Wednesday, June 6, 2012

Yarınki Yüzün


Yarınki Yüzün
 Cilt 1. Ateş ve Mızrak
Özgün adı: Tu rostro mañana 1: Fiebre y lanza

Yayına Hazırlayan: Özde Duygu Gürkan
Çeviri: Roza Hakmen
Kapak Tasarımı: Pınar Kazma

Kitabın Baskıları:      
İlk Basım: Ocak 2011          
        

21. yüzyılın önde gelen edebiyat yapıtlarından sayılan Yarınki Yüzün nihayet Türkçede. Javier Marías, Nobel Edebiyat Ödülü'nün sağlam adaylarından biri olarak görülüyor. Yarınki Yüzün kırkın üstünde dile çevrildi. Şimdi Türkiye'de de okurlar bu güçlü romanı, Roza Hakmen'in İspanyolcadan çevirisiyle okuyabilecekler.
       Yarınki Yüzün, günümüz edebiyatının genel eğilimlerinin aksine, olağanüstü bir dil kullanımına dayanıyor: Hem edebi bir ziyafet olup hem de okuru kendine heyecanla bağlayan o ender eserlerden. Romanın ilk cildi olan Ateş ve Mızrak'ın başkahramanı, Londra'da yaşayan Jaime Deza, İspanyol çevirmen Deza, karısından ayrılmanın bunalımını atlatamamış, eski defterleri kapatamamış bir adam. Sürgünde olmayan bir sürgün. İnsanların içyüzünü, maskelerin altında saklananı görme konusunda özel bir yeteneği olan Deza'nın bir "insan tercümanı ya da yorumcusu" olarak İngiliz Gizli Servisi'nin hizmetine girmesiyle gelişen olaylar, tanıştığı sıradışı kişilerin casus filmlerine taş çıkaran hikâyeleriyle birlikte daha da ilginç bir hal alıyor.
       Tıpkı yarattığı kurmaca karakter gibi keskin bir gözlem ve çözümleme yeteneğine sahip olan Marías'ın yazım tarzı, gücünü ve özgünlüğünü detaylara gösterdiği dikkatten, bir konuyu ele alırken asla yüzeysel olanla yetinmeyip onu derinlemesine, her açıdan, amansızca irdelemesinden alıyor. Sözcüklerin düşüncenin hızını kesmesine, onu yönlendirmesine izin vermiyor Marías. Düşünceler, anılar çılgınca dallanıyor ama asla dağılıp gitmiyor. Her şey büyük bir yapbozda yerli yerinde...

                  
Yarınki Yüzün
Cilt 2: Dans ve Rüya
Özgün adı: Tu rostro mañana 2: Baile y sueno

Yayına Hazırlayan: Özde Duygu Gürkan
Çeviri: Roza Hakmen
Kapak Fotoğrafı: Pınar Kazma

Kitabın Baskıları:      
İlk Basım: Ekim 2011           
             

Usta İspanyol yazar Javier Mariás'ın başyapıtı Yarınki Yüzün'ün ikinci cildi Dans ve Rüya da ilki kadar yoğun ve etkileyici. İlk ciltte tanıştığımız "insan tercümanı ya da yorumcusu" Jaime Deza, İngiliz Gizli Servisi'ndeki görevini sürdürürken etrafında olup biteni gözlemeye ve geçmiş olaylarla bağlantılandırarak çözümlemeye devam ediyor. Konumunu ve nelere kadir olduğunu tam olarak kestiremediği gizemli amiri Tupra'nın bir gece şiddete başvurduğuna tanık olması, Deza'yı İç Savaş döneminde kendi ülkesi İspanya'da yaşananları düşünmeye sevk ediyor. Normalde şiddete meyilli olmadığı halde sıradışı koşullarda korkunç şeyler yapabilen sıradan insanlar, daha sonra hayatlarını nasıl sürdürürler? Deza'nın dönüp dolaşıp geldiği soru bu – tarihe baktığımızda hepimizin kaçınılmaz olarak sorduğu soru.
Ne var ki Dans ve Rüya'yı bir nevi "geçmişle hesaplaşma"ya veya insanın "karanlık" tarafını, içindeki şiddet potansiyelini anlama çabasına indirgemek haksızlık olur. Zira Mariás bir yandan insan zihnini ve psikolojisini tüm karmaşıklığı ve zenginliği içinde resmederken, bir yandan da Gizli Servis çevresinde dönen olayları saran gizem perdesini yoğunlaştırarak okurun merakını beslemeye, bu heyecanlı bekleyişi tırmandırmaya devam ediyor.
            
