Monday, May 27, 2013

Michel Foucault - Akıl Hastalığı ve Psikoloji



Fransız filozof Michel Foucault, 15 Ekim 1926’da Poitiers’de doğdu. Babası, oğlunun kendi kariyerini takip etmesini isteyen bir cerrahtı. Foucault, Saint-Stanislas Okulunu bitirdikten sonra, saygın bir okul olan Paris’teki 4. Henry Lisesi’ne girdi. 1946’da, daha önce sınavlarında başarısız olduğu École Normale Supérieure’e kabul edilen dördüncü öğrenciydi. Okul yıllarında eşcinselliğini keşfetti.
1948’de felsefe diplomasını, 1950’de psikoloji diplomasını aldı ve 1952’de psikopatoloji diplomasıyla ödüllendirildi.
1950’de girdiği Komünist Partisi’nden, 1952’de ayrıldı. Bir süre hastanelerde psikolog olarak çalıştı
53 ‘te ecole normale’de felsefe asistanı oldu ve psikoloji eğitimine devam etti.
İlk kitabı Marksist bir bakış açısıyla 1954’te yayımlanan “Akıl Hastalığı ve Kişilik” (Maladie mentale et personnalité)’tir.
1954’ten itibaren dört yıl İsveç’te Uppsala Üniversitesi’nde doktora tezini yazdı. Zamanın Uppsala Üniversitesinin pozitivist damarı Foucault’un tezini bilimsel bulmayıp, kabul etmedi. Birer yıl da Varşova ve Hamburg Üniversitelerinde Fransızca öğretti.
1960’da Fransaya Clermont-Ferrard Üniversitesine Felsefe bölüm başkanı olarak döndü. 61’de “Deliliğin Tarihi” kitabındaki teziyle doktorayla ödüllendirildi. (bu kitapta deliliği bir olgu olarak değil, yargı olarak ele alan Foucault, deliliğin klasik çağı adını verdiği 17. 18. yy’dan başlayarak Ortaçağ’da cüzamın aldığı toplumsal dışlanmışlık rolünü üstlenmek zorunda kalışını ele alır. )
Ve bu üniversitede felsefe bölümünün başına geçti. Bir yıl sonra 1962’de “Kliniğin Doğuşu” ( naissance de la clinique) adlı eserini yayımladı. Aynı yıl (1960) Foucault, kendinden on yaş küçük olan felsefe öğrencisi Daniel Defert’la tanıştı. Defert’ın politik aktivizmi çalışmalarında ona yol gösterdi. Foucault, Defert’la aralarındaki ilişki için çok sonraları bunun zaman zaman da aşka benzeyen uzun soluklu bir tutku ilişkisi olduğunu söyledi.
Foucault’nun dördüncü eseri “Kelimeler ve Şeyler” (Les Mots et les choses) 1966’da yayınlanan karşılaştırmalı bir ekonomi, doğa ve dil bilimleri çalışmasıydı. Çok satan bu kitap Foucault’nun adının tanınmasında büyük rol oynadı.
Kelimeler ve Şeyler’de Foucault, söylemsel bir inşa olarak insanın doğuşunu göz önüne serer. İnsan bilimleri olarak felsefenin nesnesi insan, klasik temsil alanı çözülüp dağıldığı ve insan varlığının ilk kez yalnızca dünya karşısında mesafeli durarak tasarımlayan özne olmaktan çıkıp, aynı zamanda yaşama, emek sarfetme ve konuşma kapasiteleri çevresinde incelenebilecek erekli ve tarihsel olarak belirlenmiş bir varlık haline gelir. Modern bilimsel araştırmanın nesnesi haline geldiği zamanda boy gösterir. Yeni bir zamansallık ve ereklilik alanına gömülmüş olan öznenin bilgi üzerinde egemen durma statüsü tehdit altında kalır ama aşkınsal biçim altında yeniden oluşturulmasından ötürü hükümranlığı muhafaza edilir.
Bu kitabında Foucault, insanın ölümünü ilan eden ve felsefeyle insan bilimlerindeki tüm hümanist geleneği karşısına alarak özellikle Sartre ve Komünist Parti’ye yakın entelektüellerin saldırısına uğrar.
1966-1968 arasında Defert’la birlikte Tunus’a gitti ve birlikte tekrar Paris’e döndüler. Foucault, Vicennes’deki Paris-VIII Üniversitesi’nde Felsefe bölüm başkanı oldu, Defert da sosyoloji bölümünde ders vermeye başladı. 1968 öğrenci hareketinden oldukça etkilendiler.
1969’da “Kelimeler ve Şeyler”de kullandığı yöntemin açıklama denemesi olan “Bilginin Arkeolojisi”’ni (Archéologie du savoir) yayınladı. Bilginin Arkeolojisi’nde bilgilerin evrimini tarih boyunca birbirini izleyen ve her biri farklı bir bilim-kuramsal bir alan olan insan bilgisinin farklı katmanlaşmalarını göz önüne sererek açıklar.
1970’de en önemli araştırma enstitülerinden biri olan Fransa Koleji’nde kendisi için kurulan “Düşünce Sistemleri Tarihi” profesörü olarak seçildi. Aynı yıl Foucault başka aydınlarla beraber Hapishane Bilgilendirme Grubu’nu (The Prison Information Group) kurdu.
1975’te belki de en etkili kitabı olan “Hapishanenin Doğuşu”’nu (La Naissance de la Prison) yayınladı. İktidar ilişkileri, teknikleri, stratejileri ve taktiklerinin; yeni modern batı toplumlarında öznelliği kurma biçimlerinin analizini yaptığı bu kitap olağanüstü bir ilgi gördü. Hapishanenin Doğuşu’nda 18. yy’da hapishanenin nasıl ortaya çıktığını inceler.
Ömrünün kalan yıllarında kendini “Cinselliğin Tarihi” (Histoire de la sexualité) çalışmasına adadı. 1976’da ilk cildini yayınladı, çalışmasını tam bitirememiş olsa da ikinci ve üçüncü ciltler 1984’teki ölümünden hemen sonra yayınlandı. Cinselliğin bastırılmadığını, tam tersine, modern biyo-iktidar tarafından üretilip; bedene nüfuz etmek için bireylere dayatıldığını söylediği bu kitap, Freud’dan Marcuse’a kadar uzanan ve insanın hakikatini ve özgürlüğünü arzuların özgürleşmesinde bulan kuramın ağır bir eleştirisiydi. Özgürleşmenin yerine alternatif olarak kendini yaratmayı ve arzunun özgürleşmesi yerine zevki yoğunlaştırmayı öne çıkaran bakış açısını bu son kitabının ardından geliştirdi.
Söylemin Düzeni adlı kitabında iktidar kavramını ele alır ve iktidarı sahip olunan bir hak yada baskı yapabilme gücü değil, üretken, çok odaklı ve pozitif bir oluşum olarak tanımlar. Foucault’ya göre her bilgi iktidar üretici, her iktidar bilgi kurucu, bilimsel niteliği gereği tarihsel ve iktidar oluşturucudur.
Bu Bir Pipo Değildir kitabında ise resimle söz arasındaki farkı belirtir. Görünen şeylerle söylenen şeylerin benzer olmakla birlikte aynı olmadığı, aralarındaki farkı ve anlamın zorluğu üzerinde durur.

Kaç yaşamı vardır entelektüelin? Kaç gölgesi? Kaç sureti? ‘Kendisini hiçbir zaman evinde hissedemeyen bir sürgün, bir yabancı’nın kendine ait bir yaşam var mıdır sahiden? ‘İtham eden’, ‘işi kriz üretmek olan’, ‘onu ilgilendirmeyen işlere karışan’, ‘aklını kullanmayı meslek edinmiş’, ‘kentlerin çocuğu olan’ ve Cemil Meriç’in deyişiyle ayırıcı vasfı ‘tenkit’ olan entelektüel…
Foucault şöhreti sevmeyen bir adam.
Foucault Fransa’da yazarlara bir yıl boyunca kitaplarını imzasız yayınlamalarını önermiştir. Yine entelektüellerin konumu, kültür ve felsefe konulu bir söyleşi talebini kimliğinin gizli tutulması şartıyla kabul etmiştir. Bunun sebebi yine kendi ifadesiyle söylediklerinin tanınmadığı dönemdeki dinlenme şansına duyduğu özlemdir. O zamanlar söylediklerinin olası okurlarla buluşacağı noktaların önceden belirlenmemiş olduğunu söyler. O, okurların kitapları önyargısız ve ideolojik saplantılardan arınmış bir şekilde okumalarını düşlemektedir. Kitaplar ne yazarları için okunmalı ne de onlar yüzünden okunmaktan vazgeçilmeli.


