyalist dünyanın sol böğründeki Türkiye’nin politik durumuna ister istemez koşullu kaldı. O dar çizgi içinde ürettiği özgün düşüncelerini, hiç ödünsüz savunan, Kemalist devlet soluna yiğitçe cephe alan Dr. Hikmet, dinsel sağın da kolay anlayıp sindirebileceği bir kişilik değildi. İslam dünyasının Emekçi dünya Sosyalizmine, yarım buçuk da olsa soğuk bakmayan aşaması ancak İkinci Emperyalist Savaş sonrası, nice acı denemelerin getirdiği bir ayma ile başlamıştır. Ülkemize gelişi ise, her iyi, doğru şey gibi çok sonraları olmuştur. Bugün de kendini tam bulmuş değildir. İçine düştüğü çöküntünün ürküsünde kıvranan finans-kapital dünyasına bağımlı, bin bir mafyacı, gizli servisçi, cuntacı oyunun sürdürüldüğü bir ülkede, bu iş kolay da değildir.
Doğudan: Kıvılcımlı’nın tezlerinin, solun günümüz dünyasında yürüttüğü tartışmalar ışığında yeniden ele alınması sizce anlamlı mıdır? Özellikle “sol-Müslümanlık” bahsinde Kıvılcımlı bugün, sol tarafından nasıl örnek alınabilir? Kıvılcımlı'nın dertlerinden yola çıkarak (yukarıda bahsettiğimiz “vurucu güç” olarak ordu, sol-Müslümanlık ilişkileri ve tarih tezinde ısrarla üzerinde durduğu sol düşünceye antropoloji metodolojisi katma gayreti), bugün Türkiye'de Müslüman-sol bir ittifakın varlık şansı nedir? Bu oluşum, ülkenin siyasal hayatına ne katabilir?
Örneğin, 10 Aralık Hareketi'nin vizyonuna ve benzer bir yapılanmanın geleceğine nasıl bakıyorsunuz? Bu hareketlerde sizce eksik olan yanlar nelerdi? Bu gibi hareketler, Kıvılcımlı örneğinden neler öğrenebilir? Kıvılcımlı üzerine Ekim ayında düzenlenen etkinliklerde bu konuya nasıl yaklaşıldı?
Vedat Türkali: Burada önemli bir noktayı açıklığa kavuşturmakta yarar var: Dr. Hikmet’in görüşleri için kullandığınız “…Sol düşünceye Antropoloji metodolojisi katma gayreti!” yargınız doğru bir yaklaşım sayılmaz; sakıncalıdır, yanılgılara götürebilir. Dr. Hikmet, Marksist’tir. İnsana, topluma, doğaya “Tarihsel Maddeci” kimliğiyle, Marksist metodoloji ile, yani “Diyalektik Materyalist” yöntemle bakar. Antropoloji; 17.-18. yüzyıllardaki, Marks’tan önceki dönemde, insanın dinle, feodal sistemle uyumsuzluğunu doğasının özünde bulunan öğeye bağlayan, kaba materyalist bir akımdır. İnsanı, toplumdaki sosyo-ekonomik konumunda değil, biyolojik bir olgu olarak alır. Dr. Hikmet’in çalışmalarını Antropolojizm’le karıştırmamaya özen göstermek gerekir. Tarih üstüne yaptığı çalışmalarda Antropoloji’nin buluşlarını da göz önünde tutmuştur. Daha eskilerde Engels, ünlü Toplumun Kökenleri yapıtını, Amerikalı Antropolog Lewis Morgan’ın Amerikan Kızılderili topluluklarındaki antropolojik araştırmalarına, bulgularına dayandırmıştı. Bu bilimsel bulgular ışığında “Yabanıllık, Barbarlık, Uygarlık” aşamalarını anlatırken Barbarlık'tan Uygarlık'a geçişte, toprağın daha bol üretim için derin kazılmasını sağlayan “demir”in kullanılması koşulunu o da önemle belirtir. Ancak, daha sonraki yıllarda, Gordon Childe’ın Mezopotamya’daki araştırmaları gösterdi ki, Dicle-Fırat’ın suladığı bu bitek topraklarda üretim bolluğu ile Barbarlık'tan Uygarlık aşamasına “demir” döneminden önce geçilmiştir. Üç “semavi” din bu topraklarda çıktı. Gelişen bezirgân-tefeci ilişkilerle birlikte sınıflar, devlet, para, aile, kadının köleleşmesi bu bölgede odaklandı. Dr Hikmet’in çalışması, Engels’in Morgan’a dayalı görüşlerini yeni bulgularla geliştirip varsıllaştırmaktır. Marks, Darvin’in buluşlarından da güç kazanmıştı, Ekonomist Adam Smith’in emeğe dayalı değer teorisinden de yararlandı. Marks ne Darvin’cidir, ne de Adam Smith’çi. Kaldı ki, Marksizm, temel felsefe yanıyla Hegel’in idealist diyalektiğine, Feuerbach’ın mekanik materyalizmine dayanır. Gerçek Marksistler bilimsel alandaki tüm gelişmeleri izlerler; yeni bilimsel yaratışları, buluşları bilim ölçülerine göre değerlendirip gerekirse yeni açılımlara giderler. Bilimsel dünya görüşü bunu gerektirir. Bilimin yeni verilerine, buluşlarına sırtını dönüp kafasına yerleşmiş hazır yargılarla her şeyi açıklayabileceğini sanmak, dogmatik tavırdır. Öyleleri kafalarına yerleştirdikleri “doğru”ları yinelerler; yaşamın canlı, sıcak gerçeklerine kapalı kalmaya yazgılı olurlar. Sorunuzun diğer bölümleriyle ilgili olarak şunları söyleyebilirim: Tüm çabamız, bugünün dünyasında Türkiye için, halk yığınlarına ters düşmeyen, doğru siyasal yolu saptamaya yöneliktir. 