Thursday, October 25, 2012

Mikhael Bahtin- Tahakküm ve Direniş Sanatları


Bakhtin, Rabelais incelemesini yazarken karnavalla olduğu gibi yüksek Stalinizmle de kedi ve fare oyunu oynuyordu. Resmî yalancılık ve tahakküm altındaki söylem alanını Stalinist devletle, Rabelais’nin karnaval ruhunu da baskıya rağmen hayatta kalacak bir sahne arkası ve kuşkuculukla eşitlemek zorlama olmayacaktır.

[Tahakküm ve Direniş Sanatları, James C. Scott]

Bahtin denilince ilgilisi açısından akla gelen ilk şey diyaloji (ya da diyalojizim) ve karnaval (ya da karnavalesk) kavramları olacaktır. Sovyet iktidarıyla olan sorunlu ilişkisi sürekli olarak gizlenmesini ve sessizliğe bürünmesini getirmiş ve bir unutuluş halinde çalışmalarını sürdürebilmiştir. Ne kadarı kasıtlıdır emin değilim, ama uzun bir süre görmezden gelinmesi de sözkonusu. 70′li yıllardan itibaren kuramsal alanda kendinden söz ettirmeye başlaması, yapısalcılığın ötesine geçme arayışları bağlamında anlamını bulur. Bunun, muhtemelen, Bahtin’in çalışmalarının yapısalcılık, fenomenoloji gibi eğilimlerle açık ya da örtük tartışma halinde gelişmesiyle bağlantısı vardır. Bahtin’in Rus Biçimciliğinden etkilemiş olması ve aynı zamanda biçimciliği aşmaya dönük çabaları, yapısılcılığın aşılması sürecinde yeniden hatırlanmasına kaynaklık etmektedir anlaşılan o ki. Kristeva’nın “metinlerarasılık” kavramı, diyaloji kavramından yansılanır bir bakıma. Nitekim yapısalcılık-sonrası teori’in temsilcilerinden biri sayılan Kristeva’nın, Bahtin’in yeniden bulunuşuna önayak olması bir tesadüf olmasa gerek. Edebiyat, felefe, psikanaliz ve siyasal düzlemi kapsayan ve metinlerarası okumalarla ilerleyen yönelimler gösterirler her ikisi de.
Bahtin denince akla gelen diğer kavramlar ise merkezsizlik, kronotop, heterologsia, çokseslilik vb.dir. Bu kavramlar çercevesinden bakıldığında bile, Bahtin’in yaklaşımını belirli bir tür analiz yöntemine indirgemek olanaklı görünmemektedir. Dil felsefesine ve edebiyat kurmaına odaklanmış görünmekle birlikte, Bahtin’in yazıları disiplinlerarası ve metinlerarası arası bir konumda ilerlemektedir. Bahtin ortaya belirli kavramlar koymuş ve bütün yaşamı boyunca sürekli olarak bunları yeniden yeniden değerlendirerek çalışmalarını sürdürmüştür. Bu yanından bakılırsa Bahtin’in disiplinler-ötesi ya da üstü, yani bir bakıma bir “üst söylem” düşünürü gibi ortaya çıktığını söyleyebiliriz. 70′lerden itibaren, Bahtin’in, ürettiği kavramlarla ve yaklaşım biçimiyle, “aydınlanmacı evrensel akıl” ve “tek sesli dünya görüşü“ne itiraz eden bir konumdan yeniden değerlendirilmesi sözkonusu olacaktir. Kısacası, Bahtin’i okurken her zaman işin siyasal ve felsefi boyutları olduğunu hesaba katmak zorundayızdır.