==Foucault
El attığı her alanda öncelikle yerleşik bakış açılarını ve yöntemleri sorgulayan Foucault, bu tutumuyla öncelikle düşüncenin kendisi üzerinde düşünmesi ve kendini dönüştürmesinin önemini hatırlatmış ve bu anlamda düşünce tarihine radikal anlamda yön veren dönüm noktalarından biri olmuştur. Bizim “normal”, “sıradan”, “gündelik” olarak kabul ettiğimiz bir dizi kavram ve kurumu yeniden alıp, tam da bizim sandığımız gibi olmadıklarını göstermek. Ne olduklarını söyleyip söylemediği tartışılır. Bu konuda eleştiriye de uğramaktadır lakin ne olmadıklarını sıralıyor…
Cezalandırma, cinsellik, iyileştirme ve akıllılaştırma Biz bu dört temel kavramı kabul ediyoruz; bazı insanlar delirir, onları ya kapatmak ya da akıllarını başlarına getirmek gerekir; bazı insanlar hastadır, onları yatırıp iyileştirmek gerekir; bazı insanlar suçludur, onları ya suçlu olmaktan çıkartmak ya da en azından topluma zarar veremeyecek bir yere kapatmak gerekir ve cinsellik diye bir şey vardır, bu bizim hayatımızda çok önemli bir yere sahiptir, fakat bunu belli kurallara bağlayarak yaşamak durumundayız, onun üzerine belli sınırlar koymak zorundayız, bu da doğal bir şeydir...
Dolayısıyla, “içinde yaşadığımız toplumun kuralları neyse onların bazılarını eleştirsek bile kabul etmek zorundayız” rahatlığını bizim elimizden alıyor Foucault. “Hapishane mi? O ne?” diye sorguluyor bir kere.
Peki buradan şu mu çıkar o zaman: “Kahrolsun hastane, kahrolsun hapishane, delileri serbest bırakalım, hastalar kendi başlarının çarelerine baksınlar, katiller de ortada gezsinler.” Hayır. Foucault ben “Hapishaneler kapatılsın, seri katilleri dışarı salalım, akıl hastanelerini kapatalım, şizofrenleri bırakalım... vb demedim” diyor, ben Batı’nın epistemolojik tarihini yaparken, Batı’da birtakım söylemler hangi nedenlere, hangi ihtiyaçlara cevap vermek için ortaya çıktı ve bu söylemlerin çıkışı için gerekli kurumlar nasıl ortaya çıktı, bu kurumlarla bu söylemler birbirlerini nasıl beslediler gibi sorular bağlamında bir tarihsel epistemoloji yapıyordum. Bu, zorunlu olarak bahsettiğim kurumların işlevlerini iptal eden bir tavır değildir” diyor.
Bütün çalışmalarını modernitenin bireyler üstündeki etkisi ve getirdiği yeni güç ilişkileri üstüne kurdu.
Bence bir şey olmaya çalışmak yerine, olduğumuz şeyden kurtulmalıyız. Bir kitap yazmaya başladığınızda sonunda ne söyleyeceğinizi bilseniz, onu yazmaya cesaret edebileceğinize inanıyor musunuz? Oyun, ancak nasıl biteceği bilinmiyorsa zahmete değer. Benim alanım düşünce tarihidir.
Eğer Foucault’un felsefe geleneğinde bir yeri varsa bu Kant’ın eleştirel geleneğidir ve yapmaya çalıştığı şey Düşüncenin Eleştirel Tarihi olarak adlandırılabilir. Kısacası, düşüncenin eleştirel tarihi ne hakikatin elde edilmesinin ne de gizlenmesinin tarihidir: hakikat oyunlarının ortaya çıkışının tarihidir: “doğru-söylemelerin” tarihidir
Kendisini sık sık bir “tanı uzmanı”; çalışmalarını da ebedi gerçeklerin taşıyıcısından ziyade “şu anın bir tanısı” olarak tanımlıyordu. ‘Tanı’ metaforu kendisinin de kabul ettiği gibi nietzsche’den alınmıştı.
Foucault toplum içerisindeki rolünü, “insanlara, kendilerini hissettiklerinden daha özgür olduklarını, insanların bir hakikat, bir kanıt olarak kabul ettiği tarihin belirli bir anında oluşturulmuş olan bazı temaların ve sözde kanıtların aslında eleştirilebileceğini göstermek” olarak vurgulamıştır.
Foucault’un bütün eylemlerinde karşımıza çıkan ana tema, nerden gelirse gelsin tahakküm biçimi almış veya almaya eyilimli tüm iktidar ilişkilerine karşı verilen yerel mücadele biçimidir.
Kuramının pratik için bir yol gösterici değil, yeri geldiğinde işe yarayabilecek bir alet kutusu olduğu üzerinde de ısrar eder.
Bedenin tarihini yazar. Tarihçilere duyguların, davranışların ve bedenin de tarihinin yazılabileceğini göstermiştir.
Benim amacım hiçbir teolojinin peşinen etkisiz hale getiremeyeceği bir kesintililik içinde tarihi incelemek; hiçbir aşkın yapının kendisine özne biçimini dayatamayacağı bir anonimlik içinde tarihin açılımına olanak sağlamak, tarihi hiçbir biçimde başlangıç noktasında dönme umudu vermeyecek bir geçiciliğe kavuşturmaktı.
“Benim yaptığım tarih bir sorunsallaştırmalar tarihidir” diyerek tarihi kullandığı tüm çalışmalarını özetler.