10 Aralık Atılımı, Kemalist kökenli solun (Laikçi “sol”un!) toparlanmasına, halka yaklaşan bir yolun bulunmasına yönelikti. Asıl gövde, iktidarı yakalama yolundaki CHP’de olduğu için çamura battı. Bugün de açıkça görünen gerçek, CHP'nin sol-sosyal demokrat değil, halk yığınlarına ters düşmüş “sosyal şoven” bir parti olduğudur. Toplum yapısını teorik olarak doğru saptamadan doğru “praxis” sağlanamaz. Uzatmadan altını özenle çizerek belirtelim ki, bugün bizim üzerinde birleşmeye çalıştığımız politika yolu, ülkede alışılmış “ilerici”- “gerici”, “sol”-“sağ” kavramlarının doğru değerlendirilip doğru yorumlanmasına dayanan, emekçi sınıflardan, katmanlardan oluşmuş halk yığınlarını sömürüden, soygundan kurtarmak için bilinç kazandırma yoludur. Evet, bin bir engelli güç bir yoldur, ama tek doğru yoldur bu...
Doğudan: Türkiye'de Müslümanlık'la-sol arasındaki mesafeyi bugün nasıl görüyorsunuz? Devletin bu mesafenin oluşmasındaki sorumluluğu/kabahati nedir? Solcuların ve Müslümanların getirebilecekleri özeleştiriler neler olabilir? Bunlarla bağlantılı olarak, son romanınız Yalancı Tanıklar Kahvesi'nde 70'lerin bazı solcularının "toplumsal güç olarak din" ile ilgilendiklerini görüyoruz. Romanınızdaki karakterlerden Kıvılcımlı'nın etkisinde kalan ve onun mücadelesini 70'lerin sonunda devam ettirmek isteyenler var mıdır? Romanda Kıvılcımlı nerede duruyor acaba? 2000'lerin solcularının dine ve özelde Müslümanlık'a bakışlarını Yalancı Tanıklar Kahvesi'nin idealist solcularıyla karşılaştırabilir miyiz?
Vedat Türkali: Bu sorularınızın büyük bölümünün yanıtlarını yer yer konuştuğumuzu sanıyorum. Kıvılcımlı'yla ilgili yeterince açıklama var romanda. Romancının kendi romanını tanıtmaya kalkışması bana pek uygun gelmiyor. Roman kahramanları konuyu tartışırken din-devrim ilişkileri sorunsalımız da çok yönüyle tartışılıyor. Bu tartışmalar gündemdeki canlı yerini bugün de koruyor. Denebilir ki din-devrim ve sol ilişkileri, hem de bugün, her günden daha açık, daha ağırlıklı biçimde tartışılıyor. Yukarıda da üsteleyerek belirttiğimiz gibi, halklarımızı doğru bilinç yolunda birleştirmemizin baş yoludur bu ilişki. Bu sorunu çözemezsek daha uzun süre boşuna acılar çekeriz.
Doğudan: Kıvılcımlı'nın yukarıda üç başlık etrafında toparlamaya çalıştığımız Kıvılcımlı'nın dertlerini birlikte düşündüğümüzde (1. Sol-Müslümanlık bahsi / 2. İnsan üretici güç ve 12 Mart'ta devrim stratejisinin bileşeni olarak “vurucu güç” ordu / 3. Tarih Tezi ile solculara bir antropoloji metodolojisi katma fikri), sonuç olarak, Kıvılcımlı Anadolu’da yerlici bir direniş kültürünün öznesi olarak görülebilir mi?
Vedat Türkali: “Yerlici” sözcüğünü, “ülkemize özgü” anlamında kullanıyorsanız, bir yanıyla “Evet”. Ama bizim bakışımız, finans-kapital pençesinde kıvranan bu emperyalist dünyada enternasyonaldir. Unutmayalım ki, Yalancı Tanıklar Kahvesi’nde anlatılan Endonezya’daki Tan Malaka, İran’daki Musaddık, tüm İslam dünyasında yaşanan benzer olaylar, içinde yaşadığımız dünyanın temel karakteristiğini oluşturuyor. Çağa bilimsel bakış ülkemizde de bizi böyle bilince çağırıyor.
Dipnotlar
[1] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Yedek Güç-Milliyet (Doğu), Sosyal İnsan Yayınları, İstanbul.
[2] Vedat Türkali, Yalancı Tanıklar Kahvesi, Turkuvaz Yayınları, İstanbul, 2009.