“Bahtin’i okurken, kurmacayı nasıl okuduğumuz ve hatta nasıl değerlendirdiğimiz sorusundan çok daha fazlasının söz konusu olduğunun artık açıklık kazanmış olması gerekir. Bu kitaptaki, yazarın sesini aşma çabası, belli sanatsal etkiler yaratmak için hangi teknik araçların kullanılması gerektiğini anlatan bir elkitabının yaklaşımını sergilemiyor elbette; daha çok, insan hayatının ne anlama geldiğini düşünmeye dair bütünlüklü bir teşebbüsle ilgili kapsamlı soruların ömür boyu süren araştırılmasının parçasıdır. Hayatımızın ne anlama geldiğini nasıl bileceğiz ve yıkıcı veya ilgisiz basitliklere başvurmadan, indirgemeci olmadan bunun hakkında birbirimize nasıl bir şeyler söyleyeceğiz? Romancılar karakterler tahayyül ederken karakterlerin yaşadığı dünyalar tahayyül ederler, değerlerle yüklü dünyalardır bunlar. Bu birçok dünyayı tek bir dünyaya, yazarın dünyasına indirgediklerinde ise yanlış bilgi verirler; şeylerin nasıl olduğu hakkında yalanlar söyleyen temelde bencilce bir çarpıtma yapmış olrular. Dolayısıyla, Bahtin’in nihai değerinden –bir Büyük Diyaloğun tam kabulü ve bu diyaloğa katılım– “edebi eleştiri”nin birçok parçasından bir tanesi olarak söz edilmemesi gerekir; hele kurmaca tekniğine veya (biçimin alışıldık anlamında) biçime dair bir inceleme hiç değildir. Bizim hayatlarımızı belli sınırlar dahilinde yansıtma –ve geliştirme– yollarımıza dair felsefi bir incelemedir.” [Dostoyevski Poetikasının Sorunları’nın Sunuş’u içinde. Bağlantıyı aşağıda veriyorum]]

sovyetlerde iç-savaş
Bahtin’in Rus Biçimcileri’nden etkilendiği biliniyor. Bir düsünce insani olarak kaderi de  bir bakima onlarla birlikte sekillenecektir.
Rus Biçimcileri, 1930′larda, estetist ve halktan kopuk sanat yapmak suclamasıyla yasaklanır. 1928 ile 1933 arasındaki döneme bakıldığında, Sovyetler Birliği’nde bir tür iç-savaşın yaşanmaktadır. Muhtemelen bu, sosyalist tarih yazımcılarılarının kabul etmeyeceği bir tespittir. Onlar bu süreci, “proletaryanın sınıfsız topluma doğru gidişinin adımları” ve “gerici ayaklanmalar” olarak adlandıracaklardır. Stalin’in iktidardaki yerini sağlamlaştırma yönündeki girişimleri tamamlanmak üzeredir o sıra. Girişlen tasfiye sürecinin ikili bir boyutu vardır: Bir yandan parti içinde “bazı kadrolar” temizlenmektedir, bir yandan da komünizm adına zorunlu kollektifleştirmelerle “köylülük” ortadan kaldırılmak istenmektedir. Her iki girişimin karşısında gösterilen direnç elbette bastırılacaktır. Ancak bu sırada tablonun bir içsavaş manzarasına döndüğünü anlamak zor olmasa gerek.
İşin bu tarihsel boyutuyla daha fazla ilgilenmeyeceğim. Rus Biçimcilerinin tasfiyesinin gerçekleştiği sürece bir bakış için yeterlidir. Bu sırada sadece fiziki zor değildir devrede olan, ideolojik tahakküm oluşturma sürecide işletilir doğal olarak. “Stalin Rejimi” (rejimi, en azından belirli bir döneme istinaden sembolik anlamda böyle Stalin ile birlikte adlandırabiliriz sanıyorum), devrimci irade adına konuşma yetikisini eline almış, sadece zor yoluyla değil, düşünsel alandaki tahaküm yoluyla da egemen olmak olmak istemiştir. Resmi sanat anlayışının da bunun bir parçası olarak rol oynadığı varsaymak abartılı olmasa gerek. Elbette politik sanat ya da sanatın politize edilişinin tek marksist yorumu böyle anlaşılmak zorunda değildir. Ama dönem içinde böyle anlaşılmıştır. Rus Biçimcileri’nin halktan kopuk ve estetist olma iddiasıyla bastırılması, tam da bu süreçte oldukça manidar görünüyor. Kapatmalar, yasaklamalar, sürgünlerle bu bastırma işlemi  gerçekleştirilir.
Bahtin de bu sırada, gizli dinsel faalitelerde bulunmak suçlamamasıyla sürgün ediilir. Sözkonusu suçlamanın karşılı nedir bilmiyorum. Ama bu sürgün ve olan bitenler bahtin’in ortadan kaybolmasının ve ölümün ardından bile uzun süre devam edecek olan suskunluğunun başlangıcı olacaktır.