==İktidar
Foucault çalışmalarında Delilik ve psikiyatri, suç ve ceza incelemesi aracılığıyla bazı başkalarını dışlayarak kendimizi nasıl dolaylı olarak kurduğumuzu göstermeye çalıştım. Bizimki gibi bir toplumda rol oynayan iktidar ilişkileri nelerdir? Delilik üzerinde aklın iktidarı; doktorların hastalar üzerindeki iktidarı, hukuksal aygıtın suçlular üzerindeki iktidarı, bireylerin cinselliği üzerindeki iktidar.
İktidar sadece uygulandığında var olan bir şeydir, bir ilişkidir, Foucault iktidarı, merkezi, dışsal ve negatif bir yapı olarak tanımlayan kuramlardan farklı olarak; iktidarın, merkezi ve tektip değil, kılcal damarlarla topluma nüfuz eden, dışlayan değil içine alan, negatif değil pozitif mekanizmalar yoluyla işlediğini gösterir. Klasik anlamda iktidar teorisi iktidarı tek tek herkesin sahip olduğu, alınıp verilebilen, uygulanmadığı zaman da bir şekilde bir kenarda duran bir şey olarak görür. Klasik teori bu ontolojik ön kabul üzerinde temellenmiş bir teoridir. Foucaolt’ta ise iktidar artık şuradaki adamlar olmaktan çıktı. Bu ilişkiler ağının aldığı bazı kristalleşme biçimleri de vardır. Devlet bunlardan bir tanesi, sınıf da öyle.
Aslında Özgürlüğümüzün kısıtlandığını fark ettiğimiz her alanda bir iktidar ilişkisi mevcuttur diyebiliriz. Foucault’nun, iktidarın her yerde olması düşüncesini, Marksist kuram’dan daha çok Nietzsche’den etkilenerek oluşturulduğu düşünülebilir. Şöyle ki, “Marksist düşüncede iktidar olumsuz durum olarak görülürken (hegemonya, hileli yönlendirme- manipülasyon - gibi) Nietzsche’de olumsuz bir durum olduğu kadar olumlu durumlar da yaratır.” İktidarın yayılmış ve vazgeçilemez olması nedeni ile insanlar, iktidarın belirlemiş olduğu kalıpsal davranışların dışına çıkmaktan çekinirler. Belirli bir baskı ve zorlamanın altında yaşamaktadırlar ki, Nietzsche’ye göre bu insanlar, sürü ahlakından ayrı bir şekilde yaşamayı başaramamış insanlardır ve yitip gitmeleri gerekir. Yani bu insanların değeri yoktur. İşte bu noktada Foucault, “Marksistler gibi kurbanların yanında yer alır ki, bu son derece Nietzsche’ci olmayan bir tutum demektir. Foucault, Marx’ın düşündüğü gibi, iktidarın belirli sınıfların elinde olmadığını düşünür.
İktidar ilişkilerinin nereden kaynaklandığı sorusuna Foucault, Nietzsche’de olduğu gibi, güç ilişkileri cevabını verecektir. Güçlü olan, söylemi belirleme gücüne sahip olandır ve geçerli söylem toplumda dinamik bir halde bulunan söylemdir. Bununla beraber iktidar, istediği kadar belirli davranışsal ve söylemsel alanları kontrol altına almaya çalışsın, onca kişinin istemleri ve eylemlerinin tek bir noktada birleşmesi imkânsızdır. Bu nedenle de her zaman toplum içerisinde belirli direnme odakları bulunmaktadır. Bu direnme odaklarının yeterince güçlenmesi ile belirli bir güç ilişkisi oluşmakta ve yeni bir kutup belirmektedir. Potansiyel bir reddetme ya da başkaldırma olmadan iktidar olmaz
İktidar oyununda, iktidarın karşıtı bir söylemde bulunduğunuzu düşünüyor olabilirsiniz ancak iktidara ötekini vermek bağlamında iktidara hizmet etmektesiniz. Bu da iktidara hapis edilecek, ıslah edilecekleri bir tepsi içinde sunmak anlamına gelmektedir. İktidar ilişkileri, az ya da çok direnmenin iktidarı kışkırtması yoluyla süreklilik kazanır, iktidar direnmesiz, direnme iktidarsız olamaz. Farklı olarak (anormal) görülen bazı özneler iktidarın baskıcı yönünü sergilemesine sebeptir, çünkü iktidara karşı durmak onu desteklemektir, ona istediği öteki’yi vermektir.
İktidar mekanizmaları, hiçbir zaman tek tip bir birey yaratmak istememektedir. Aslında yaratmak istediği birey tipi, onun istediği zamanlarda istediği kılıfa sokabildiği tepkisiz birey tipidir. Böylelikle değişen zaman ve değerlere göre kendi varlığını sürekli kılabilecektir. Aslında zamanla üretilen bu değerler, mikro iktidarlardan kaynaklanıp, makro iktidarları belirlemektedir.
İktidar konusundan bahsedilirken iktidar-tahakküm farkını vurgulamak da önemli. İktidar, tarafların, iki tane eylem kümesinin, karşılıklı olarak birbirlerini yönlendirmesi, yapılandırması anlamına geliyor. Tahakküme dönüştüğü zaman ise olumsuzlaşıyor. Eğer iktidar ilişkisine giren taraflardan biri, ötekinin önündeki eylem alanını aşırı derecede daraltır ve ona hareket alanı bırakmazsa burada tahakküm vardır. Köle intihar edebildiği sürece aradaki ilişki iktidar ilişkisidir tahakküm değil.
Foucault’nun düşünsel zemininde iktidar kavramının yeri genel olarak incelenirken karşılaşılan en önemli zorluklardan birisi, iktidarla ilgili üç farklı aşama olmasıdır. 1960’lı yıllara karşılık gelen ilk dönemindeki Deliliğin Tarihi adlı çalışmasına bakıldığında Foucault, iktidara baskıcı bir görev yüklemiş ve iktidar uygulamalarına olumsuz yaklaşmıştır. İktidarın işlevi ona göre; toplumda anormal olarak adlandırılabilecek olan kişileri, toplumdan tecrit etme, dışlama, kapatma ve normalleştirmeye çalışmaktır. Bu yüzden toplumdaki çeşitlilikten uzak bir yapıya sahip olan, iktidar anlayışına itaat, insan için uygun olmayan, insanın değerini azaltan bir tutumdur.
Ancak 1970’li yıllara gelince Foucault, yazılarında iktidar uygulamalarının tamamen olumsuz olduğu düşüncesinden uzaklaşmakta ve iktidarın olumlu yanları olduğunu da ileri sürmektedir. Ona göre; “İnsanların denetlenmeleri ve kullanılmaları için ayrıntının titiz bir şekilde gözleme alınması ve aynı anda bu küçük şeylerin siyasal olarak hesaba katılmaları; kendileriyle birlikte bir teknikler bütününü koskoca bir usuller ve bilgi, tasvir, reçete ve veri corpus’unu (külliyat) taşıyarak klasik dönem boyunca yükselmişlerdir.” İnsanın iktidar karşısında bugünkü güçsüzlüğü sırf bu iktidar tekniklerin gelişimi ile olurken, bu teknikler diğer yandan da düzeni sağlamaktadır. Foucault’nun ikinci dönem (1970’li yıllar) eserlerinden biri olan Hapishanenin Doğuşu, iktidarın, bedenleri itaat altına almasının yanında üretken bir yanının da olduğunu bize gösterir. İktidar, suçlunun bedenini, dolayısıyla iktidara karşıt olanı yok etmek yerine onları üreten olmakta ve kimlik çeşitliliği yaratmaktadır.
Foucault’nun son dönem yazılarında ise, artık iktidarın ilkel bir kontrol biçimi olmaktan uzak, yalnızca dışlayan, tecrit eden özelliğinden çok, bedeni kontrol etme amaçlı kendini ilerleten, yenilikler yapan, teknolojiler üreten bir yapıya kavuştuğunu düşünmeye başlamıştır.
“İktidar her yerde hazır ve nazırdır: ama bu her şeyi yenilmez birliğin çatısı altında kümeleştirme ayrıcalığına sahip olduğundan değil, her an, her noktada daha doğrusu bir noktayla bir başka nokta arasındaki her ilişkide kendini ürettiğindendir. İktidar her yerdedir, her şeyi kapsadığından değil her yerden geldiğinden dolayı her yerdedir.”
“Yeni iktidar biçimlerine yeni direnme biçimleri yeni öznellikler gerekmektedir.” Eğer her iktidar biçimine bir direnme odağı oluşuyorsa, iktidar varlığını sürekli kılmak için, bu direnme biçimlerine karşılık cezalandırma sanatını geliştirmektedir.
İktidarın tüm bu olumsuz görüntüsüne rağmen bilinmektedir ki, insanlar bu tarz uzlaşmaları yapmaktadırlar, bunun nedeni ise, kendilerini daha güçlülerden koruma isteğidir
İktidar uygulamalarının meşru olarak görülmesinin ve insanlar arasında antlaşmalara varılmasının nedenlerinden biri de, birlikte yaşama zorunluluğudur
İktidar-beden:
Bedeni yok etmek, iktidara bir şey kazandırmazken, bedeni kullanmak onun gücünü artırmaktadır. Bu yüzden iktidar, bedeni bir meta haline dönüştürerek onu kullanmayı tercih eder. Foucault Ders Özetleri eserinde, modern dönemlerde iktidarın bu meta devri ile gerçekleştiğini ve her bireyin sahip olduğu meta’yı başkasına devri ile sözleşme yoluyla iktidarı oluşturduğunu anlatır. Çünkü kontrol ve üretim sistemi bunu gerektirmektedir.