I. Bölüm, Ateş, s. 11-14.

İnsan asla hiçbir şey anlatmamalı, bilgi de vermemeli, hikâye de aktarmamalı, hiç var olmamış, yeryüzüne ayak basmamış, dünyayı dolaşmamış ya da bu dünyadan geçmiş ama tek gözü kör, kararsız unutuşa gömülerek yarı yarıya kurtulmuş varlıkları da insanlara hatırlatmamalı. Anlatmak hemen her zaman bir armağandır, anlatılan hikâye zehir taşısa ve saçsa bile; aynı zamanda bir bağdır, güven duymaktır; er veya geç ihanete uğramayan güven ise nadirdir; dolanıp düğümlenmeyen, sonunda sıktığı için bıçak ya da jiletle kesilmesi gerekmeyen bağ da nadirdir. Benim güvenip verdiğim onca sırrın kaçı olduğu gibi korunmuştur? Ben ki içgüdülerime o kadar inanır, ama her zaman onlara kulak vermezdim, fazlasıyla uzun zaman boyunca saftım. (Artık o kadar saf değilim, ama saflığın azalması pek yavaş gerçekleşir.) İki arkadaşıma verdiğim sırlar hâlâ sıkı sıkı saklanıyor; buna karşılık on arkadaşıma verdiğim sırlar ya kayboldu ya saçılıp savruldu; babama verdiğim tek tük sırlarla anneme verdiğim iffetli sırlar aynı değilse bile çok benzerdi, anneminkiler zaten fazla uzun süreli olmadı, o artık yaşamadığından sırlarımı kötüye kullanamaz ya da ancak ben günün birinde talihsiz bir keşifte bulunup gizli bir şeyi açığa çıkarırsam kötüye kullanmış sayılır; kız kardeşime, geçmiş, şimdiki ya da hayali sevgililerime, metreslerime ve eski eşlerime (genellikle kız kardeş ilk eştir, çocuk eştir) verdiğim sırların hiçbiri korunmuyor; bu ilişkilerde bilinen ya da görülen şey, sonunda sanki mecburen sevgiliye ya da eşe veya o anlık ısı ve et olan kişiye karşı kullanılır – ifşaatta bulunmuş, zaaflarıyla dertlerine birinin tanık olmasını kabul edip içini dökmüş ya da sadece tehlikelerini düşünmeden, daima üzerimize dikili keyfi gözü, bizi dinleyen seçici ve önyargılı kulağı dikkate almadan, dalgınlıkla yastığa başını koyduğunda yüksek sesle hatırlamış kişiye karşı (çoğu kez vahim olmayan, ev içi bir kullanım sadece; uzun tartışmalarda diyalektik çıkmaza girildiğinde, köşeye sıkışıldığında ya da savunmaya geçildiğinde haklı çıkmaya yönelik bir tartışma aracı).
Verilen sırrı korumamak şu anlama da gelir: yalnızca boşboğazlık edip bir zarara ya da tahribata yol açmak, koşullar değişip de anlatan ve gösteren kişi –şimdi pişman olan, inkâr eden, yanıltan, şaşırtan, geçmişe sünger çekmek isteyip susan kişi– düşman bellendiğinde bu yasadışı silaha başvurmak değil, aynı zamanda diğerinin zaafı, dikkatsizliği ya da cömertliği sayesinde edinilmiş bilgiden yarar sağlamak; şimdi kullanılan ya da çarpıtılan –ya da sırf telaffuz edilmekle, havaya savrulmakla biçim değiştiren– şeyin hangi yoldan öğrenildiğini hesaba katmamak, buna saygı göstermemek: belki bir sevda gecesinin