“Rus Biçimcileri ürünlerini aşağı yukarı 1915-1930 yılları arasında verdikleri için, esere dönük biçimci yaklaşımı Yeni Eleştiri akımından önce başlatmış sayılırlar. Ama Rus Biçimciliği aynı zamanda, 1960’larda ortaya çıkan Yapısalcılığın önemli kaynaklarından biridir. Yazın bilimine on beş yıl kadar çok önemli katkılarda bulunan Rus Biçimcileri Sovyetler’in resmi sanat anlayışına ters düştükleri için 1930’dan sonra baskı altında kaldılar ve sustular, ya da tutumlarını değiştirdiler. En ünlüleri arasında şu adları sayabiliriz: Boris Tomaşevski, Viktor Şklovski, Boris Eichenbaum ve Yuri Tinyanov. Çalışmalarına Rus Biçimcileri ile başlayan Roman Jacobson 1920’de Rusya’dan ayrıldığı ve Çekoslovakya’ya giderek Prag Dilbilim Topluluğu’nu kuranlara katıldığı için Rus Biçimciliğini, bir bakıma, Avrupa’da devam ettirmiş oldu.”
[Berna Moran, Edebiyat Kuramı ve Eleştiri; şurada Rus Biçimciliği başlıklı bölüm mevcut]
Bahtin’in suskunluğu elbette, tam bir suskunluk değildir yine de. İktidarla karşı karşıya gelme pozisyonundan çekilmiştir; ancak yazmakta, görünüşte doğrudan gümdemle ilgili olmayan kuramsal çalışmalarını sürdürmektedir. Yazdıklarını yayınlama yoluna da gitmez neredeyse. Ancak sonradan geriye dşnüp bakıldığında ortaya çıkan tablo, burdaki yazma girşiminin bir tür karnavalesk etkiye sahip olduğunu düşünme imkanı verir. Scott’un işaret ettiği nokta özellikle burasıdır. Yazı, bir varoluş imkanı olarak belirmiştir suskunluğa bürünen için.
Sosyalist iktidarın Rus Biçimcileri’ni bastırma biçimi ve bunun anlamı önemli bir sorun alanı olarak incelnemye ve ayrıntılı olarak anlaşılmaya muhtaç görünüyor. Yeterli verilere ulaşırsam başka yazılarda bunu devam ettirmeye çalışacağım yine. Ancak şimdilik geçiyorum.

dil ve bazı bahtinien kavramlar
Diyalojik düşünme, böyle bir düşünmeden sözedilebilirse, Dil’in doğasından gelir Bahtin’e göre ve merkezsizleşme’nin temeli de budur. Merkezsizleşme, yapısalcılık-sonrası-teorinin ulaştığı noktalardan biridir aynı zamanda; dilin sadece bir yapı olarak anlaşılmasının sınırlarına varıldığında, yapının merkezsizliği öne çıkar ve bu durum bir anlamda yapısalcı düşünce stratejisinin görmezden gelmek zorunda olduğu bir sorundur. Yapısalcılık özneyi merkezsizleştirir, yapısalcılık sonrası teoride ise buna dilin merkezsizleştirimesi hareketi eklenir. Benzer bir eğilimin tarihi yeniden devreye sokmaya çalışan Bahtin’de de görülür.
Bahtinci dil anlayışının Saussuercu dil anlayışından farklılaşan noktasına işaret etmek gerektir bu noktada. Bahtin, dilin birliğinin, yani sistemli bir bütün olmasının verilmiş sabit öz değil, varsayımsal bir şey olduğundan hareket eder. Bunun anlamı şudur: Dilin her ne kadar sistemli bir bütün olarak anlaşılması doğru ise de, bu bütünlükte, bütünlüğün tamamen eritemediği ögeler her zaman mevcuttur. Saussuere, dil ile sözü ayrıştırır ve dili soyut bir sistem olarak incelemek düşüncesinden işe başlarken, Bahtin ise ters bir yönden, sözcenin tarihselliğnden hareket eder. Yapısalcı dilbilimin dışladığı tarihi devreye sokar Bahtin.