Bedene hakim olma, beden bilinci, ancak iktidarın bedeni kuşatmasıyla elde edilebilmiştir: jimnastik, idmanlar, kas geliştirme çıplaklık, güzel bedenin yüceltilmesi. Tüm bunlar, çocukların askerlerin bedeni üzerinde iktidarın uyguladığı kararlı, inatçı, titiz bir çalışmayla insanı kendi bedenini arzulamaya götüren hattadır. Ancak, iktidar bu etkiyi yaratır yaratmaz, bizzat iktidarın bu kazanımlarıyla aynı hatta, iktidara karşı bedenin talep edilmesi, ekonomiye karşı sağlığın talep edilmesi, cinselliğin, evliliğin, erdemin ahlaki normlarına karşı zevkin talep edilmesi kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. İktidarın güçlenmesine neden olan şey, aynı anda, saldırıya uğramasının da nedeni olur… İktidar bedenin içinde mesafe kat etmiştir, yine bedenin içinde saldırıya uğramış bulur kendini
Cezalandırma ve normalleştirme görevini üstlenen iktidar nedir, nerededir ve iktidara sahip olanlar kimlerdir? Bu soru neredeyse bütün düşünürler tarafından araştırılmakta ve çeşitli cevaplar verilmektedir. Ancak iktidar olgusunun çok boyutluluğu, bu tanımların hiçbirisinin tam olarak bir cevap niteliği taşımamasının nedeni olarak görülebilir. Bir iktidar tanımı olarak;
“İktidar: Bir bilinçli nesneleştirme sürecidir. Dolayısıyla doğa durumunda iktidar yoktur. Yani bir hayvanın ya da bir akıl hastasının iktidar kurması söz konusu olmaz. Bu öğelerin insanı bir eyleme zorlaması ve buna bağlı olarak gösterilen direniş, bu nedenle politik bir süreç değil; tipik bir doğayla mücadele sürecidir. Kendinden daha basit varlıkları nesneleştirme hakkını kendinde gören bir kısım insan ise, bu işi daha ileri götürüp türdeşleri arasında da benzer ayırıma giderek ‘daha basit ve daha güçsüz’ olarak nitelediği insanları da nesneleştirme hakkını kendinde görmüştür, görmektedir.
==Biyo-iktidar
Olumsuz, sınırlayıcı olan ve hükümranın öldürmek ya da yaşama hakkı verirdi. Hükümranın yaşam üzerindeki etkisi yalnızca öldürebildiği andan itibaren kullanılabilir. Yeni iktidar biçimi olumlu, üretken ve yaşamın desteklenmesine yöneliktir. Burada hükümdar yaşatır ya da ölme hakkı verir. Bu yeni iktidar teknikleri ve mekanizmalarına biyo-iktidar adını verir.
Biyo-iktidar iki ana biçimde gelişmiştir: insan bedenine bir makine gibi yaklaşan birinci biçimi disiplinci bir iktidardır. Amacı bedeni disipline etmek, yeteneklerini geliştirmek ve ekonomik denetim sistemleriyle bütünleştirmektir. İkinci biçimiyse insan bedenine doğal bir tür olarak yaklaşır ve nüfusu düzenleyici bir denetim üzerinde yoğunlaşır. Biyo-iktidar kapitalizmin gelişmesinde olmazsa olmaz bir unsur, olmazsa olmaz bir koşuldur.
Foucault’a göre batı toplumlarında beden bir iktidar ilişkileri ağında yer alır çünkü üretim biçimi gereği beden, emek gücüne dönüştürülmeli ve üretim gücü olarak kullanılmalıdır.
Biyo-iktidar, hükümetlerin; sağlık hizmetleri, iskan, şehir planlamacılığı, sosyal hizmetler, eğitim vb alanlarda hem sorunun hem çözümün bir parçası olan sosyal teknolojiler kullanılarak, insan nüfusunun gereksinimleriyle ilgilenme zorunluluğunun fark edilmesinden doğan tüm stratejilere gönderme yapar. Foucault onu sık sık canlının hükümeti olarak düşünür. Canlının hükümeti daima bir nüfus üzerindeki güç hakkındadır. İstatikçiler ve ekonomistler tarafından toplanan bir nüfusun bilgisi, güç bilgisinin bir biçimidir ve görünüşe göre daha iyi iskan koşulları sağlama, hümanizm gibi hareketler sosyal güç istencinin bir ifadesidir.
Yerleşen yeni teknoloji insanların çokluğuyla ilgilenir. Demek ki ilk olarak, bireyselleştirme yöntemiyle beden üzerinde iktidar kurulmasının ardından, bireyselleştirici olmayan ama beden-insan yönünde değil, tür-insan yolunda gerçekleşen, bir anlamda yığınlaştırıcı olan ikinci türde bir iktidar kuruluşu var.
Biyo-iktidar canlı insan varlıklarıyla onların çevresi ile olan ilişkilerinin dikkate alınmasıdır; örneğin bataklıklar gibi sorunlar. Emeklilik, sigorta gibi konuları önemser.
Bu değişiklik ölüm ritüelinde de kendisini gösterir. Bugünkü iktidara göre ise ölüm dıştadır: ölüm iktidarın tasarruflarının dışına düşendir. İktidar kendisi dışana çıkan hiçbir şeyi kabul etmeği için ölümü de mümkün olduğunca sessiz ve görünmez kılmak ister ve onun üzerinde iktidar yalnızca genel olarak istatistiksel olarak söz konusu olacaktır.
==Bilgi
Foucault’a göre her bilgi, tarihsel ve iktidar oluşturucudur.
İktidarın olumlu birkaç yönünden birisi de bilgi üretmesidir. “iktidarın, doğrunun özgür oluşumuna engel olduğu” biçimindeki geleneksel liberal görüşü reddeden Foucault’ya göre, iktidar bilginin üretimi için zorunludur ve bütün toplumsal ilişkilerin doğasından ileri gelen temel bir özelliktir. İktidarla bilginin dolaysız olarak birbirlerini içerdiğini; ne eş güdümlü bir bilgi alanı olmaksızın herhangi bir iktidar ilişkisinin var olabileceğini, ne de iktidar ilişkileri var saymayan ve oluşturmayan bir bilgi alanının var olabileceğini kabul etmemiz gerektiğini söyler.
Ancak iktidar, bilime kaynak sağlarken ürettiği bilgilerin kendi işine yaramasını gözetir. İktidarın işine yaramayan bilgi, sistem için zararlı olabilecek olduğundan varlığı da tehlikelidir, iktidarın desteklediği ve üretilen bilgilere bakılığında onun izlerini taşıdığı açık bir şekilde görülebilir.
Bilimin üretmiş olduğu bilgi, Foucault’nun doğruluk oyunları dediği oyuna, daha çok kavram ve araç sağlamakta iktidara yardımcı olmaktadır. Doğru, yanlış, normal olan, normal olmayan ayrımı, doğruluk ve söylemin değerlendirilmesi ile mümkün olmaktadır. İktidar ise bu oyun sayesinde bireyleri normalleştirmektedir.
Parhesia- veridiction bu sorunsallaştırma süreci hem belli birtakım söylemsel olmayan pratikleri, yani kurumlar ve o kurumlar içinde gerçekleşen fiili birtakım pratikleri; hem de söylemsel pratikleri, yani bilimsel söylemler ve teorileri kapsayan bir bütün. Bu bütün içinde ortaya davranış biçimlerine dair birtakım önermeler çıkmaya başlıyor. Bu önermelerin iddiası bizim varlığımız hakkında hakikati söylüyor olmak. Foucault da buna veridiction diyor. Veridiction’un Latince kökenine geri gidersek eğer, anlamı ‘hakikati söylemek.’ Neyin hakikati? Bizim bedenimizle yaptığımız şeylerin veya davranış biçimlerinin hakikatini söylemek.
Bu hakikat, böyle bir sorunsallaştırma ilk defa modernite ile olan bir şey değil elbette. İnsanın davranış biçimleri geçmişte dini söylemle, ahlaki söylemle veya başka birtakım söylemlerle eklemlendirildiğinde, hukukla eklemlendirildiğinde mesela, yine ortaya birtakım önermeler çıkıyor. Ama bu önermeler bilimsel olma iddiasında olan önermeler değil, otoritelerini bambaşka bir kaynaktan alıyorlar.
Bilginin arkeolojisindeki Arkeolojik çözümleme ise, bilim ile bilginin arasında nasıl içkin bir bağ olduğunu, birbirlerinin nasıl elemanı olabildiklerini ve nasıl bir işlev gördüklerini kesin olarak gösterme görevindedir
==Delilik
Deliliğin Tarihi kitabında, delilik denilen o davranış biçiminin sorunsallaştırılıp akıl hastalığı adı altında bir öznel deneyime dönüştürülme süreci çerçevesinde deliliğin tarihini yaparken, bütün bu süreci argümante etmek, desteklemek ve savunmak için nasıl sürekli olarak bir çalışma etiği ilkesinin kullanıldığını gösteriyor. Batı’nın psikiyatri tarihine baktığımızda, “Onun da hakkı vardır insan gibi yaşamaya” gibi argümanlardan daha ziyade, en azından hastanın kendisini tedavi olmaya ikna ederken sürekli olarak hem Hıristiyan ahlakından hem de seküler ahlaktan beslenen, bir çalışma etiği, “mutlaka üretime katılmak gerekir vb” tarzında bir argümantasyon var.
Ona göre delilik ancak toplum içerisinde var olur çünkü mantık yokluğunun yapısını belirleyerek bunu yaratan, toplum ve onun kurallarıdır.
Modern çağlara kadar toplum içinde hayata katılan bu insanlar ne oldu da kapatılmaları ihtiyacı hissedildi.
Eğer siz bir toplumu, o toplumun çoğunluğunu belli birtakım davranış biçiminin hastalık olduğuna ve tedavi gerektirdiğine inandırabilirseniz, o zaman o insanlar o davranış biçiminden; sırf kendilerini hasta olarak görmek, kendilerine bu hastalığı yakıştırmak istemediklerinden, feragat edebilirler. Bunu yapmanın en iyi yöntemi de o davranış biçiminin bir hastalık olduğunu bilimsel bir tespit olarak söylemek ve insanları buna inandırmak. Tabii ki oraya kapatılan insan, rejime muhalif olan insan buna inanmayabilir, ama onu zaten oraya kapattınız artık; önemli olan oraya kapatılmamış insanların bunun bir hastalık olduğuna inandırılmasıdır.