ya da umutsuz bir günün, belki suçluluk duyulan bir akşamüstünün ya da kimsesiz bir uyanışın, belki de bir uykusuzluğun esrik gevezeliğinin itirafları: konuşan kişinin, o gecenin ya da günün ötesinde bir gelecek yokmuşçasına, çözülmüş dili onlarla birlikte ölecekmişçesine konuştuğu, daima bir şeyler daha olacağını, daima biraz daha vakit, bir dakika daha, mızrak, bir saniye daha, ateş, bir saniye daha, rüya –mızrak, ateş, ıstırabım ve söz, rüya– olduğunu, ayrıca bizim sonumuzdan sonra tökezlemeden, yavaşlamadan süren sonsuz zamanın biz duymadığımız, sustuğumuz halde eklemeye, konuşmaya, mırıldanmaya, soruşturmaya, anlatmaya devam ettiğini bilmediği bir gece ya da gün. Susmak, susmak, hiç kimsenin öldükten sonra bile ulaşamadığı hedef; hele benim, ben ki sık sık anlattım, üstelik raporlar yazdım; hâlâ da bakıp dinliyorum, buna karşılık hemen hiç soru sormuyorum artık. Hayır, benim hiçbir şey anlatmamam, dinlememem gerekir, çünkü anlattıklarımın tekrarlanmaması, bana iftira atmak için kullanılmaması, beni mahvetmemesi, daha da beteri, sevdiklerime karşı kullanılıp onlara hüküm giydirmemesi benim elimde olmayacak asla.
Bir de güvensizlik var, onun da eksikliğini hiç çekmedim.
Yasanın bunu dikkate alması ilginçtir; daha da tuhafı, bizi uyarma zahmetine katlanır: Biri tutuklandığında, en azından filmlerde, suskun kalmasına izin verilir, çünkü "söyleyeceği her söz aleyhinde kullanılabilir" ve bu kendisine anında bildirilir. Bu uyarıda garip –ya da kararsız ve çelişkili– bir niyet vardır: yüzde yüz kalleşlik etmemek. Yani sanığa bundan böyle kuralların kalleşçe olacağı bildirilir; şu ya da bu şekilde yakayı ele vereceği, her beceriksizliğinden, tutarsızlığından ve hatasından yararlanılacağı haber verilir ya da hatırlatılır – artık zanlı değil suçludur ve suçu kanıtlanmaya, iddiaları çürütülmeye çalışılacaktır; o günden itibaren yargıç karşısına çıkıncaya kadar tarafsızlıktan medet umamaz artık; bütün çabalar hüküm giymesini sağlayacak kanıtların toplanmasına, bütün gözetimler, dinlemeler, araştırmalar ve soruşturmalar onu suçlayacak ve tutuklama kararını onaylayacak ipuçlarının elde edilmesine yönelecektir. Bununla birlikte kendisine susma imkânı tanınır, neredeyse susması için baskı yapılır; her halükârda, belki de habersiz olduğu bu hakkı kendisine bildirilir ve dolayısıyla bazen kafasına bu fikir sokulur: ağzını açmamak, kendisine atfedilen eylemi inkâr bile etmemek, tek başına kendini savunma tehlikesine atılmamak; susmak, her bakımdan en temkinli yol, suçlu olsak ve suçlu olduğumuzu bilsek de bizi kurtarabilecek yol, haber verilen bu kalleşliğin etkisiz kalması ya da uygulamaya konulmaması, en azından sanığın istemsiz ve safça işbirliği