Dil bu durumda, bir yapı olarak kabul edilse bile, öznenin önünde çeşitliolanaklar sunan bir yapı olarak bulduğu bir şeydir. Göstergenin yapısının bizzat “diyalojik” olduğu düşüncesi vardır burada. Bu iddia, hem anlamın özneyle sınırlı olmasını engeller, hem de öznenin tamamen dışına çıkarılmasını. Eğer gösteren ile gösterilenin belirli bir andaki ilişkisine bağlı olarak gösterge ortaya çıkıyorsa, bu ilişkinin sağlayıcı faktörlerinden biri olarak öznenin, salt bir anlamın taşıyıcısı olarak düşünülmesi uygun olmayacaktır. Burada devreye sokulan diyaloji kavramı, anlamın merkezsizleştirimesini getiri beraberinde. Konuşan ile dinleyen arasındaki ilişkiden önce anlamın var olduğundan ve tam olarak kurulmuş olduğundan sözetmek imkansızdır çünkü.
Bunlar özetle Bahtinci dil anlayışının özgül yanlarını veriyorlar sanırım. Aynı zamanda burada yapıısalcılık sonrası teoriyle Bahtin arasındaki ilşkileri değerlendirmek de olanaklı olabilr. Mesela Derrida, anlamlandırma sürecinin bitimsiz bir hareket  olduğunu belirttiğinde Bahtinci yaklaşımla benzer bir önermeyi dillendirmektedir bir bakıma. Derrida, göstergenin bizi daima başka göstergelere gönderdiğini ve “anlamın kapanımsızlığı” denilen şeyin tam da burada ortaya çıktığını belirtir. Anlam bir kerede sabitlenip karara bağlanamay, aks,ine sürekli ertelenir -”anlamın ertelenmesi”. Derrida bunları söylerken yine de, dili bir sistem olarak alır ve bu süreci dilsel bir geröeklik olarak değelendirir. Bahtin işe daha çok tarihi ve toplumu sokmaya çalışır. Yeni anlamları ortaya çıkaran unsurlar, aynı zamanda tarihsel ve toplumsal değişmelerdir. Burada bir tür, toplumsal dilbilimcilere özgü yaklaşım buluyoruz sanıyorum. Anlamı dilin değil sözün bağlamına yerleştiren bir yaklaşımdır bu daha çok. Derrida ile Bahtin arasındaki yakınlıkları ve farklılıkları değerlendirmek ilginç bir okuma olacaktır muhtemelen. Yapısalcılık-dışından gelerek Bahtin’in meseleye bulduğu karşılıklar postyapısalcıların bulduklarına benzer nitelikler taşıyor, ama bazı temel noktalarda yine de ayrımlar sözkonusu. Toparlamak için o noktadan daha fazla ilerlemeyeceğim. hem bunu ehil kişilerin yapması dah iyi olur.
Diyalojik nitelik, dilin yapısal bir özelliğidir başlangıç noktamıza geri dönersek. Dil, yapısı gereği çok-dillidir. Anlamlar-arası karşılıklı etkileşim olmaksızın bir dilden söz etmek anlamsız olacaktır bu anlayışa göre. Herşey ancak geniş bir bütünün parçası olarak anlam taşır, ancak bu bütün anlamın tarihsel kuruluşundan önce tamamen var değildir. Dil elbette Sausseure’un belirttiği gibi, konuşan öznenin dışında ve ondan önce vardır; bununla birlikte dili mevcuda getiren ve gerçekliğini ortaya çıkaran konuşma anı‘dır. Konuşma anından önce dilden ancak soyut bir şey olarak bahsedilebilir; bu durumda anlamdan sözetmek düpedüz saçmadır, çünkü anlamın ortaya çıkışında önemli olan dilin somut varlığıdır.
Anlam, konuşma anında, karşılıklı etkileşim ve mücadele halinde beliren bir şeydir. Hangi anlamın hangi anlamı nasıl etkileyeceği ve/ya da hangi anlamın etkisinde kalacağı, ne şekilde etkileneceği, hangi anlamın baskın olacağı vs. tamamen konuşma anındaki etkileşim biçimlerine bağlıdır. Bu da devreye toplumsal ve siyasal koşulların girmesi anlamına gelir. Şu halde, dilsel edimlerin, sözcelerin tarihselliği dikkate alınmaksızın dilden bahsetmek doğru bir yol olmayacaktır Bahtin’e göre ve onun Sausseurecu dil anlayışına temel itirazı tam da bu noktaya ilişkindir.
