Tuesday, May 1, 2012

Yaralı Zaman

"Ferit Edgü ile Yaralı Zaman'lar Üzerine Söyleşi"

 Abidin Parıltı
"YARALI GÖVDE, YARALI YURT VE YARALI ZAMAN"

Ferit Edgü: "Halepçe'yi İstanbul'da bir yara gibi yaşadım. Halepçe adını anmıyorum, ama Yaralı Zaman'ın odak noktasında o kıyım var. Nasıl diyeyim, gitmeden gittim, görmeden yazdım."

Minimalizmi bize biraz anlatabilir misiniz? Çünkü ilk eserlerinizden itibaren olabildiği kadar az kelimeyle "olay"ları anlatıyorsunuz. Bu tercih, edebiyatınız için nasıl bir anlam taşıyor?
Minimalizm: Az söz, çok çağrışım, çok anlam. Minimalist sözcüğünü, daha önce de yazdım, görsel sanatlardan ödünç aldım. Ve ilk kez 1990′ların başında kullandım. Oysa, 1950′lerin sonunda böyle metinler yazıyordum. Resim sanatında, çok renklilik, birçoklarının sandığı gibi, bir tabloda onlarca renk kullanmak değil, çok az renkle, onların aralarındaki raporlarla, çok renkli bir resim yaratmak demektir. Ben gerek betimlemelerden, gerek sıfatlardan uzak durdum oldum olası. Pek fazla roman yazmamamın nedenlerinden biri de bu.
  Doğu'yu çok önemsiyorsunuz. Doğu'daki yaşama bakış ise aslında edebiyatınızın temelini oluşturan dil öğesini destekler niteliktedir. Bu bakış der ki: İnsan yılların içinden geçtikçe yalınlaşmak, en basite ulaşmak ister. Bu yüzden önce karmaşık olandan kurtulmalıdır. Doğu'nun bu düşüncesini ve sizin minimalist bakış açınızı bir araya getirebilir miyiz acaba?
Doğu, benim ikinci doğuşumu yaşadığım yer. Yıllar yılı, Batı'da, özellikle Paris'te yaşadım. Ama hiçbir zaman Paris'i bir ikinci yurt olarak görmedim, benimsemedim. Oysa, bir yazar, bir entelektüel olarak bu kente, Fransa'nın o ülkenin kültür ve sanatına çok şey borçluyum. Ama Doğu, başka bir şey. Diyebilirim ki, orda insanoğlunun gerçeğini duyar gibi oldum. Daha da önemlisi, kendimi, o dağ başında buldum, çırılçıplak. Tüm bir kış boyunca onunla konuştum, dertleştim, sorguladım. Doğuda, yaşam tekdüze ve yalındı. Ama, algılamasını bilenler için derinlikten yoksun bir yaşam değildi. Bu gerçeği dile getirmek için, büyük imgelere, aşırı "edebiyata" gerek olmadığı kanısındayım. Hiç değilse ben böyle bir yol izledim.
Dağların yamaçları, kayaları, buzulları denli yalın bir dil. Diyebilirim ki Hakkâri'de yaşadığım bir mevsim beni değiştirirken dilimi de değiştirdi.
 Genelde Doğu özelde ise Hakkâri neden edebiyatınızda bu kadar önemli bir yer tutuyor? Bu iklimin/coğrafyanın hangi özellikleri sizin ilginizi bu kadar diri tutuyor ki yıllar sonra Hakkâri'ye dönme ihtiyacı duydunuz?
Söyledim, orası benim dünyaya gözümü açtığım yurdum. Geçende bir söyleşi sırasında ordan ayrılırken bir yarımı orda bırakmışım gibi, dedim. Sonradan gördüm bunu. Bana bunları belki de o yazdırıyor. Bir yarımı Hakkâri'de bıraktığım, o da Hakkâri'den hiç ayrılmadığı için bir dönüş söz konusu değil. Yaralı Zaman'daki dönüş, zaman üzerinden bir dönüş. Ama bunun ne anlama geldiğini sormayın bana.
 Yaralı Zaman'da yine olabildiğince az kelimeyle ve boşluklu bir anlatımla Doğu'ya, yurdun yaralı tarafına Hakkâri'de Bir Mevsim'den yıllar sonra dönmüşsünüz? Bu süreçte değişen ne sizce?
Halepçe kıyımı sırasında, bir gazetemize, onlar adına Hakkâri-Irak sınırına gitmek istediğimi söyledim. Bunu bir gazete adına yapmamın tek bir nedeni vardı: güvenlik. Bana yanıt vermediler. Bunun yerine bir başka yazarı gönderdiler bölgeye. Ama ben Halepçe'yi burada İstanbul'da bir yara gibi yaşadım. Halepçe adını anmıyorum, ama Yaralı Zaman'ın odak noktasında o kıyım var. Nasıl diyeyim, gitmeden gittim, görmeden yazdım.

