Wednesday, August 8, 2012

Türklerin Kürt algısı


Kürt meselesi, artık cesur ve radikal kararlar alınmadan çözülebilecek olmaktan çıktı. Zira çözüm, politik değil, psikolojik bariyerlere takılıyor.
Nazım MAVİŞ

Kürt sorununun çözümüne dair politik engelleri besleyip büyüten unsurlardan biri de Türklerin Kürt algısı. Türk halkının zihninde oluşmuş Kürt algısının ürettiği toplumsal psikoloji kırıldığında, politik bariyerlerin aşılması kolaylaşacaktır. Türkiye Cumhuriyeti ’nin kuruluş felsefesinin doğal sonucu olarak yeni bir ulus kimliği inşa etmeye dönük politikalar, ötekileştirici ve hegemonik bir Türk zihni yarattı. Sorunun çözümü için bu ötekileştirici zihnin çözülmesi önemli bir aşama olacaktır.

İki farklı meydan okuma
Osmanlı İmparatorluğu, 18. ve 19. yüzyılda iki meydan okumayla karşı karşıya kalmıştı. Birincisi, çok din ve etnisiteli yapısı karşısında dünyada yaygınlaşan uluslaşma eğilimi; ikincisi de askeri gücünün zayıflaması karşısında emperyalist amaçlara karşı savunmasız kalışı. Osmanlılar, bu iki meydan okumaya karşı bir yandan askeri alanda reformlar yaparken, diğer yandan çok din ve etnisiteli yapısını da bir arada tutabilmek için Osmanlı kimliği etrafında bir bütünleşme oluşturmaya çalıştı.Bu nedenle imparatorluk içinde aslında kurucu ve asli unsur olan Türk etnik kimliği bastırıldı, Osmanlılık etrafında bir kimlik üretilmeye çalışıldı. İmparatorlukta fikir akımları içinde Türkçülüğün görece daha geç ortaya çıkışı ve yerli unsurlardan çok Orta Asya kökenli aydınların öncülüğünde savunulması, buna bağlanabilir.
Modern Türkiye , bu iki meydan okuma karşısında iki yol tercih etti: Uluslaşmak ve medenileşmek. Medenileşmek, muasır milletler seviyesine çıkmak suretiyle bağımsız kalabilmenin bir aracı olarak otokratik bir modernleşmeciliğe yol açarken; uluslaşmak da yeni bir kimlik inşasının yolunu açtı. Uluslaşmak, bu iki tehdit karşısında var olabilmenin birinci yolu olarak kabul edildi. Bu kabulün siyasi, kültürel ve toplumsal sonuçları, 100. yılına yaklaşan Cumhuriyetimizi, tamiri ve telafisi zor bir durumla karşı karşıya bıraktı.
Yeni bir ulus yaratmak için üretilen politikalar, çok etnisiteli bir imparatorluğun bakiyesi üzerinde kurulan cumhuriyeti onulmaz bir etnik problemle yüz yüze bıraktı. Modern Türkiye , Misak-ı Milli sınırları içerisinde tüm sorunlarından arınmış olarak varolabilmek için imparatorluk içinde farklılıklarını koruyarak yaşamış unsurları tek bir kimlik etrafında homojenleştirmek için kültürel ve politik bir otokrasiyi tercih etti.
Farklılıklar ve buna dayalı talepler özgürlük değil, güvenlik meselesi olarak algılandığı için sert tedbirlerle bastırıldı ve farklı unsurlar ya üretilen yeni kimliğin içinde eritilmeye ya da yok edilmeye çalışıldı.
Tüm bu çabalar, farklı unsurlar üzerinde yarattığı yıkıcı etkinin yanında etnik kimliğine görece daha geç kavuşmuş olmasına rağmen, Türk etnisitesine mensup unsurların bilinç dünyasında, ötekileştirmeye yarayışlı bir durum üretti. Türkiye Cumhuriyeti ’nin yeni bir ulus yaratma politikası, Türk ulus kimliğine uymayan unsurlar içerisinde travmatik etki yapmakla birlikte, asıl problemi kendini ülkenin asli unsuru ve sahibi gören Türk etnisitesine sahip geniş kitlelerin zihin dünyasında yarattı.