Burada sanıyorum, diyalojik düşünmenin siyasal alanda işleme sokulan hegemonya düşüncesiyle ne şekilde etkileşime gireceği de biraz belirginleşiyor. Diyaloji çoğul anlamlar-arası iletişimdir ve bu yanıyla da öznelerin çoğulluğunu varsayar. Diyaloji, iki öznenin konuşması değildir, çok-sesliliktir, yani bir çok öznenin  konuşmasıdır. Diyalogun bağlamlarının sınırsızlığından kastedilen budur. Sözcelerin çokluğunun indirgenebileceği tek bir dilsel düzlem sözkonusu değildir. Diğer bir nokta ise diyalojinin diyalektikten farklı bir yaklaşım olmasıdır, o da şudur kısaca; diyaloji, hiç bir şekilde bir sentez düşüncesi içermez. Bağlamlar ve etkileşimler süreklidir ve bu etkileşimlerin içinde karşı oluş ve mücadeleler vardır.
Bahtin, dilde, “merkezcil gücler” ve “merkezkaç güçler” şeklinde bir ayrım ortaya koyarken, dildeki diyalojik düşünmeyi ketleyen ayrımı dile getirir. Birinciler sürekli olarak anlamı sabitlemeye, bütünlüğü sağlamaya ve yaşamın akışını belirli dizgelere dönüştürmeye çalışır, ikincilerse bütünlükten sürekli kaçan ve sabitlenmeye direnen dilsel ögeleri ifade eder. Bunlar arasında sürekli bir itiş kakış olduğunu söylemeye bile gerek yok sanırım. Bu yaklaşımı, Lacla ve Mouffe’un hegemonya anlayışlarıyla ilişklendirmek ilginç olacaktır kanımca. Gerek dilin, gerek kültürün, gerekse toplusal alanın bütünselliğe indirgenip sabitlenebilir şekilde düşünülmesini aşmak bu yoldan denenebilir.
Merkecil eğilim ile merkezkaç eğilim arasındaki itiş kakış meselesi, karnaval kavramının devreye gireceği yerdir aynı zamanda. Karnaval merkezcil güslerin hakimiyetinin askıya alınması ve merkazkaç güçlerin ortaya çıkmasıdır. Çoksesliliğin ortaya çıkışıdır karnaval, tek bir kişinin konuşup geri kalanın dinlediği bir düzenlii değil, herkesin konuştuğu bir anlam çoğulluğu imkanıdır. Karnavalesk olan, düzenin ve monologun askıya alınmasdır. Dilin gerçek niteliğini ortaya çıkaran da bu karnavalesk durumdur. Şu halde diyebiliriz ki, Bahtin Yapısalcılığın devredışı bıraktığı tarihselliği, bağlamsallığı, etkileşimi, merkezsizliği devreye sokmaktadır bir şekilde. Post-Yapısalcılık, Bahtin’in terimlerini kullanmaksızında bu yoldan ilerler bir bakıma. Yapının sökümü, merkezsizleşmeyi artırırken, bağlamsallaştırmayı (bağlamsallığı) öne çıkarır.

öznenin ölümü sonrasında özne
Böylece Bahtinci özne anlayışına bakılması gereken bir noktaya geliniyor aslında, ancaK burada kapsamlı bir Bahtin değerlendirmesinin altından kalkılamayacağından geçeçeğim bu konuyu. Başka bir vakit onun, sanıyorum diyalojik özne demekte bir sakınca olmayacak özne anlayışını değerlendirmek daha iyi olacaktır. Yine deBahtin özneciliğin/ve öznelciliğin aşılmasını gözardı etmez, kısaca buradaki öznelcilik karşıtlığındaki kendine özgülüğü belirtmek yerinde olur.
Özne’nin Ölümü ilanı ve buna bağlı olarak şekillenen öznenin tümden reddiyesi şeklindeki yaklaşımları Bahtin desteklemez. Bahtin’in kaygılarından biri de özneye bir imkan vermektir bir bakıma. Tıpkı Söz’e verilen önem gibi Özne’ye de önem verilir. Yapıslacılık-sonrası-teoride göreceğimiz merkezsiz özne, karar anında beliren özne türünde eğilimlerin ipuçları var gibididr Bahtinci kuramsal yaklaşımda. Ben-Öteki meselesi, Bahtin’in etrafında döndüğü meselelerin başlıcalarından olmakla birlikte, sadece bir edebiyat kuramı meselesi değildir; burada bir özne sorununa/konusuna varırız.