Ferit Edgü"Hakkâri'de Bir Mevsim" 1976′da yazıldı ve 1977′de yayımlandı. Benim Hakkâri'den ayrılmamdan on iki yıl sonra. Hakkâri'ye, Halepçe'den sonra gitseydim, belki de bu metinleri yazamazdım. Aradan geçen süre içinde her şey değişti. Her şey, 1960′larda da, Hakkâri'de her şey günlük gülistanlık değildi, ama bugünkü gibi bir trajedi de yaşanmıyordu. Oranın insanı yaşamla ölümü birlikte yaşamıştır oldum olası. Şimdi ölümle ölümü yaşıyor. Öksüz olmayan kimse yok. Ölmeyen kimse yok. Dağlar taşlar bile.
 Romanlarınızdaki bir karakter olarak değil de (zira siz "olayları gözlerimi kapadığımda daha iyi görüyorum" diyorsunuz) Ferit Edgü olarak Hakkâri'ye yıllar sonra bir daha gittiniz mi? Nasıl hayatlarla karşılaştınız?
Hayır, gitmedim. İki yıl önce Diyarbakır'a gittim. Orda gördüklerimden sonra, Hakkâri'ye iyi ki gitmemişim, dedim. Çünkü belleğimdeki tüm Diyarbakır imgesi yıkıldı. O güzelim Ortaçağ kentinden geriye kişiliksiz, yoksul bir kent kalmıştı. Dicle bile kurumuştu. Hakkâri'de bir zamanlar yaşadığım köylerin artık yerinde olmadığını biliyordum. Gitmek, neyi görmek, kimlerle konuşmak için? O günkü öğrencilerimden çoğu bugün Avustralya'da yaşıyor.
 Bu bağlamda o coğrafyanın sorunlarına nasıl çözüm bulunabilir sizce?
Bilmiyorum. Yazarlar bu tür çözümler üretemezler. Kafalarında bir çözüm olsa bile, bu genellikle, uygulanabilir bir çözüm değildir. Ortadoğu'nun yeniden yapılandırılması planları, hiç kuşkum yok, çoktan yapılmış. Şu anda uygulama çalışmaları yapılıyor zamana yayarak. Son sözü söyleyecek bizler değiliz. Ne de o yörenin halkı.
 Düş, edebiyatınız için nasıl bir anlam taşımaktadır? "Hakkâri'de Bir Mevsim"de düş ile gerçek bir aradaydı. Burada da karakteriniz gözlerini kapatıyor ve kendisini o topraklarda buluyor. Bir düşten gerçekliğe ayak basıyor. Otuz yıl önce düşsel olan Hakkâri. Yaralı Zaman'da yaşadığımız zamanların gerçekliğine varmış durumda. Bu tercihin özel nedenleri var mı? Varsa nelerdir?
Bir zamanlar, düşün içindeki gerçekle, gerçeğin içindeki düşten söz etmiştim. Benim yazdıklarımın özeti gibidir bu. Tabii burdaki düş sözcüğü rüyanın karşılığı değil. Gözler açıkken görülen düş söz konusu. Düş gücü insanoğlunun sahip olabileceği en büyük zenginliktir. Düş gücümle yolculuklara çıkabilirim; çıkıyorum. Yalnız coğrafyada değil tarihte de. Yalnız tarihte de değil, insanların iç dünyalarında da. Gerçekliğin gerçeğine, özüne varmak için bu düş gücüne gereksinmemiz var. O yoksa hiçbir şey yok. Ne çözümler var, ne de mutlu bir gelecek. Yalnızca ölüm var. Yalnızca öldürümler var. Yok olmakta olan bu güzelim dünya var. Yaralı Zaman'ı bu güce borçluyum. Masamın başında, elimde kalem, böylesi yolculuklara çıkmamı, insanlarla karşılaşmamı, onlarla konuşmamı sağlıyor düş gücüm. Söz konusu tercih değil, bir zorunluluk.