olmadan uygulanmaması için yegâne yol gibi görünür ya da sunulur: "Susma hakkına sahipsiniz"; Amerika'da buna Miranda kuralı denir; bizim ülkelerimizde karşılığı olup olmadığını bile bilmiyorum; bana bir kere, uzun zaman önce –pek de uzun sayılmaz gerçi– orada söylenmişti, ama polis hata yapıp cümleyi eksik söylemiş, ünlü "Söylediğiniz her söz aleyhinizde kullanılabilir" cümlesini hızla aktarırken, "mahkemede" demeyi unutmuştu; ihmali tanıklar tarafından saptandığından tutuklama geçersiz sayıldı. Sanığın diğer hakkı da aynı tuhaf anlayışı yansıtır: kendi aleyhinde ifade vermemek, anlattıkları, cevapları, çelişkileri ya da kekelemeleriyle sözlü olarak kendine zarar vermemek. Anlatıyla kendine zarar vermemek (ki gerçekten büyük zarar verebilir); dolayısıyla yalan söylemek.
Kurallar gerçekten o kadar kalleşçe ve çıkarcıdır ki, bu tür önermelerden yola çıkan bir adalet sistemi adil olduğunu iddia edemez; belki de bu durumda adalet asla, hiçbir yerde mümkün değildir, adalet bir yanılsamadan, yalan bir kavramdan ibarettir. Çünkü sanığa söylenen şey şu anlama gelir: "İşimize gelen, amacımıza uygun bir ifade verirsen sana inanırız, söylediğini dikkate alırız ve aleyhine çeviririz. Yok, kendi yararına, seni savunan bir iddiada bulunursan, seni aklayacak, bizim işimize gelmeyen bir şey söylersen, katiyen inanmayız, boşuna nefes tüketmiş olursun, çünkü yalan söyleme hakkından yararlanabilirsin ve biz de herkesin, yani bütün suçluların bu avantajı kullanacağını varsayarız. Seni zan altında bırakan bir şeyi ağzından kaçırırsan, aşikâr biçimde çelişkiye düşersen ya da açıkça itiraf edersen, bu sözlerin boşa gitmez ve aleyhine çalışır: Onları işitiriz, kaydederiz, dikkate alırız, söylenmiş sayarız, yazılı kanıtları olur, tutanağa eklenirler ve senin suçun sayılırlar. Buna karşılık aklanmana yardımcı olacak her cümle hafife alınıp bir kenara atılır, duymazdan gelinip kulak arkası edilir, havadan, dumandan, sisten farkı olmaz ve kesinlikle lehinde işlemez. Suçlu olduğun yolunda ifade verirsen doğru kabul edip ciddiye alırız; masum olduğunu söylersen espri sayar, güler geçeriz." Böylece hem masumun hem de suçlunun masum olduğunu iddia edeceği varsayılır, konuştukları takdirde aralarında bir fark kalmayacaktır, eşitlenecekler, aynı konumda yer alacaklardır. İşte bu durumda "Suskun kalabilirsin" diye eklenir; gerçi bu da masumla suçluyu birbirinden ayırmaya yaramayacaktır. (Susmak, susmak, hiç kimsenin öldükten sonra bile ulaşamadığı hedef; buna karşın en vahim anlarda bize tavsiye edilen, teşvik edildiğimiz şey budur: "Sus, sus, hiçbir şey söyleme, kendini kurtarmak için de olsa. Dilini tut, sakla, boğulsan da yut dilini, fare yuttu farz et. Sus ki kurtulasın.")