Diyalojik yaklaşım burada da kendini gösterir; öteki sırf ben’in nesnesi değil başka bir öznedir, bu bakımdan ben’in öteki ile ilişkisi, öznenin bir başka özneyle ilişkisidir -ve elbette tam da bu sebeple öznenin bir başka özne aracılığıyla kendisiyle ilişkisidir. Hem etik hem de estetik bir varlık olan Bahtinci özne algısının günümüz tartışmalarındaki yansısı bu kadarıyla bile kendini hissetiriyor olsa gerek.

Toparlayacak olursam:
Bahtin”in Sovyet iktidarıyla çatışma halinde olduğu, dinsel faaliyetlerde bulunmak iddiasıyla suçlandığı, yaşamının çeşitli evrelerinde sürgünde yaşadığı, çoğu zaman yaşamsal kaygılarla ortalıkta görünmemek adına sessiz kaldığı anlaşılıyor. Aktif bir siyasal yaşamı olup olmadığını bilmiyorum, bahsedilen gizli dinsel faaliyetler tam olarak nedir onu da bilmiyorum, ama siyasal baskı dolayısıyla sürekli bir kaçma ve gizlenme halinde olduğu biliniyor.Korkunun egemen kılındığı bir durumda elbette anlaşılır bir şeydir bu.
1970′lerden itibaren batı düşüncesinde yeniden keşfedilene kadar etrafını sarmış olan unutuluş halesinin başlıca sebeplerinden biri bu olsa gerek: Korku. Öte yandan yukarda da kısaca değindiğim gibi, buna rağmen yazı ile varolmaya yönelen bir girişimle korkulan bu iktidarla oynandığını da varsaymak mümkün. Çok açık değil belki, ama ortada bir oyun var. Scot’un “ezilenlerin gizli senaryosu” dediği şey belkide Bahtin örneğinde yazı ile gündeme gelmektedir bir şekilde.
Çoğu zaman sessiizliği ve görünmemeyi seçtiği anlaşılıyor Bahtin’in. Öyle ki çok uzun süre başkaları tarafından hem gerçekten görülmeyecek hem de görülse bile görülmezlikten gelinecektir.
Rus biçimcilerinin edebiyatı, şiiri aşırı yalıtıcı görüşlerine karşı çıkan ve resmî ideolojinin hışmına uğramış olan Bakhtin’in nasıl görüldüğünü anlamaya çalıştım – bunu yaparken, Stalin kültünün yıkılmasından sonra beliren görece özgürlük ortamında üretilen ve Türkçeye çevrilen Marksist kuram kitaplarını da karıştırdım. M. Kagan’ın oylumlu kitabında (Güzellik Bilimi Olarak Estetik ve Sanat, çev. A. Çalışlar, Altın Kitaplar, 1982) adı bile geçmiyor. G. Pospelov’un Edebiyat Bilimi (çev. Y. Onay, Bilim ve Sanat Yay., 1984 ve 1985) çalışmasının ikinci cildinde biri dipnotta olmak üzere iki kez anılıyor Bakhtin: İlkin, “anlatıcı figür” açımlanırken (s. 73), sonra da “çokseslilik” sorunu tartışılırken (s. 80). Horst Redeker’in Edebiyat Estetiği de (çev. A. Çalışlar, Kuzey Yay., 1986) yer vermiyor Bakhtin’e. Anlaşıldığı kadarıyla, Bakhtin’in kuramsal girişimi ve katkısı, burada andığım kitapların yazarlarınca henüz fark edilmemiş.