==Cinsellik
Foucault’a göre cinsellik ne doğal bir özellik ne de insan hayatına ait bir olgudur. Cinsellik kurgulanmış bir deneyim kategorisidir ve biyolojik değil, tarihsel, toplumsal ve kültürel kökenlere sahiptir.
Antik çağda kendini denetlemenin bir ölçütüdür. Ortaçağda itiraf mekanizmasıyla ön plana çıkmıştır, 18. yy’da yönetilebilecek bir değer, üreme ve nüfusu arttırma gözüyle bakılan bir durum ve son olarak 19. ve 20. yy’da ise biyoloji, tıp, psikoloji üzerine kurulmuş bilgi ve güç sistemlerinin bir parçası olmuştur.
Bir cinsel kimliğe sahip olmaları gerektiği düşüncesine kapılan insanlar, hayatları boyunca bu cinsiyet rolüne göre de davranmaya çalışmaktadır. Erkek olarak doğmuş bir bebeğin giyeceği kıyafetler, oynayacağı oyuncaklar toplum örf ve adetleri tarafından belirlenmiş ve erkek olarak yetiştirilmesine başlanmıştır. Erkek çocuk, pembe giyerse eşcinsel olur gibi sapkın düşüncelerle, bu davranışta bulunan insanlar, kendilerini yeniden sorgulayıp bu kimliklerden birine girmeleri konusunda yönlendirilmektedir. Aynı durum diğer kimlikler ile de ilgilidir.
İnsanların kendilerini belirli bir kimliğe, belirli bir cinsel kimliğe dâhil olduklarını düşündürten en önemli etken; toplumda kimlik çeşitliliği yaratan, cinsiyet ayrımını ortaya koyan, söylemlerdir ve bu söylemleri kontrol eden de iktidar mekanizmalarıdır.
Foucault’nun düşüncesinde, insanların sabit ve kalıplaşmış değerlere dayanan kimliklere sahip olmaları, insanlarda var olan özgürlük düşüncesini büyük ölçüde kısırlaştırmaktadır. İnsan: bir anlamda deneyimleri sonucunda kurulan bir varlıktır.
Cinselliğin sorunsallaştırması, sapkın davranışlar olarak görülen davranış biçimleri, belirli bilgi ve iktidar alanlarının bir doğruluk oyununa sokulması ile yani cinselliğin bir etik alan haline getirilerek, cinsel sapkınlık hakkında belli doğruluklar ortaya konulması (üçüncü tür kavramı –biseksüeller, homoseksüeller- ve benzeri.) anlamına gelmektedir.
==Kenar cinsler
Foucault “eşcinsellik kategorisinin aslında 1870’ler gibi çok yakın bir zamanın belirli bir bağlamından çıkıp” geldiğini ve bu durumun yine iktidar-bilgi ilişkisi sonucunda ortaya çıktığını göstermesidir. Daha önceki dönemlerde ortaya çıkan bu tarz ilişkiler, oğlancılık, kadının kadınla, erkeğin erkekle olan ilişkisi dinsel yasaklar ile engellenmeye çalışılmaktadır.
Cinsellik konusunda, Foucault’nun ‘Kenar Cinslikler’ olarak tanımladığı, Biseksüeller ve Homoseksüeller veya bu tarz ilişkilere eğilimi bulunan insanlar, iktidar tarafından istenmiyor görünmektedir. Ancak yine de mevcut toplumsal yapıya sokulmaktadır. Bunun nedeni, iktidarın korumalı yapısının dışında bulunan bir faktörün, iktidarın gücünü dışarıdan (-iktidarın söylemlerine bağlı olmayarak oluşturacağı söylemlerin-) zayıflatıcı bir etkiye neden olmasıdır. Görünürde iktidarın istemediği veya istenilmiyor olarak görünen kenar cinsler, bir iktidar oyununa katılırsa, iktidar onları istediği gibi sınıflandırıp, kapatıp, cezalandırabilir ve bu şekilde de daha fazla güçlenebilir. Bu nedenle kenar cinsler denilenler haz ve cinsellik oyununa katılarak iktidarın işleyişinin bir parçası olmaktadır. Kendilerini kabul ettirdiğini düşünen ve iktidar mekanizması içerisine giren bu kenar cins denilenler, hazlarını ve cinsel eylemlerini bir düzen altına sokmaya başlamışlardır. Yirmibirinci yüzyılda bu durum kendini, eşcinsellere evlenme izni verilmesi ile bunların kontrol mekanizması (evlilik, aile gibi kurumlar) içinde toplumsal bir düzene sokulmaya çalışılmasında gösterir. Bu da iktidarın her yerde etkin olmasını örneklendirmektedir. Çünkü iktidar, kendi kontrol mekanizmalarının dışına çıkmış olan haz, cinsellik konularını da kontrol altına almayı başarmıştır
== Hapishane
Ölüm cezası, tarihte ilk önceleri, suçluya azap çektirdikten sonra çeşitli şekillerde hayatına son verme amacını taşıyordu ve genel olarak ölüm cezası, yarı bele kadar toprağa gömüp taşlamak, çarmıha germek ve taşlatmak, diri diri yakmak, vahşi hayvanlara parçalatmak, atlara çektirerek parçalatmak, uçurumdan atmak, boğmak, suda boğmak gibi biçimlerde yerine getiriliyordu, Azap çektirme töreni yasaya iktidarını veren güç ilişkisini gün ışığına çıkartmaktaydı. Fakat zamanla insanlığın gösterdiği gelişmeler ve azap çektirmenin toplum üzerinde ters tepkisi sonucu, azap çektirerek hayata son vermekten vazgeçilerek bedene fazlaca dokunmadan anlık ölüm biçimine bürünmüştür. Avrupa’da Mart 1792 yılından itibaren, bu amaçla, ölüm cezalarının infazında giyotin kullanılmaya başlanmıştır
Tarihin belli döneminde, Batı’da, belli bir ihtiyaçla ortaya bu kurumlar çıktı. Bu kurumlar birtakım amaçlara hizmet etmek üzere kuruldu. Hapishane insanların fizik olarak cezalandırıldığı bir dönemin ardından, yepyeni bir cezalandırma ideolojisi ile ortaya çıkan bir kurum. Islah etmek ve topluma kazandırmak bunun en temel argümanı. Fakat bakıyoruz bunun gerçekleştiği yer Batı kapitalist toplumu. Kapitalist toplumun buradaki argümanı ne olabilir; bunları çalışma sürecine yeniden dahil edelim ve bunların emek gücünü kullanalım şeklinde bir yaklaşım var.
Fakat bu amaç gerçekleştirilebilse dahi harcanan para ile bunun gerçekleştirilebilmesi sonucunda üretim sürecine dahil edilecek olan emeğin üretebileceği değer arasında büyük bir fark var. Yani kendi kendini amorti edebilecek bir süreç değil. Hapishanedeki insanların tamamını ıslah edip, topluma ve üretim sürecine dahil etsek bile, bunun için harcanan para, o insanlar ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, ne kadar değer üretebilirlerse üretsinler amorti olacak bir meblağ değil.
Foucault buradan hareketle soruyor: Niye kapitalizm gibi kâr amacı güden sistem hâlâ bu kurumlarda ısrar ediyor, niye hapishane sürekli reform edilmeye çalışılıyor da onun yerine bambaşka, radikal bir cezalandırma veya ıslah biçimi düşünülmüyor? Hastane veya hapishanedeki insanın topluma kazandırılmasının ardından onun emeğinin yaratacağı değer aslında kapitalizmin umurunda bile değil. Önemli olan, diyor Foucault, o mekânların birtakım disiplin tekniklerinin geliştirilmesi için bir tür laboratuvar olarak kullanılması ve orada geliştirilen tekniklerin genişletilmek suretiyle toplumda uygulanmaya başlanması.
Hapishanenin Doğuşu eserindeki iddialardan biri, hapishanenin toplumsal rolünün suçu bastırmak değil, yaratmak olduğudur. Bu özelliğinden dolayı hapishane, aslında iktidara hizmet etmek amaçlı, geniş çapta bir disiplin ve cezalandırma mekanizmasının üretilmesine olanak vermiştir.
Bu anlamda Foucault’nun karşı çıktığı şey, o kurumlarda geliştirilen uysallaştırma, disipline etme, özneleştirme tekniklerinin sonra bütün bir topluma uygulanmaya çalışılması veya bu yönde birtakım teknolojilerin geliştirilmesi. O kurumların, bir tür manipülasyon, özneleştirme teknikleriyle bütünün geliştirilmesi için bir laboratuvar olarak kullanılmasına ve bu tekniklerin daha sonra topluma taşınmasına, bir Panopticon toplumu oluşturulmasına karşı çıkıyor...