Açılış bölümü, s. 9-12.

Keşke kimse bizden hiçbir zaman bir şey rica etmese, hatta bir şey istemese, ne bir tavsiye, ne bir lütuf, ne bir borç, hatta ne de ilgi; keşke başkaları bizden kendilerini dinlememezi istemese, ne sefil sorunlarını, ne kendimizinkilerle tıpatıp aynı olan acı çelişkilerini, ne anlaşılmaz şüphelerini, ne kolaylıkla birbirinin yerini tutabilecek, artık hepsi yazılmış hikâyelerini (anlatmaya çalışılabilecek şeylerin yelpazesi pek geniş değildir), ne de eski adıyla kasavetlerini; kimde yoktur ki, yoksa da kim arayıp bulmaz ki; "Mutsuzluk bir icattır," diye sık sık alıntı yaparım içimden, doğrudur da, meğerki dışarıdan gelen ve nesnel olarak kaçınılmaz belalar, bir felaket, bir kaza, bir ölüm, bir yıkım, bir kovulma, bir veba, bir açlık olsun ya da hiçbir şey yapmamış birine haince zulmedilsin; tarih bunlarla doludur, bizim kendi tarihimiz, yani henüz tamamlanmamış çağımız da öyle (aslında aranıp bulunan, hak edilmiş veya icat edilmiş kovulmalar, yıkımlar ve ölümler de vardır). Keşke hiç kimse yanımıza yaklaşıp "Lütfen" ya da "Bak ne diyeceğim" demese, bunlar neredeyse bütün ricalardan önce gelen ilk kelimelerdir: "Bak ne diyeceğim, haberin var mı?", "Bak ne diyeceğim, bana bilgi verebilir misin?", "Bak ne diyeceğim, sende var mı?", "Bak ne diyeceğim, senden bir şey rica edecektim: bir tavsiye, bir bilgi, bir görüş, bir yardım, para, bir aracılık ya da teselli, bir lütuf, bu sırrı saklamanı, benim hatırım için değişip farklı biri olmanı, benim hatırım için ihanet edip yalan söylemeni ya da susup beni kurtarmanı." İnsanlar akıllarına geleni isterler de isterler, her şeyi, mantıklı olanı da, saçma olanı da, haklı olanı da, en uygunsuz şeyi de, hayalleri de – ayı istemek denir hep, dünyanın her yerinde sayısız insan birilerine ayı vaat etmiştir, çünkü ay hâlâ bir hayaldir; yakınlarımız da rica eder, tanımadığımız kişiler de, zor durumda olanlar da, zorluğu yaratanlar da, muhtaçlar da, varlıklılar da, bu bakımdan aralarında fark yoktur; görünüşe bakılırsa kimse hiçbir zaman yeterince biriktirmiyor, kimse hiçbir zaman tatmin olmuyor ve kimse vazgeçmiyor, sanki hepsine, "Sen iste, ağzını açıp iste, hep iste," denmiş. Oysa aslında kimseye böyle bir şey söylenmez.
Bak ne diyeceğim dendiğinde biz de bakarız, çoğu zaman bakar, dinleriz, kâh korkarak, kâh koltuklarımız kabararak; bir şeyi lütfetmek ya da reddetmek durumunda olmak: günümüzün gidişatına göre ve tamamen keyfi biçimde, o anda işsiz güçsüz, cömert ve can sıkıntısı içinde mi, yoksa müthiş telaşlı, harcayacak zaman ve sabırdan yoksun mu olduğumuza göre, ruh halimize göre, karşımızdakini borçlu duruma sokmak mı, kararsız bir bekleyiş içinde tutmak mı, yoksa bir taahhüt altına girmek mi istediğimize bağlı olarak, "Evet", "Hayır", "Bakalım", "Belki", "Bir düşüneyim", "Yarın cevap veririm" ya da "Karşılığında şunu isterim" diyebileceğimizi bilmek, bunu düşünmek, ilk anda dünyanın en gurur okşayıcı şeyidir, ayrıca –pek çabuk açığa çıkar ki– en yapışkan ve tatsız şeyidir; çünkü lütfettiğimizde ya da reddettiğimizde –her iki durumda da, belki sırf kulak verdiğimizde bile– ricacıya bulaşmış oluruz, belki ağına düşeriz ya da düğümleniriz.