Doğal karşılamak gerekiyor belki de: Beş yıl toplama kampında kalan, taşraya sürgün edilen, hastalığı nedeniyle döndüğü Moskova’da da kenarda yaşayan ve 1975’te bir yaşlılarevinde ölen Bakhtin’in düşünceleri Stalin sonrasında da resmî ideoloji karşısında hep muhalif kalmıştır. Ya da hep öyle bir kimlik altında algılanmıştır. (Ahmet Oktay’ın yazısı, linki aşağıdadır)
1938′de Medvedev tutuklanıp kurşuna dizildiğinde büyük bir tasfiye hareketi sözkonusudur Sovyetlerde. Sonradan “Büyük Terör” olarak adlandırılacaktır bu dönem. Stalin’in ölümünden sonra ilk olarak gençler tarafından yeniden keşfedilmesi gerekecektir Bahtin’in. Bahtin efsanesi’nin bu susuş, geri çekilme ve sessizlik içinde çalışmalarını sürdürme çabalarında karşılını bulduğu söylenebilir. Bir şekilde Bahtin kuramsal alanın esas meselelerini izlemiş, onlarla tartışmış ve kendi yaklaşımını belirginleştirmiş.
Hayatı hakkinda ki bilgiler dağınık, eksik ve bölük pörçüktür. Öyleki hangi kitabın kendiisne ait olupolmadığı  bile karışık bir meseledir. Mesela, Valentin Voloshinov’un „Marksizm ve Dil Felsefesi‘inin onun tarafından yazıldığı varsayılmaktadır. Aynı şekilde Pavel Medvedev’in bir kitabı, Biçimsel Yöntem, yine ona atfedilmektedir. Bu iki isim aynı zamanda Bahtin Çevresi olarak adlandırılan grubun içinde yer alır, ancak tabi böyle bir grubun varlığı, nasıl bir grub niteliği arz ettiği de tartışmalıdır.
Bugün çok geniş bir düşünce alanında ismi anılıyor olsa da, esas olarak onun edebiyat kuramında ve eleştirisinde önemli bir isim olduğunu unutmamak gerekiyor. Özellikle Rabelais ve Dosteyevski üzerine incelemeleriyle romanın tarihi ve yapısı hakkında yeni bir okuma biçimi geliştirir, bambaşka perspektiflere imkan verecek yeni kavramlaştırmalara girişir. Bahtinien tavrın doğuş yeri bir anlamda edebiyat ve özellikle de roman üzerine çalışmalarıdır. Bununla birlikte tamda bu edebiyat kuramı metinlerinde çok yakın bir siyasal analizi de birlikte işlettiğini varsaymak olasıdır. Başlangıçta aktardığım Scott’ın alıntısının işaret etmekte olduğu gibi.
bulabildiğim içinden bahtin geçen yayılar:
1.  Bahtin’in düşüncesi ve kavramanlarının algılanmasına dair bir çeviri metin; Hayriye Ünal, Ademin Kızlarından Biri…, “Diyalojizm ve Çokseslilik / Maurizio Lazzarato“………

·         Yine aynı blogta, “Çoksesli Şiir Poetikası/Tuzaklar” başlıklı yazı, Bahtinci kavramın kullanımı bakımından okunabilir.

2. “Karnavaldan Romana“, Bahtin’in önemli yazılarından oluşan bir seçki kitabı, Sibel Irzık hazırlamış, bkz. Ayrıntı Yayınları. Kitap hakkında bir tanıtım yazısı; eskiden de roman vardı ama....
3. “20.yüzyılda Dilbilim ve Göstergebilim Kuramları“, Mefmet Rifat
4. Bahtin’in kendisini duyurduğu önemli kitabı, “Dostoyevski Poetikasının Sorunları“, Metis yayınlarında, ayrıca “Sanat ve Sorumluluk / İlk Felsefi Denemeler” ve “Rabelais ve Dünyası“, Ayrıntı Yayınlarında çıktı. Metis”teki verdiğim linkte bir “Sunuş” yazısı var. Oldukça mühim. Bahtin’in çalışmasındaki ideoloji ile biçim arasındakiş ilişkilere bakış ile batı düşüncesindeki karşılaştıran bir açıklama denemesi.
5. Ahmet Oktay’ın Bakhtin’le tanışırken başlıklı yazısı. Bahtinci kavramların kısa fakat doyurucu açılımları ve  katkılarının edebiyat kuramı bağlamında tarihselci perspektif açısından vurgulanması sözkonusu bu yazıda.
6. Oktay’ın haklı saptamasıyla Bakhtin’in bir edebiyat kuramcısı olarak Türkiye de bilinmesini sağlamış olan Jarle Parla ve olağanüstü kitabı Don Kişot’tan Bugüne Roman
7. J.C Scott, Tahakküm ve Direniş Sanatları