Hakkâri'de Bir Mevsim'de kimse Kürtçe konuşmuyordu. Orada başka bir dilin olduğu bilinmesine, öğretmen tarafından bu dillendirilmesine rağmen, o dil de Türkçe söylenişiyle yazılıyordu. Oysa burada Hakkâri insanı artık Kürtçe konuşuyor. Sorularını/cevaplarını/tepkilerini Kürtçe veriyorlar. Bu değişimin nedeni ne olabilir? Bu "yaralı zaman"ları aştığımız anlamına mı geliyor?
Dil, insanoğlunun en büyük gerçeğidir. Kimse, hiçbir güç, insanın elinden bu gerçeği koparıp alamaz. Onu yok sayabilir. Ama bu, o dili konuşanların, o dilin sahiplerinin sorunu değildir.
Hakkâri'de Bir Mevsim'i yazdığım yıllarda, önce de söyledim daha Doğu, bugünkü Doğu değildi. O günün sorunları da henüz tartışma alanına girmemişti. Ama ordaki dil, Kürtçe varlığını, gerek "Kimse"de, gerek "Hakkâri'de Bir Mevsim"de kendini duyuruyordu.
Bugün durum farklı. Yıllardır, etnik kökenli bir mücadele söz konusu. Dil de, bu mücadelenin bir parçası olarak gündeme girdi. Yaralı Zaman'da birkaç Kürtçe cümle var, evet, bunun nedeni, metni yazarken o sese gereksinme duymam.
 Hakkâri'de Bir Mevsim ve Yaralı Zaman'ı karşılaştırdığımızda karşımıza çıkan en önemli kavram "değişim" oluyor. Bize biraz bu değişimden söz eder misiniz? Bu değişimi göstermek miydi Yaralı Zaman'daki niyetlerinizden/ önermelerinizden biri?
Olumsuz bir değişim. "Kimse"yi, "Hakkâri'de Bir Mevsim"i, "Doğu Öyküleri"ni ve "Yaralı Zaman"ı yan yana koyup okursanız bu değişimi bir ölçüde görebilirsiniz. Yaralı Zaman'da kanayan yarayı dile getirmek istedim. Acıyı. Bir kez daha çaresizliği. "Yaralı Zaman"ın başlangıçtaki adı "Zap"tı. Zap nehri gibi akan bir anlatı, bir roman düşlemiştim. Orada yeniden yaşamadan böylesi bir roman yazamayacağımı gördüm. Buna hakkım olmadığını da.
 Yaralı Zaman'da hep gündemde olan kelime sizin Seferis'ten emanet aldığınız "yara"dır. Sizce toplum olarak biz gerçekten yaralı mıyız? Hem gövdelerimiz hem zamanlarımız hem de yurdumuz yaralı mı? Neden?
"Zap" adı, Seferis'in, acısını hâlâ yüreğimin içinde duyduğum sevgili Samih Rifat dostumun çevirisinden o iki dizeyi (Yaralı gövde, yaralı yurt/Yaralı zaman) okuduğumda, hemen değişti. Gördüğünüz gibi, yaralı olan yalnız zaman değil, her şeyimiz yaralı. Hepimiz yaralıyız. Kimimiz farkında, kimimiz değil. Yaralı yurt kan yitiriyor, onunla birlikte bizler de.
 Bu anlamda yaralarımızı sağaltmak için sizce nelere ihtiyacımız var?
Birçok şeye. Akla, sağduyuya, önyargılardan kurtulmaya, geçmişi doğru değerlendirmeye ve gerçekçiliğe.
 "Hakkâri'de Bir Mevsim"de köylüler yoklukla, yoksullukla baş etmeye çalışırken Yaralı Zaman'da bu sorunlara savaş, ölüm ve geceyi aydınlatan kurşun sesleri eklenmiş durumda. Düş katı bir gerçekliğe dönüşmüş. Ama buna rağmen insanlar yurtlarından sürgün olmayı düşünmüyorlar. Yani sorun sadece ezberlenmiş bir davranış biçimi olarak sadece "ekonomi"den geçmiyor sanırım…
Her şeyin ekonomik durumla açıklanması gerilerde kaldı. Ekonomi, toplumsal yaşamın motoru, evet, ama insanoğlunun yaşamına yön veren tek etken değil. Doğu'nun başlıca sorunu ekonomik. Bunu kimse yadsımıyor. Ama Doğu'nun ekonomisi çok iyi bir duruma gelse, bugünkü temel sorunların değişeceği kanısında değilim. Bir zamanlar olabilirdi, bugün değil. Ekonomi kadar, örneğin, iklimin de o yöre insanının karakterini, dünyaya bakışını etkilediğini düşünüyorum. Ben, ölümü, sıradan, herhangi bir olay olarak yaşayan bir başka insan topluluğu görmedim. Yolları yok, ekilecek toprakları yok, ama köylerine, mezralarına, dağlarına, derelerine, zomalarına, hattâ çıplak kayalarına bağlılar. Bu zorlu doğal koşullara karşın, topraklarından, sonsuz kışlarından kopmak, başka bir yere yerleşmek istemiyorlar.
Diyarbakır'a gittiğimde, gecekondularda yaşayan, Hakkâri'nin köylerinden gelme insanları gördüm. Son derece mutsuzdular kent yaşamından. Yakılmış, yıkılmış da olsa köylerine, koyunlarına, kurtlarına, köpeklerine dönmenin, evlerini, ahırlarını yeniden inşa etmenin düşünü kuruyorlardı. Benim kolay kolay anlayabileceğim bir şey değil. Ama bu, benim değil onların yaşamı.