Hapishanenin doğuşu/ dağıtımlar sanatı bölümü

1- Serserilerin ve sefillerin büyük “kapatılmaları” olmuştur. Buna “çitleme” de denir. Bu kapatılmalarında daha gizli ama daha kurnazca ve daha etkili olanları da olmuştur. Kolejler: manastır modeli Kışlalar Fabrikalar
2- Belirsiz dağıtımların, bireylerin denetimsiz kayboluşlarının, karmaşık dolaşımlarının yararsız ve tehlikeli pıhtılaşmalarının sonuçlarını ortadan kaldırmak gerekmektedir. Mevcutları ve namevcutları belirlemek kişilerin nerede ve nasıl bulunacaklarını bilmek yararlı iletişimler kurmak nitelikleri ve liyakatleri ölçebilmek söz konusudur. Demek ki bilebilmek, egemen olabilmek ve kullanabilmek için usuller söz konusudur. Disiplin analitik bir mekanı örgütlemektedir. Yani kullanım alanları kişilere özgü, eşit, ayrılmış ve düzenli olacaktır
3- İşlevsel yerleşimler kuralı: disipline yönelik kurumlarda mimarinin genel olarak bir çok kullanıma uygun ve hazır olarak bıraktığı bir mekanı yavaş yavaş düzene sokacaktır. Belirgin mekanlar yalnızca gözetim altında tutma, tehlikeli ilişkileri koparma ihtiyacına cevap vermek için değil, aynı zamanda yararlı bir mekan yaratmak için de tanımlanmaktadır
4) Disiplinde unsurlar aralarında değiştirilebilir niteliktedirler. “Mertebe” 18. yy da bireylerin okul düzeni içindeki büyük dağılım biçimini tanımlamaya başlamıştır. Sınıfta öğrenci sıraları, koridorlar, avlular herkese her ödev ve her sınama için atıf edilen mertebe; öğrencinin haftadan haftaya, aydan aya, yıldan yıla elde ettiği mertebe
Faaliyetin Denetimi
1) Zaman Kullanımı
2) Eylemin zamansal yoğunlaşması. askerlerin sıra halinde veya tabur nizamında yürürken trampetin ritmine uygun yürümeye alıştırmak ve bunu yapmak için bütün birliğin aynı ayağı aynı anda kaldırması için sağ ayaktan başlanması gerekmektedir
3) Buna bağlı olarak beden ile jestin korelasyon içine sokulması
4) Beden-nesne eklemleşmesi: disiplin bedenin kullandığı nesne ile sürdürmek zorunda olduğu ilişkilerin her birini tamamlar
5) Tüketici kullanma

==Panopticon
Bu yüzyılda, keşfedilmiş olan şeyin panoptizm olduğunu söyleyebilirim. İngiliz düşünür Bentham’ın düşü olan ve bir kişinin herkesi gözleyebildiği Panoptikon, özünde burjuvazinin düşü veya düşlerinden biridir.
Foucault’ya göre görünülürlük bir tuzaktır. Panopticon’da mahkum, görülmekte ama görememektedir. Bir bilginin nesnesidirler ancak bir iletişimin öznesi olamamaktadır. Panopticon’un büyük etkisi de buradan kaynaklanmaktadır; tutukluda iktidarın otomatik işleyişini sağlayan bilinçli ve sürekli bir görünülebilirlik hali yaratarak.
Foucault, hatta bu yapıyı kurup insanları her an gözetlendiklerine, gözetlenebileceklerine inandırırsanız, artık o kuleye gözetleyen kişiyi koymanıza gerek bile kalmaz, diyor çünkü insanlar gözetleniyormuş gibi davranmak zorunda kalacaklar ve kendi kendilerini sınırlandırmaya başlayacaklardır. Bu anlamda da iktidarı kendi içlerine kaydedeceklerdir, iktidarın hem nesnesi hem de öznesi olacaklardır. Bunu gerçekleştirdiğinizde en ekonomik iktidar mekanizmasını da kurmuş oluyorsunuz, çünkü buna inanmış ve kendisine o hastalığı yakıştırmayan insanlar sınırlamayı kendiliklerinden getirdiklerinde bunun için hiçbir para harcamanıza gerek yok.
Dolayısıyla bu son derece ekonomik ve etkili bir iktidar mekanizmasıdır.
Bu neyin metaforu, diyor Foucault Panopticon için, bu bir toplum metaforudur. Yani Panopticon’un kendisi bir bina olarak gerçekleşmese bile, o gözetleme ve gözetlenen insanın kendi kendisini sınırlandırması adını verebileceğimiz
süreç Batı toplumunda bir noktaya kadar gerçekleşti. Foucault’a göre Panopticon Batı’ya yayıldı, Batı bir Panopticon toplumuna dönüştürüldü.
Foucault’nun Batı toplumunun Panoptican bir toplum olduğunu söylemesi, Batı’da yaşayan insanların tıpkı Panopticon örneğinde olduğu gibi kendilerine uygulanmak istenen iktidarı kendi içlerine kaydetmeleri ve istenmeyen, arzu edilmeyen davranış biçimlerini, şu veya bu nedenle, sakıncalı, hastalıklı, patolojik olarak görmeleri ve onlardan kendi rızalarıyla vazgeçip kendi kendilerini sınırlandırmalarıdır.
==Sorunsallaştırma
Her şeyi sorunsallaştırıyor.
İnsan davranışlarının sorunsallaştırmasını yapar.
sorunsallaştırma tanımlaması şu şekildedir:
“herhangi bir şeyi doğru ve yanlış oyununa sokan ve onu bir düşünce nesnesi olarak kuran söylemsel ve söylemsel olmayan pratikler bütünüdür.
Sorunsallaştırma, ne önceden var olan bir nesnenin temsil edilmesi anlamına gelir ne de söylem yoluyla var olmayan bir nesnenin yaratılması anlamına. Örneğin Deliliğin Tarihi’nde sorun, deliliğin belirli bir anda nasıl ve niçin belirli bir kurumsal pratik ve belirli bir bilgi aygıtı aracılığıyla sorunsallaştırıldığıydı. Tıbbileştirme
Sorunsallaştırma dediğimizde, buna, en kabaca, ‘sorun olarak görmeye başlamak’ diyebiliriz. Tarihin belli bir döneminden itibaren, Foucault’ya göre, Batı medeniyetinde belli türden davranış biçimleri sorun olarak görülmeye başlanıyor. Foucault’ya göre, bu eklemlendirme ve kavramsallaştırma sonucunda görüyoruz ki yüzyıllarca var olduğu gözlenen, ama farklı biçimlerde kavramsallaştırılan bir davranış biçimi, ki örneğin “delilik” adını verebiliriz buna, ‘akıl hastalığı’ adı verilen öznel bir deneyim olarak yeniden tanımlanmaya başlıyor.
Aynı şekilde, önceden suç olarak görülmeyen veya belki de tarihin her döneminde suç olarak görülmüş davranış biçimleri belli bir noktadan itibaren yepyeni bir gözle sorun olarak görülmeye başlanıyor. Ve onun hakkında konuşmaya başlandıktan sonra ortaya modern hapishane dediğimiz bir kurum çıkıyor. Ve o modern hapishanenin içine giren suçlunun belli birtakım süreçlerin nesnesi haline gelmesi ve üzerinde belli birtakım mekanizmaların çalışmalar yapması sonucunda ortaya yepyeni bir öznel deneyim çıkıyor.
Suça eğilim yine aynı şekilde insan vücudunun patolojik olduğu iddia edilen birtakım semptomlarının giderilebilmesi için kurulan modern klinik veya ‘hastane’ dediğimiz kurumlarda tedavi ediliyor. Bunun içinde insan bedeni belirli bir noktadan itibaren Batı tarihinde modern tıp söylemi ile eklemlendirilip, modern tıp söyleminin ürettiği yeni kavramlarla kavramsallaştırılmasından ve belli birtakım davranış biçimleri veya bedenin gösterdiği özellikler, hastalık olarak adlandırıldıktan sonra hastane adını verdiğimiz kurum içinde bunların tedavisine yönelik olarak birtakım çalışmalar devam ediyor.
Aynı şekilde insanların bedenleri ile yaptığı birtakım şeyler var, az önce de söylediğim gibi. Buna, insanın biyolojik olarak üreme faaliyeti, diyebiliriz. Ama bunun çok ötesine giden, bedenden alınan hazzın çeşitli versiyonlarını ve bunun hem bireysel hem toplumsal varyandarını kapsayan geniş bir yelpaze var. Bunlar da yine belirli bir noktadan sonra yepyeni bir gözle sorun olarak görülmeye başlanıp, yeni birtakım söylemlerle ya da teorilerle eklemlendiriliyor ve sonuçta insanın bedeni ile yaptığı o şeyler belli isimler altında kav-ramsallaştırılmaya başlanıyor, belli ayrımlar yapılmaya başlanıyor. Bu cinsellik adını verdiğimiz davranış biçimlerinin bir kısmı normal, bir kısmı patolojik olarak yorumlanmaya ve sınıflandırılmaya başlıyor. Bunun yapıldığı bir dizi kurum var. Aile bunlardan bir tanesi, okul, hatta ordu bunlardan bir tanesi.
Bu bilimsel söylemler bize davranış biçimleri hakkındaki hakikati söylüyorlar.
Şimdi bunun ne gibi bir sakıncası var diye sormak mümkün elbette. İşte tam da orada Foucault’nun yaptığı katkı olarak ortaya sorunsallaştırma çıkıyor. Yani Foucault bu süreçlerin birer sorunsallaştırma olduğunu söyledikten sonra ikinci bir düzeyde kendisi bir sorunsallaştırmaya başlıyor ve iddiası şu: “Evet moderniteyle ortaya çıkan yepyeni birtakım söylemsel olan, olmayan pratikler -belki onları tasarlayan insanlar bunları iyi niyetle tasarlamışlardır- aydınlanma ideallerine ulaşabilme veya benzeri birtakım amaçlar güdüyorlardı. Ama belli bir noktadan itibaren müthiş manipülatif birer pratik haline, insanları uysallaştırmaya ve özellikle de modern endüstriyel kapitalizmin ihtiyaç duyduğu bir emek gücüne dönüştürmeye yönelik olarak çalışmaya başlayan pratikler haline geldiler.