Günün birinde mahallede bir dilenciye sadaka versek, ertesi sabah onu geri çevirmemiz zorlaşır, çünkü dilenci artık sadakayı bekler (hiçbir şey değişmemiştir, o aynı derecede yoksuldur, bizse henüz daha az zengin değilizdir, dün verdiysek bugün niye vermeyelim); bir bakıma dilenciye karşı bir mecburiyet altına girmişizdir; onun bu yeni güne varmasına yardım etmişsek, günün aleyhine dönmemesi, çektiği son işkence günü, hüküm günü, ölüm günü olmaması bizim sorumluluğumuz haline gelir; o günü atlatabilsin diye destek olmamız gerekir, böylece belki sonsuza dek günler birbirini izler; kimi ilkel –belki de bizlerden daha mantıklı– kabilelerin pek de tuhaf ya da mesnetsiz sayılamayacak bir yasası vardı: Birinin hayatını kurtaran kişi, o hayatın ve o insanın daimi koruyucusu ya da sorumlusu olurdu (ancak bir gün bire bir karşılığını verirse, ödeşirlerse birbirlerinden ayrılabilirlerdi); sanki kurtarılan kişi, kurtarıcısına, "Hâlâ buradaysam, sen bunu istediğin içindir; sen adeta benim yeniden doğmamı sağladın, öyleyse beni korumak, gözetmek, bana bakmak zorundasın, çünkü sen olmasan, ben zaten her türlü kötülüğün dışında, ulaşılamayacak bir yerde ya da tek gözü kör, istikrarsız unutuşun içinde yarı yarıya kurtulmuş olacaktım," deme imkânını elde etmiş olurdu.
Eğer aksine ilk gün dilenci komşumuza sadaka vermeyi reddedersek, ikinci gün borçluymuşuz gibi bir hisse kapılırız; bu duygu üçüncü, dördüncü ve beşinci günlerde artarak devam edebilir; eğer dilenci bu günleri bizim yardımımız olmadan atlattıysa, üstesinden geldiyse, onu takdir etmemek, bizim adımıza yaptığı tasarrufa müteşekkir olmamak mümkün müdür? Her geçen sabah –onun hayatta kalabildiği her gece– katkıda bulunmamız gerektiği, sıranın bize geldiği fikrini kafamıza daha çok sokacaktır. (Ama bu sadece hırpanilere dikkatini yoğunlaştıran insanlar için geçerlidir; oysa çoğunluk onları es geçer, bakışlarını donuklaştırır ve onları bir paçavra yığını olarak görür.)
Yani sokakta yanımıza yaklaşan dilenciye bakıp kulak verdiğimiz anda ona bulaşmış oluruz; bize adres soran bir yabancıya ya da yolunu kaybetmiş birine kulak verdiğimizde, bazen, yolumuzun üstündeyse, onu gideceği yere götürürüz, adımlarımız birleşir, birbirimizin ısrarlı paralel varlığı oluruz; buna rağmen kimse bunu şerre alamet olarak, bir rahatsızlık ya da engel olarak görmez, çünkü tanışmasak da, bu süre boyunca konuşmasak da, isteyerek birlikte yürürüz (başka bir yere, bir kapana, bir tuzağa, ıssızlığın ortasına, bir pusuya götürülebilecek olan, daima yabancı ya da yolunu kaybetmiş kişidir); kapımızı çalan, razı etmek için, satmak için, dine döndürmek için çabalayan, daima bizi ikna etmeye çalışan ve daima hızlı hızlı anlatan, tanımadığımız birine kulak verdiğimizde, daha kapıyı açtığımız anda ağına düşmüşüzdür; telefonda arkadaşımızın sıkıştıran, kendini kaybetmiş veya yaltaklanan –hayır, daha ziyade aklı başından gitmiş– yakaran, talepkâr ya da ansızın tehditkâr sesini duyduğumuz anda düğümlenmişizdir; bizimle artık neredeyse sadece böyle konuşan ya da flulaştığımızdan, uzaklaştığımızdan beri artık sadece böyle, yani bir şeyler isteyerek konuşmayı bilen karımızı ve çocuklarımızı dinleriz ve o zaman sonunda boğazımızı sıkacak olan bu bağı kesmek için bıçağı ya da usturayı çekmemiz gerekir; onların, hiçbir kötülüğün ulaşamayacağı bir yerde olmayan, hiçbir zaman da olmayacak çocukların doğmasına biz sebep olmuşuzdur, anneleri için de doğmalarına sebep olmuşuzdur ve o da artık çocuksuz hayal edilemeyeceği için çocuklar gibidir hâlâ –bir çekirdek oluştururlar ve birbirlerini asla dışlamazlar– çocuklar hâlâ ihtiyaç duydukları anne figürü olmadan düşünülemez, o kadar ki, bizim o figürü mutlaka korumamız, gözetmemiz, ona bakmamız gerekir –kendi görevimiz olarak görmeye devam ederiz bunu– oysa Luisa bunun tam farkında ya da bilincinde değil; uzayda çok, zamanda ise her geçen gün biraz daha uzaklarda. Ya da aştığım, geçtiğim, kurtardığım, onu görmediğim her gece biraz daha bulanıklaşıyor, onu göremiyorum. ÇALINTI