Yaralı Zaman'da yolculuk imgesi yeniden karşımıza çıkıyor…
Her roman, öykü, şiir bir yolculuktur. Sizi çağıran, alıp götüren, sonra değiştirip geri getiren bir yolculuk. Döndüğünüzde artık aynı insan değilsinizdir. Ben gençliğimden beri yolculukları sevdim, yolculuklar yaptım. Yurtiçinde, yurtdışında. Ama hiçbir yolculuk, kitapların beni alıp götürdüğü yolculuklar kadar değiştirmedi. Düşünsenize, sıcak odanızda Hakkâri'yi okuyor ve tir-tir titremeye başlıyorsunuz. Doğrusunu isterseniz, her büyük edebiyat bir yolculuktur. Céline'in bütün romanları, Conrad'ın bütün romanları bir yolculuğu anlatır. Savaş ve Barış geçmişe, tarihsel bir yolculuktur. Ecinniler insan ruhuna bir yolculuktur. Tüm destanlar, başta Homeros, bir yolculuğu anlatır.
 Yaralı Zaman'da "insan yurdunu bırakıp gider mi?" diye soruyorsunuz. Hakkâri'deki öğretmen bir sürgündü. Yaralı Zaman'da ise o sürgün, yıllar sonra Hakkâri'ye sürgün zamanlara dönüyor. Bu anlamda sürgünlüğü ve yurt kavramını bize biraz anlatabilir misiniz?
Az önce Diyarbakır'daki Hakkârililerden söz ettim. Sürgün, illa da "yabancı" bir yere gönderilmek demek değil. Aynı dilden konuşan, aynı soyun insanları arasında da sürgün olarak duyabilir insan kendini. Ama sürgünün en acısı, zorunlu ya da gönüllü olarak (çoğu kez aynı şey) yurdundan ayrılmak zorunda kalmaktır. Yeryüzünün tüm insanları, bundan aynı şekilde etkilenmez. Örneğin, Hollandalılarda bu duygu çok azdır, keza İngilizlerde de. Bu coğrafyada yaşayan köylerde ise dramatik boyuttadır. Bu coğrafyada yaşayan insanlar sözünü özellikle söyledim. Çünkü yalnız biz Türklerde değil, bu toprakların diğer insanlarında özellikle Ermenilerde, hatta Rumlarda ve tabii Kürtlerde, sürgün acısının, birçok kez tanığı oldum. Bu topraklar insanı çeker. Nâzım'ın hasretini anımsayın. Niçin çeker? Çekmemesi için bin neden varken, o çeken bir neden nedir?
Bilmiyorum. Sanırım, hiçbirimiz bilmiyoruz.

* Radikal Kitap, 12/10/2007

Yaralı Zaman
Ferit Edgü
Can Yayınları, 2007, 88 sayfa