Ötekileştirici bir Türk zihni
Bugün İç ve Orta Anadolu ’yla Karadeniz bölgelerinde yaşayan Türk unsurun Kürt meselesinin çözümünde takındığı refleksif tutum buraya dayanıyor. Her ne kadar Kürt ve Türk halkının barış ortamı, kaygı verici birkaç olaya rağmen, şu ana dek ciddi yaralar almasa da Türklerin zihnindeki Kürt algısında problemler var. Türkiye aslında meselelerin çözümünde Oslo’da PKK ile görüşecek kadar cesaret kazanmış bir politik ortama geldi. Fakat yine de politikacıların Kürt sorunuyla ilgili Diyarbakır ’da başka, Maraş’ta ve Rize’de başka konuşması, Türk unsurunun bilincindeki barajların ürettiği pragmatik korkuya dayanıyor.
Türk halkının önemli kısmı, çözüme dair adımlarla ilgili engelleyici bir psikolojik refleks taşıyor. Çözüme dair önemli adımlar ya PKK ’nın ekmeğine yağ sürmek, teröristle masaya oturmak ya da Kürtleri şımartmak olarak algılanırken, “Daha ne vereceğiz ki” gibi bir üslupla Türkü merkeze yerleştirip en tabii hakları bir bahşedilmişlik kalıbına sokuyor.
Öte yandan Türkiye ’de Kürt kimliğini örtmek için uydurulmuş ‘dağda yürüyen Türkler’ hikâyesi ve Türklerin zihninde oluşmuş negatif (!) Kürt algısı (Bu Kürt algısını betimlemek için uydurulmuş birçok aşağılayıcı deyim, atasözü ya da mesel var) bu üstten bakışı besliyor. Elbette ki terör de Türklerde ürettiği travmatik etkilerle bu psikolojik duruşu muhkem hale getiriyor. Ancak sorunu çözmek için Türklerin zihnindeki psikolojik engeller kırılmalı. Bu ülkede yaşayan Türklerin kahir ekseriyeti Kürtle teröristi aynı gördüğü sürece, Kürtlerin en az Türkler kadar bu ülkenin onurlu ve eşit yurttaşları olduğuna inanmadığı sürece sorunun çözümüne dair atılacak politik adımlar cesaretsiz olacaktır. Oysa bu sorun, artık cesur ve radikal kararlar alınmadan çözülebilecek olmaktan çıktı. Çözüm politik değil, psikolojik bariyerlere takılıyor. Bu nedenle bir yandan politik adımlar atılırken, Türk halkının bilinçaltına yerleşmiş ötekileştirici araçlarla da mücadele edilmeli.
Esas problem, zaman içinde Türklerin kendilerine yüklediği asli kurucu unsur rolünün Türkiye sınırlarında yaşayan etnik unsurlar içerisinde bir ahlaki hiyerarşi üretmiş olması. Bu ahlaki hiyerarşi, ulusçuluğu besleyen tüm etkenlerle giderek bir toplumsal egemenlik hiyerarşisine dönüştü. Oluşan bu hiyerarşiyi muhkem ve meşru hale getirebilmek içinse Türk fenomeni, devlet, şanlı tarih, bayrak, vatan vb. mitler kullanıldı; güvenlik politikaları, özgürlük ve adalet arayışına tercih edildi; bölünme, dış düşman, uluslararası komplolar vb. korkutucu argümanlarla da ötekileştirici bir Türk zihni yaratıldı.
Çözüm için önce bu psikoloji çözülmeli. Yeni bir inşa süreci yürütülmeli. Yeni bir ulus inşa etmek değil, birbirinin eşiti olduğuna inanan yeni bir insan zihni inşa etmek. Bir arada yaşamak mümkün. Bunun için Türkler, Kürtler üzerindeki egemenlik iddialarından vazgeçip bu ülkenin tüm unsurlarını asli kurucu kabul etmeli; bir arada yaşamın ancak rızayla olacağını kabul edip önşartsız biçimde haklar bağlamında bir eşitliğin değil, onur bakımından da eşitliğin zeminini üretmeliler. (* Hacettepe Üniversitesi Siyaset Bilimi – Doktora)