==Marksizm
Nietzsche ve Heidegger’in düşüncelerinden oldukça etkilenen Foucault, çalışmalarında çoğunlukla Karl Marx ve Sigmund Freud’un fikirleriyle mücadele etti.
Ancak tarihsel maddecilik, Marksizm’i tanımlayan bir şeyse Foucault bir Marksist değil
Foucault’ya neden Marx’tan bahsetmediğini soruyorlar, O da, “Bir insan sürekli bahsettiği bir şeye gönderme yapmaz. Bir fizikçi fizik yaparken Newton’un ya da Einstein’ın adını anma gereği duyar mı?
Aynı zamanda marksizmi bir bilim olarak kabul etmez kabul edenlerin de Marksizm için olumsuz bir şey yaptıklaırnı savunur ve edenleri eleştirerek der ki: “Marksizmin bir bilim olduğunu söyleyen bir Marksist’e şu cevabı verirdim: Marks’ın nerede yanıldığını, bu bilim adına bana gösterdiğiniz gün Marksizmi bir bilim olarak uygulayabileceğiniz kanısındayım.”
Marksizm düşüncesini 19. yy düşüncesinin denizindeki ve bu bağlamın dışında ölü olan bir balık olarak betimlediği için eleştirilmiştir.
==Söylem
Söylemlerimiz, kurmak istediğimiz dünyanın dile gelmiş olan ifade biçimidir ve insan, söylemleri ile kendini belirli bir sorunsallaştırma çerçevesinde ortaya koymaktadır.
İnsanların sahip oldukları söylemler onların kimliklerini ortaya koymaktaysa, iktidar ilişkisinde yapılan, söylemlerin kontrolünün sağlanmasıdır.
Faucoult’a göre her akla gelen söylenebilirdi. Ancak toplumlar bu anarşik üremeyi 2 şekilde denetim altına alırlar. Bunlardan birincisi yasaklamadır. O konu hakkına konuşulmaz. Bir diğeri ise disipline etmedir. Her konunun onun hakkında konuşacak belli bir üslubu ve kişisi vardır.
Foucault ayrıca söyleme, iktidarın bilgiyi ortaya çıkardığı, bilginin de bu iktidarı genişletip güçlendirdiği bir çark olarak da bakar.
Foucault’ya göre sahip olduğumuz bütün söylemlerin terk edilmesinin zorunluluğu da, söylemin insanın hayata karşı duruşundaki işte böyle önemli bir yere sahip olmasından ileri gelmektedir.
==Hümanizm
Kendisine hümanizmle ilgili fikirleri sorulduğunda şöyle cevap verir: İnsanlık tür olarak, öyle bir sinir sistemiyle donanmıştır ki, kendi işleyişini denetleyebilir. Ve bu denetleme imkanı açıktır ki, insanlığın bir amacı olması gerektiği fikrine sürekli olarak yol açar. Kendimize şöyle deriz: Bir amacımız olduğuna göre kendi işleyişimizi denetlemeliyiz; oysa ki, işleyişin denetimi imkanını bir noktada toplayabilen belli bir imgeyi sağlayan tüm ideolojiler, felsefeler, metafizikler, dinler gerçekte yalnızca bu denetim imkanı temelinde ortaya çıkabilir. Amaç fikrini ortaya çıkaran şey, denetim olanağıdır. Fakat insanlık gerçekte hiçbir amaca sahip değildir, işler, kendi işleyişini denetler ve bu denetlemeyi her an doğrulamaya çabalar. Ortaçağda (eğer Tanrı yoksa, her şey mubah olur, denip duruyordu). Tanrı olmadan işleyebilecek bir insanlık fikrinden korkuluyordu, insanlığın işlemeye devam edebilmesi için Tanrı fikrini korumak gerektiği kanısı buradan kaynaklanıyordu. Şimdi bana şöyle deniyor: İnsanlık fikrinin var olması gereklidir, bu insanlığın işlemesi için bir mit olsa bile.
Hümanizmi şöyle tanımlar: Avrupa toplumlarında zaman içinde farklı şekillerde yeniden boy gösteren bir tema bütünüdür. Daima içlerinde yarı barındıran bu temalar, gerek içerikleri gerekse barındırdıkları değer bakımından büyük değişiklikler gösterirler. 17. yy’da kendini Hıristiyanlığın ya da dinin eleştirisi olarak sunan bir hümanizm ve karşısında da çok daha tanrı merkezli bir hümanizm vardır. 19. yy’da bilime karşı düşmanca ve eleştirel yaklaşan kuşkucu bir hümanizmle bütün umutlarını aynı bilime bağlayan başka bir hümanizm ortaya çıkmıştır. İleriye doğru da bu böyle devam etmiştir. Bunun sonucunda hümanizmin tek başına bir işlev göremeyecek kadar esnek, tutarsız ve çeşitli olduğu sonucuna varmalıyız der.
Foucault aynı zamanda hümanizmin somut insanı dışlayarak, soyut hayaletimsi bir insan anlayışı ortaya attığını söyleyerek anti-hümanist bir tavır koyar. Ona göre hümanizm, sonluluğumuzdan, sınırlılığımızdan nefrettir. İnsanın bir reddidir. Foucault’un reddettiği şey hümanizmin gayrı insani olan insani varlık anlayışıdır. Hümanizm beni dünyevi bütün etiketlerden koparmaya çalışarak cisimleştiğimi reddeder ve bizi hayaletimsi, bedensiz öznelere, mecalsiz, renksiz iradelere indirger. Dahası böyle yaparak aslında hümanizm, bizim aktif failler olma kapasitemizin altını oymaktadır. Oysa Foucault insanın reddini değil, bu dünyada yaşayan somut insana vurgu yapar ve insanı sonluluğu içinde doğrular.

== Entelektüel
Artık öğüt vericilik rolü oynayamaz. Proje, taktikler, saptanması gereken hedefler; bunları bulmak için çırpınıyorlar ve bunlar için mücadele ediyorlar. Entelektüelin yapabileceği şey, analiz araçları vermektir. Başka deyişle, mücadelenin topografik ve jeolojik bir ölçümünü yapmak gerekmektedir.
Ben başkalarının adına konuşmak ve onların söylemesi gerekenleri daha iyi söylediğimi iddia etmek de istemiyorum. Benim eleştirimin hedefi, başkalarının söz hakkına sınır getirmeden onların konuşmasını sağlamaktır.
Çünkü böyle bir konum direniş ihtimallerini sınırlama riskini taşır.
Ve tüm bu davranış etiğine de entelektüel etiği adını verir.
“Bugüne dek bir entelektüelle hiç karşılaşmadım. Romanlar yazan insanlara rastladım ya da hastalarla çalışanlara, ekonomik analizler yapan ya da elektronik müzik besteleyen insanlara rastladım, eğitim veren ya da resim yapanlarla ve herhangi bir şey yapıp yapmadıklarını pek iyi anlayamadığım insanlarla karşılaştım. Ama entelektüellerle asla. Buna karşılık entelektüeller hakkında konuşan pek çok insan gördüm. Meğer entelektüel suçlu olan kişiymiş. Aklımıza gelebilecek her şeyden o suçlu, konuştuğu için, sustuğu için, hiçbir şey yapmadığı ya da her şeye karıştığı için suçlu.” Foucault ironik bir şekilde entelektüelin tanımı ile ilgili radikal görüşler dile getirmiştir. Ona göre entelektüel, hala hakikati görememiş ve hakikati söyleyemeyenler adına hakikati söylüyordu. Entelektüel vicdandı, bilinçti ve belagatti.
Foucault entelektüeli ikiye ayırır: Geleneksel ya da evrensel entelektüel, Spesifik entelektüel.
Evrensel entelektüelin eleştirisinin temelinde evrensel akıl vardır, entelektüel bu eleştiriyi tüm toplumu tarif eden ve herkesi bağlayan normatif ve global bir kuram biçiminde formüle eder. “Evrensel entelektüelin bilgi ve eleştiriyi kuramsal olarak bütünleştirmesinin, siyasi eylem alanında da kuram ile pratik arasında bir bütünleşmeye dönüştüğünü görüyoruz.” der. Onlar politik ve kuramsal bakımdan imtiyazlıdır. Ötekiler adına konuşan ve ötekilerin kendi adlarına konuşmasını engelleyen konumundaki bu entelektüel, tahakkümü sürdürme riskine düşer. Entelektüelin adına konuştuğu insanlar partiye ya da kuramcılara tabi hale gelir. Halk güçleri yukarıdan gelecek kılavuzluğu beklemek zorundadır. Ayrıca resmi karşıtlığın parametreleri dışında duran mücadele tarzları marjinalleştirilir ve yasaklanır.
Spesifik entelektüel ise spesifik bir kurumda ya da disiplinde çalışan kişidir. Hastanede, üniversitede, ailede vb. spesifik entelektüelin bilgisi bütünleştirici bir bilgi değil; spesifik bir alandaki uzmanlığı ve becerisidir.
((Bu tip entelektüelin ortaya çıkışı ikinci dünya savaşı sonrasında rastlar. Bu yeni entelektüelin üç yönlü spesifikliği vardır:

Kendi sınıfsal konumunun spesifikliği

Bir entelektüel olarak durumuyla bağıntılı biçimde yaşam ve çalışma koşullarının spesifikliği
Toplumdaki hakikat siyasetinin spesifikliği))
Spesifik alandaki uzmanlığıyla entelektüel, hakikat üretimi rejimine hizmet eder. Buradaki hakikat doğruyla yanlışın birbirinden ayrıldığı ve doğruya birtakım spesifik iktidar etkilerinin yüklendiği kurallar bütünüdür.
Evrensel entelektüel adalet ve yasa adamından, spesifik entelektüel ise bilgiden doğmuştur.

==Normalleşme
Kadın erkek arasında dahi bir iktidar savaşı vardır. Bu savaş sonucunda kültürün de etkisi ile genellikle kadın kaybeden olur. Savaşın son bulduğu andan itibaren normalleştirme başlamakta, erkek bireyin istediği kurallar çerçevesinde, kadın birey yaşamına bir şekilde devam eder. Ve kadın bu durumu kendisi de ister hale geldiği zaman normalleştirme tamamlanmış olmaktadır.
Yani normalleşme bireyin de iktidarın istediği şeyi kendisi için istemesi durumudur.

Normalleştirme toplumu

Dik bir eklemlenmeye göre, disiplinin normuyla düzenlemenin normunun kesiştiği bir toplumdur.
Makro iktidarların, mikro iktidarları belirlemesi beklenirken, mikro iktidarlarda oluşan değerler makro iktidarın şekillenmesinde önemli bir aşama olmaktadır. Belirlenen makro iktidarlar ise zaman içerisinde mikro iktidarları şekillendirmektedir. Zamanla iyice güçlenen makro iktidarlar veya makro kültürler, dünya üzerinde bir topluma özgü kültürleri, yavaş yavaş evrensel kültüre karıştırmakta ve yok etmektedir. Bu nedenle daha önceden normal olarak görülen kişiler ve davranışlar, iktidarın yeniden şekillenmesi ile normal olmayan davranışlar ve bireyler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kişiler kendi kimliklerini sürekli değişen ve genişleyen iktidarın kimliğine uyduramamış olanlardır. Bir süre sonra normal olarak görülmeyen bu bireyler, kapatılma, tecrit edilme gibi eylemler ile ıslah edilmeye, bir anlamda normalleştirilmeye çalışılmaktadır.
En büyük düşman, stratejik düşman faşizmdir. hepimizdeki faşizm, kafalarımızdaki ve her günkü davranışlarımızdaki, iktidarı sevmemize yol açan, bizi belirleyen ve sömüren şeyi arzulamamıza neden olan faşizm.
==Filozofun Görevi
Filozof kimdir diye sorulduğunda, Nietzsche’ye göre sorunuza cevap verebiliriz: Ona göre filozof, düşüncenin durumuna teşhis koyan kişidir der. Felsefe, Nietzsche’ye kadar ebediyetle ilgileniyordu. Nietzsche, felsefenin alanına bugünü dahil etti. O ilk filozof gazeteci oldu. Nietzsche’den bu yana felsefenin görevi teşhis koymak iken, felsefe artık herkes için, bütün zamanlar için geçerli olabilecek bir hakikati söylemeye çalışmak değildir.
Filozofun görevi, günümüzde belki de insanlığın mitsiz işleyebileceğini keşfetmeye başladığını kanıtlamaktan ibarettir. Toplumda filozofun rolü yoktur. Düşüncesini grubun güncel hareketi karşısında bir yere yerleştiremeyiz.
==Özne ve Öznellik
Öznel deneyimi açıklamak için öznenin değil, o deneyimi kuran sölem ile söylemin karşılıklı ve kaçınılmaz bir ilişki içinde olduğu iktidar sistemlerinin analizini yapmak gerektiğini söyleyen Foucault, bir yandan iktidar ile özne arasındaki ayrılmaz ilişkinin altını çizmiş, bir yandan da öznel deneyimin kurulmasında insan bilimlerinin oynadığı rolü ortaya çıkararak çok güçlü bir bilim eleştirisi getirmiştir
==Kapatılma
Bernauer’e göre Foucault’nun eserlerinde kapatılma eylemi, üç farklı ilişki biçimindedir. Bunlar: Felsefi, siyasi ve Etik kalıplardır. Bernauer’ün bu kapatılma biçimlerini nasıl tanımladığını görelim:
“Felsefi kapatılma benmerkezli bir yanılsamaya dayanıyor. Bu yanılsamada insanın kendisi tarihsel olmayan bir doğa olarak, ayrıcalıklı bir düşünme nesnesi olarak görülüyor ve insanın egosu her türlü düşünce ve anlamın özerk kaynağı makamına oturtuluyor. Siyasal kapatılma, kitlelerin hem daha faydalı hem de daha uysal kılınmaları amacı doğrultusunda kalabalık nüfusları yönetme projesine hizmet eden bir bireyselliğin kurulumunu içeriyor. Etik kapatılma ise modern bilgi-iktidar ilişkilerince üretilen pozitif insan figürleriyle özdeşleşme arzusunu körükleyen, kendilikle özel bir ilişki kurma kipinin tanımlanmasına dayanıyordu
==Eleştiri
Bilgiye bağlı dogmatizmin tüm etkilerini ve dogmatizme bağlı bilginin tüm etkilerini mümkün olduğunca, yani en derin ve genel biçimde açığa çıkarma girişimi diyebilirim
Hobbes’a göre büyük farklılıklar olsaydı savaş olmazdı, anında bloke olurdu. Farklılık, barış getirir Hobbes’un bu modelinde devletin kökeninde gerçek bir savaş yoktur, bir diplomasi ve oyun vardır